Gönderen Konu: Dini Sözlük  (Okunma sayısı 17533 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #15 : Haziran 02, 2009, 07:24:25 ÖS »

H - 4

HÂTEM-ÜL-ENBİYÂ:Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâm.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Muhammed (aleyhisselâm) sizin yetişkin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Resûlü (peygamberi) ve Hâtem-ül-enbiyâdır (son Peygamberdir) . Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzâb sûresi: 40)
Ben, Hâtem-ül-enbiyâyım (peygamberlerin sonuncusuyum). Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu. (Hadîs-i şerîf-Savâık-ul-Muhrika)
Peygamber efendimizin nûru, Âdem aleyhisselâmdan beri temiz ana ve babalardan (evlâddan evlâda) geçerek asıl sâhibi olan Hâtem-ül-enbiyâya gelmiştir. (Kastalânî, Senâullah Dehlevî)
Peygamberlik makâmı da dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü Ülü'l-azm peygamberler (Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâm). Dördüncü derece Hâtem-ül-enbiyâlık derecesi olup, Muhammed aleyhisselâma mahsustu r. (M. Hâdimî)

HATENEYN:İki dâmât; Resûlullah efendimizin iki mübârek dâmâdı olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali.
Ehl-i sünnet ve cemâat (doğru yolun) âlimleri, Hateneyn'i sevmek lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da Resûlullah'ın Eshâb-ı kirâmına (arkadaşlarına) dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullah'ın halîfelerinden, vekîllerinden b irine düşmanlık edilmesine fırsat bırakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ben Şeyhayn'i (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i) üstün tutarım. Hateneyn'i severim. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Şeyhayn ve Hateneyn'i sevmek, Ehl-i sünnet'in şiârı, alâmetidir. ( Ö mer Nesefî)

HÂTIR:Kalbe gelip bir müddet kalan düşünce. (Bkz. Havâtır)
Kalbe gelen düşüncelerden; birincisi kalpte durmaz giderilir. Buna hâcis denir. İkincisi, hâtırlardır. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur. Buna hadîs-ün-nefs denir. Bunları melekler yazmaz. (Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet'e uymayan hâtırlar bâtıldır, bozuktur. Şeytan tarafından gelen hâtırların hepsi günâha dâvettir. (S. Abdülhakîm)
Hâtırların zararlısı Allahü teâlâyı unutturanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâtır-ı Melekânî:İbâdete, tâate rağbet etmeye dâir insanın kalbine melek tarafından getirilen düşünce. Buna ilhâm da denir. (Bkz. İlham)

Hâtır-ı Nefsânî:Kötülükleri istiyen nefs tarafından kalbe getirilen düşünce. Buna hâcis denir. (Bkz. Hâcis)

Hâtır-ı Rahmânî:Gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaya dâir Allahü teâlâ tarafından kalbe gelen düşünce. Buna hak hâtır (doğru düşünce) denir.

Hâtır-ı Şeytânî:Günâhı beğenmeye, süslemeye, güzel göstermeye dâir kalbe şeytan tarafından getirilen düşünce. Buna vesvese denir. (Bkz. Vesvese)

HATÎB:Câmide müslümanlara dînî nasîhat eden ve hutbe okuyan.
Bir kimse gusl abdesti alır, sonra Cumâ'ya gelir, kendisine mukadder (farz) olan namazı kılar, sonra hatîb hutbesini bitirinceye kadar susar, sonra imâmla berâber namaz kılarsa, onunla diğer Cumâ arasındaki günahları ile berâber, üç günlük fazlasının günâhları da afv ve mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Hutbe ile namaz arasında hatîb efendinin, dünyâ işlerinden söylemesi tahrîmen mekrûhtur (harâma yakın günahtır). (İbn-i Âbidîn)

HATÎM:Kâbe'nin şimâl (kuzey) duvarı hizâsında yarım dâire şeklindeki duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yer.
İsmâil aleyhisselâmın ve annesi hazret-i Hacer'in kabri, Hatîm'dedir. (Alâüddîn-i Haskefî)
Tavâf ederken (Kâbe'nin etrâfında dolaşırken) Hatîm duvarının dışından dolaşılır. Mescid-i Harâm'da (Kâbe avlusunda) kılınan namazların en kıymetlisi (sevâbı en çok olanı), Hatîm'de kılınan namazdır. (İbn-i Âbidîn)

HÂTİME:Bir şeyin son durumu. (Bkz. Hüsnü Hâtime ve Sû'i Hâtime)

HATM:Kur'ân-ı kerîmi başından (Fâtiha sûresinden başlıyarak) sonuna (Nâs sûresine) kadar okumak.
İnsanların en iyisi hatmi bitirince, yeniden başlayandır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kur'ân-ı kerîmi hatm edenin duâsı kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Kur'ân-ı kerîmi hatmeden kimseye altmış bin melek hayr duâ eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Hatm duâsı yapılan yerde bulunan, ganîmet dağıtılırken bulunan kimse gibidir. Hatme başlanan yerde bulunan, cihâd eden (Allah yolunda harbeden) kimse gibidir. İkisinde de bulunan her iki sevâba da kavuşur ve şeytanı rezîl eder. (Hadîs-i şerîf-Hazînet-ül-Esrâr)
Ramazân ayında hatm okumak mühim sünnettir. (Ahmed Fârûkî)
Hatm sonunda yapılan duâ kabûl olunur. ( Seyyid Alizâde)
Resûlullah efendimiz Mekke'de bulunduğu sırada rivâyete göre bir müddet vahy gelmemişti. Bu sebeple müşrikler; "Rabbi, Muhammed'i terk etti, O'na darıldı" diyerek, Peygamber efendimizi üzmeye, müslümanlar arasında fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. O za man Duhâ sûresi nâzil oldu. Bu sûre nâzil olunca, Resûlullah efendimiz sevincinden; "Allahü ekber" buyurdu. Bu sebeple Mekke halkı, Kur'ân-ı kerîmi hatmederken, Duhâ sûresinden îtibâren Nâs sûresine kadar her sûrenin sonunda "Allahü ekber" demeyi âde t edinmişlerdir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Süyûtî, Hâzin, Celâleyn).

Hatm-ı Hâcegân:Nakşibendiyye yolunda fâidesi, feyz ve bereketi çok olan bir vazîfe. Bu yolun veya ona bağlı kolun büyüğünün koyduğu evrâdın (Belli zikr ve duâların okunmasının) toplu veya yalnız olarak yerine getirilmesi.

Hatm-i Tehlîl:Yetmiş bin adet kelime-i tevhîd yâni "Lâ ilâhe illallah" okumak. Kelime-i tevhîde, kelime-i tayyibe de denir.
Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe) okursa, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)
Hatm-i tehlîl yapıp, sevâbını ölülerin rûhlarına hediye etmek çok faydalıdır. (Ahmed Fârûkî)
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü dönüp, hâtırına başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna, hatm-i tehlîl sevâbı bağı şlayacağım. Îmânı varsa, affolur" buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah îmânı varmış, kelime-i tayyibe te'sirini gösterip azâbdan kurtuldu" buyurdu. (Abdullah-ı Dehlevî)

HAVÂLE:Borçlunun, alacaklıya, borcumu falan kimseden al deyip, alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde râzı olması. Ciro etme.
Havâle, havâleyi yapan ile kabûl eden arasında yapılabilir. Bir kimse birine benim falanda olan şu kadar kuruş alacağımı havâle yoluyla sen üzerine al dese, o kimse de bu havâleyi kabûl etse, bu havâle sahîh (doğru) olur. Veyâ filândan şu kadar alaca ğı benim üzerime havâle et dese, o kimse de kabûl etse, havâle sahîh olur; kendisine havâle olunan kimse pişman dahî olsa fayda vermez. (Ali Haydar Efendi)

HAVÂRÎ:Yardımcı. Îsâ aleyhisselâma îmân eden on iki kişiden her biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hani havârîlere; "Bana ve Resûlüme îmân edin" diye ilhâm etmiştim. "Îmân ettik, hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol" demişlerdi. O vakit havârîler; "Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O (da) Eğer inanmış (adam) larsanız Allah (ın kudretinden ve peygamberliğimden şüpheye sapmak) tan korkun" demişti. (Mâide sûresi: 111-112)
Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ (da) havârîlerine; "Allah'a (yönelmiş olarak) benim yardımcılarım kim (olacak) demiş, havârîler de; "Allah'ın yardımcı (kul) ları biziz (diye) söylemişlerdi. İşte İsrâiloğullarından bir zümre (ona) îmân etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihâyet biz îmân edenleri düşmanlarına karşı destekledik de bu sûretle gâlib (olarak) çıktılar. (Sâf sûresi: 14)
Îsâ aleyhisselâm otuz yaşında peygamber oldu. Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, havârîler dağılıp bu yeni dîni yaymaya çalıştılar. Sonra İncîl diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târih kitaplarına benzer idi. Asıl İncîl, ele geçmemiştir. Îsâ aleyhisselâmdan sonra dînini yayan ve Havârî adı verilen bu kimseler; Şem'un (Petrus), Yuhanna(Jahannes), Büyük Yâkûb, Petrus'un kardeşi olan Andreas, Filip (Philippus), Toma(Thomas), Bartalomi (Bartalomaus), Metiyya (Matthaus), Küçük Yâkûb, Barnabas, Yehûda (Judas) idi. (Yehûda mürted oldu (dinden çıktı). Yerine Matyes seçildi). Havârîlerin reisleri Petrus idi. (Nişâncızâde, Harputlu İshâk Efendi, Abdullah Dağıstânî)
Bolüs adında bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek gökten inen İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki havârîden işittiklerini yazarak İncîl adında dört kitab meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları bunlara da karıştı. Barnabas adındaki havârî, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini en doğru şekilde yazdı ise de, Barnabas İncîli de yok edildi. (Harputlu İshak Efendi, Nişâncızâde)

HAVÂSS:Seçilmişler. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaşmış olan zâtlar.
Sultanlar, milletin malını zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi; havâss da, avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Üç çeşit oruç vardır: Birincisi avâmın yâni câhillerin orucudur. Bunların orucu; yimek, içmek gibi şeylerle bozulur. İkinci derece, havâssın orucudur. Bunların orucu, fıkh kitaplarında bildirilen şeylerle bozulduğu gibi gıybet (başkasının dedi-kodusu nu yapmak), yalan söylemek, söz taşımak ve harâma bakmakla bozulur. Üçüncü derecede de Ehass-ül-havâssın (cenâb-ı Hakk'a yakınlık kazananların en hâlisi olanların) orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur. (İmâm-ı Gazâlî)
Avâmın tövbesi günâhtan; havâssın tövbesi gafletten Allahü teâlâyı unutmaktandır. (Zünnûn-i Mısrî)
Havâss, iyi amelleri (güzel işleri) kendilerinden değil, Allahü teâlâdan bilir. (Ebû Osman Mağribî)

HAVÂTIR:İnsanın kalbine gelen düşünceler. (Bkz. Hâtır)
Havâtır, bâzan Allahü teâlânın insanın kalbinde meydana getirdiği şeyler olur. Bunlara hak, doğru havâtır denir. Bâzan melekler vâsıtasıyla gelir. Buna ilhâm denir. Bâzan, şeytan onları insanın kalbine atar, buna vesvese denir. Bâzan da nefsin kendi kendine çıkardığı şeyler olur ki, buna hevâcis denir. (Hâdimî)
Melek tarafından olan havâtırın doğruluğuna alâmet, dîne uygun olmasıdır. Dîne uygun olmayan havâtır bâtıldır, bozuktur, denilmiştir. Şeytan tarafından gelen havâtırın çoğu günahlara dâvet eder. Bâzan şeytandan gelen havâtır, tâat ve ibâdet gibi görü nürse de yine o gizli bir günâha, isyâna dâvettir. Bunlar şeytanın gizli tuzaklarındandır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Havâtır ve niyetlerimi önce kitap ve sünnet ile karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun olanları söylüyor ve yapıyorum. (Ebû Süleymân Dârânî)
Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir hemen yapmak isterse şer (kötü) olduğu anlaşılır. Bunu anlamak için İslâmiyet'e uygun olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih (günâh işlemeyen) bir âlime sorulur. (M. Hâdimî)

HAVÂYİC-İ ASLİYYE:İhtiyaç eşyâları. Temel ihtiyâçlar. Bir kimsenin yiyecek giyecek ve ev gibi ihtiyaç duyduğu lüzumlu maddeler ve evde kullanılan eşyâ ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları (din kitapları) ve ödeyeceği borçları.
Zekât için bir senelik, kurban ve fıtra için bir aylık yiyecek veya parası havâyic-i asliyyeden sayılır. Daha fazla olanı ve din ve meslek kitaplarından başka kitapların hepsi, hac parası ve kurban ve fıtra nisâbına katılır. Eğer ticâret niyeti olurs a, zekât nisâbına da katılır. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Havâyic-i asliyye, zekât ve fıtra vermek ve kurban kesebilmek için lüzûmlu olan nisâba (dînen zengin sayılma miktârına) katılmazlar. (İbn-i Âbidîn)

HAVELÂN-I HAVL:Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi.
Zekât verilecek mallarda aranan şartlardan birisi havelân-ı havldır. (Molla Hüsrev)
Toprak mahsûllerinin zekâtı (öşr), hasad mevsimi (mahsûl topraktan alındığında) verildiğinden, havelân-ı havl şartı aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVF VERECÂ:Allahü teâlâdan korkmak (havf) ve rahmetini ümid etmek (recâ).
Havf gençlikte, recâ yaşlılıkta çok olmalıdır. (Muhammed bin Hasen Can)
Havf ve recâ, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye nefsi bağlayan iki yulardır. (Ebû Bekr Vâsitî)
Kalb de dâimâ havf bulunmalıdır. Havf azalır da recâ çoğalırsa, kalb bozulur. Çünkü havf, kalbdeki arzûları yakar, dünyâ sevgisini çıkarır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Hazret-i Ömer buyurdu ki: Bütün insanların Cehennem'e, bir kişinin Cennet'e gireceğini söyleseler, umarım ki o bir kişi ben olurum; aksine bütün insanların Cennet'e, bir tek kişinin Cehennem'e gideceğini söyleseler, korkarım ki o kişi ben olurum. İşt e havf ve recâ böyle olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

HÂVİYE:Cehennem'in yedinci tabakası. Burada inanmadıkları hâlde inanmış görünen münâfıklar ile müslüman iken İslâm dînini terk eden mürtedler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli hafîf olana (yâni iyilikleri hafif, günâhları ağır gelene) gelince; artık onun yeri hâviyedir. Bildin mi hâviye nedir? O, yakıcı bir ateştir. (Kâria sûresi: 8-11)

HAVL:Hareket, kuvvet.
Bir insan, havlin kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratmasiyle olduğunu bilirse, her şeyi O'ndan bekler. İşlerin meydana gelmesinde sebepleri arada görmeyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey beklemez. (İmâm-ı Gazâlî)

HAVRA:Yahûdî mâbedi, sinagog.
Havra ve kilisedeki küfür alâmetleri kaldırılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

HAVZ:Sıvı maddelerin toplandığı yer, büyük su birikintisi, göl.
Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî havz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî gelip kitapları sordu. "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya attı. Mevlânâ, âh babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.Şems- i Tebrîzî elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü.Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" dedi.Şems-i Tebrîzî; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. (Molla Câmî, Ahmed Eflâkî)

Havz-ı Kebîr:Eni ve boyu yaklaşık beşer metre (onar zrâ') olup, alanı yirmi beş metrekare olan havuz. Derinliğin az veya çok olmasının bir te'siri yoktur.

Havz-ı Kevser:Kıyâmet günü mahşerde veyâ Cennet'te Peygamber efendimize tahsîs edilmiş olan ve bir kere içenin bir daha susamayacağı havuz. (Bkz. Kevser Havuzu)

Havz-ı Sagîr:Alanı yirmi beş metrekareden küçük havuz.
Havz-ı Sagîre, necâset (pislik) düşse ve suyun, üç sıfatı değişmese de, necs (pis) olur. İnsan içemez ve temizlikte kullanılmaz. Üç sıfatı değişirse, idrâr gibi olup, hiçbir şeyde kullanılamaz. Suyun üç sıfatı: Rengi, kokusu ve tadıdır. (İbn-i Âbidîn)
İçine devamlı su akan ve devamlı taşan veya içinden devâmlı su alıp, iki alış arası su hareketsiz kalacak kadar uzamayan havz-ı sagîr ve hamam kurnası, akar su demektir. (İbn-i Âbidîn)

HAYÂ:Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Buhârî)
Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyânın zînetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmak demektir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (Hazret-i Ebû Bekr)
Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin" dedi. "Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmâ n ile hayâya; "Siz gidin" deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır. (Süleymân bin Cezâ)
Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır. (Ebû Süleymân-ı Dârânî)
Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez. (Zeyd bin Sâbit)
Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine meyletmek, sonra hayâyı terk etmektir. (Sehl-i Tüsterî)
Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir. (Muhammed Hâdimî)

HAYÂL:Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme. Hâfızanın yardımıyla zihinde bir şeyler canlandırma.
Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. (Ali bin Emrullah)
Hayâl büyüklerin yolunda çok işe yarar. Hayâl olmasaydı hâl olmazdı, vehim olmasa fehim (anlayış) olmazdı. (Seyyid Fehim) Karşımdaki hayâlin biraz daha kal diyor, Kalbini benim gibi, bu sevdâya sal diyor, Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor, En derin sevgilerle, azîz yâra el vedâ
(M. Sıddîk bin Saîd)

HAYÂT:Diri olmak, dirilik.
1. Allahü teâlâ hakkında bilmemiz vâcib olan sıfât-ı subûtiyye'den biri. Allahü teâlânın diri olması.
Allahü teâlânın kâmil (noksan olmayan) sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)tır. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye ve sıfât-ı hakîki yye denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçen zaman.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. Îmân edip Rablerine tevekkül edenler için âhirette Allahü teâlânın indinde dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36)
Öldükten sonra da, hayâtta olduğum gibi bilirim. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
3. Bir insanın ölümünden sonra başlayan ebedî (sonsuz) hayat.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı, oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (En'âm sûresi: 32)
Berzâh hayâtı, yâni kabir hayâtı, dünyâ hayâtının yarısı gibidir.Kabirde rûhun bedene bağlanması, diri iken olan bağlanmasının yarısı kadardır. Gömülmemiş ölüler de, berzâh hayâtında oldukları için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpır dayamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirdeki hayât, bir bakımdan dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar." buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî)

HAYDAR:Arslan. Hazret-i Ali'nin lakablarından biri.
Hayber'in fethinde bulunup büyük kahramanlıklar gösteren hazret-i Ali, yahûdîlerin meşhûr pehlivanı Merhab ile karşılaştı. Merhab kendini medheden sözler söyledikten sonra hazet-i Ali; "Ben oyum ki, anam bana Haydar adını takmıştır. Ben ormanların he ybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Seni bir hamlede yere serecek er kişiyimdir" diye şiirler söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece kendisini bir arslanın parçaladığı şeklindeki rüyâsını hatırlattı. Haydar, indirdiği bir kılıç darbesiyle Merhab'ın başını ikiye böldü. (İbn-i Hişâm) Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Haydar, Hani Habîbullah Sıddîk-i Ekber, Bunda gelen gider bir can eğlenmez.
(Azîz Mahmûd Hüdâyî)

HAYR:İyilik. Dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim zerre miktârı bir hayır işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görecek. Kim de zerre miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7-8)
Hayra yol gösteren (sebeb olan), o hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Müslüman hayırlı olur. Hased (başkasını çekememezlik) edince hayr kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yumuşak davranmayan hayr yapmamış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
En hayırlınız, Kur'ân-ı kerîmi öğrenip öğreteninizdir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ya hayr söyle, ya sükût et (sus). (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanların hayırlısı müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Malı, mevkîi (makâmı) hayır için istiyen ve hayır işlerinde kullanan; râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal-mevkî gâye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. (M. Hâdimî)

Hayr-ül-Beşer:İnsanların en hayırlısı, her bakımdan en iyisi mânâsına. Peygamber efendimizin lakablarından biri.
Hayr-ül-beşerin ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. (Ahmed Kastalânî) Ol gece kim doğdu ol hayr-ül-beşer, Ânesi anda neler gördü neler. Dedi gördüm ol Habîbin ânesi, Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi.
(Süleymân Çelebi)

Hayr-ül-Enâm:Mahlûkâtın, yaratılmışların en hayırlısı, iyisi mânâsına Peygamber efendimizin lakablarından. Âmine eydür çü vakt oldu tamâm, Kim vücûda gele ol hayr-ül enâm.
(Süleymân Çelebi)

HAYRÂT:Sevâb kazanmak için yapılan Allahü teâlânın beğendiği iyi işler, bütün iyilikler, hayırlar.
Allahü teâlâ insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle yaptığına bakarak sevâb verir veya azâb eder. (Hamevî)
Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, Peygamber efendimizin yolunda bulunmak şartı ile âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın peygamberine tâbî olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebeb olur. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlâ hangi işlerin hayrât, hangi işlerin de seyyiât (kötü işler) olduklarını bildirdi. Hayrât yapanlara sevâb vereceğini vâd eyledi (söz verdi). Allahü teâlâ vâdinde sâdıktır (sözünü yerine getirir). Sözünden hiç dönmez. O hâlde kıyâmet günü (âhirette tekrar dirildikten sonra) nîmet ve azâb olarak başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

HAYRET:Taaccüb, şaşkınlık. Şuuru yerinde olmama hâli.
Sûfî yâni tasavvuf yolunda bulunan bir kimse, başlangıçta kendi makâmından bahseder, hâli ile ilgili şeyleri anlatır. Fakat kalb gözü açılınca, hayrette kalarak sükût eder, susar. (Ebû Abdullah Nebâcî)
Şükrün sonu hayrettir. Çünkü şükür de Allahü teâlânın şükredilmesi icâbeden bir nîmetidir. Bu ise, sonsuza kadar, böyle gider. (Yahyâ bin Muâz) Geldi hûrîler bölük bölük buğur Yüzleri nûrundan evim doldu nur Hem havâ üzre döşendi bir döşek Adı sündüs döşeyen anı melek Çün göründü bana bu işler ayân Hayret içre kalmış idim ben hemân
(Süleymân Çelebi)

HAYRHAHLIK:Başkasının iyiliğini istemek. Allahü teâlânın nîmetinin bir kimsenin elinde devamlı kalmasını veya onun böyle bir nîmete kavuşmasını dilemek. Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin zıddı.
Hayrhahlık; güzel ahlâkın aynası durumunda bir haslet (huy) olup, ekseriyetle içi dışına uyan fazîlet sâhibi kimselerde olur. Böyle kimseler hep iyilik düşünüp cemiyetin ve insanların faydasına hizmet ve yardım ederler. Dargınları barıştırırlar, sert lik gösterenleri yumuşatırlar. Hayrhahlık, dostluğu devâm ettiren bir bağdır. Dostluk, hayrhahlık ile kuvvetlendirilir ve devâm ettirilir. (Ahmed Rıfat)

HAYSİYYET (Haysiyet):Şeref, îtibâr.
Haysiyetsiz kimse, kendisine karşı yapılan zulüm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. (Ali bin Emrullah)
İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur.Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder. (Hâdimî)

HAYVÂNÎ RÛH:İnsanda istekli hareketleri yaptıran kuvvet. (Bkz. Rûh)
Hayvanlarda ve insanlarda hayvânî rûh vardır. Bunun yeri yürektir. Bedenî faâliyetleri düzenleyen bu rûhtur. İnsanların hayvanlara benzeyen tarafları, hayvânî rûhtan ileri gelen şehvet, gadab ve hırs gibi kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da va rdır. Hattâ hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. (Ali bin Emrullah)

HAYY (El-Hayyü):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Dâimâ hayât sâhibi ve diri olan, hep var, varlığı ezelî ve ebedî (sonsuz) olan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve kayyûmdur. (Bütün mahlûkâtın idâresini yürüten, hepsini hesâba çekendir.) (Bakara sûresi: 255)
Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. (Âl-i İmrân sûresi: 2)
O hayydir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde dinde ihlâs sâhibi (her şeyi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapan kimse) olarak duâ edin. Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur. (Mü'min sûresi: 65)
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'ye, gıdân nedir diye sordular. Hayy ve kayyûm olanı yâni Allahü teâlâyı zikrdir (anmaktır) dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Hastalanan kimse, el-Hayyü ism-i şerîfini bir tabağa yazar ve ona su koyar ve ondan üç gün içerse, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur. (Yûsuf Nebhânî)

HAYYEALES-SALÂH-HAYYEALEL-FELÂH:Ezân ve ikâmet okunurken söylenen "Haydin namaza" ve "Haydin kurtuluşa" mânâsına mü'minleri kurtuluşa, seâdete sebeb olan namaza çağıran iki mübârek söz.
Sünnete uygun olarak okunan ezânı duyan kimsenin, işittiğini yavaşça söylemesi sünnettir. Yalnız, Hayye ales-salâh ve Hayye alel-felâh kelimelerini duyunca bunları söylemeyip; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" demelidir. Ezândan sonra salevât getir meli ve sonra ezân duâsını okumalıdır. (Alâüddîn Haskefî, İbn-i Âbidîn)
Ezân okurken Hayye ales-salâh derken vücûdu kıbleden biraz sağa, Hayye alel-felâh derken de biraz sola çevirmelidir. (Zeylaî)

HAYZ (Hayız):Sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (hiç kan gelmeden en az on beş gün) geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre en az üç gün (ilk görülmesinden îtibâren yetmiş iki saat), en çok on gün devâm e den kan.
Hayzın başladığını ve bittiğini kocasından saklayan kadın mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Cevhere)
Hayız ve nifas (lohusa) günlerinde namaz kılmak, oruç tutmak, câmi içine girmek, Kur'ân-ı kerîmi (ezberden veya yüzünden) okumak ve tutmak, Kâbe'yi muazzamayı tavâf etmek ve cimâ haram olur. Oruçları sonra kazâ eder. Namazları kazâ etmez. Namazları a ffolur. Her namaz vaktinde abdest alıp, o namazı kılacak kadar zaman oturup; Allahü teâlâyı zikr eder (anar), tesbih okursa en iyi namazın sevâbını kazanır. (İbn-i Âbidîn)
Kız çocuğuna anasının, anası yoksa ninelerinin, ablalarının, hala ve teyzelerinin hayz ve nifâs ilmini bildirmeleri (öğretmeleri) farzdır. Bildirmezlerse, kendileri büyük günâha girerler. (İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidîn)

HAZER VE İBÂHA:Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek (takmak) haramdır. (Molla Hüsrev)
Erkekler ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i Âbidîn)

HAZER VE SEFER:Memleketinde olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin Saîd)

HÂZIR VE NÂZIR:Bulunucu, mevcut olucu ve gören.
Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur. Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır, demektir. Böy le olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması arasında çok fark vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle , ölen binlerce kişiyi diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir) sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci ( kocası) olan kimsenin, Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî, Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan, îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan A llahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasakları nı İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere zulmeden hükümdarlara karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için, harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhissel âm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)

HAZRET:Zât mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. (Abdülvâhid bin Abdülganî)

HEDİYE:Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe (bağış) olarak verilen veya gönderilen mal ( Bkz. Hibe).
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse, onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak) sünnettir yâni Resûlullah efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde edildiği bilinen bir malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların, hisselerini ayırmadan başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat hediye kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

HEMM:Gam, hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî)


Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #16 : Haziran 02, 2009, 07:24:53 ÖS »
I

IRK:Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet.
Irkçılık yapan da, ırkçılık için savaşan da ve ırkçılık uğrunda ölen de, bizden değildir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleştiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrett iği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esasları idi. Osmanlı Türklerini de, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları İslâm dîninin rûhu ve bedeni tekâmül ettirerek geliştiren ışıklı yolu idi. Çünkü İslâmiyet'te ırkçılık yoktur. Her müslüman kardeştir. (M. Sıddîk bin Saîd)

ISLÂH:
1. Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.
Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeye çalışmak, ona İslâmiyet'i bildirmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun ıslâhı kalbinin ıslâhına, bozukluğu da kalbinin bozukluğuna bağlıdır. ( Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Kim kalbini ıslâh edip düzeltirse, Allahü teâlâ da onun zâhirini (dışını) düzeltir. (Avn bin Abdullah)
Allahü teâlâ âhiret için çalışanın dünyâ işlerine kâfi gelir, dünyâsı husûsunda ona yardımcı olur. Kim Allahü teâlâya karşı hâlini ıslâh ederse, Allahü teâlâ da onunla insanlar arasını ıslâh eder, güzel yapar. İçini ıslâh edenin, Allahü teâlâ dışını ıslâh eder, güzel yapar. (Avn bin Abdullah)
2. Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi ıslâh ederler. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
3. İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.
Âdemoğlunun her konuştuğu yalan, kendi aleyhine yazılır. Ancak iki müslümanın arasını ıslâh için konuştuğu yalan, yazılmaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
İki kimsenin arasını ıslâh eden veya hayrı söyleyip, hayrı yükselten kimse yalancı değildir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Islâh-ı Nefs:Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.

ISLÂHÂT:İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.
Endülüs müslümanlarının Avrupalılara tuttukları ışık ile, Avrupa'da bir rönesans, ıslâhât hareketi başlamıştı. Aklî ilimleri öğrenen birçok ilim adamı, akıl ve mantık dışı olan hıristiyanlığa karşı isyân ettiler. Hıristiyanlığa karşı yapılmış olan hü cumlar, İslâmiyet'e karşı yapılamadı. Çünkü İslâm dîni, tebliğ edildiği, bildirildiği günden beri, bütün temizliği ve sâfiyeti ile durmaktadır. İçinde akla mantığa ve ilme ters düşecek hiçbir bilgi yoktur. Kur'ân-ı kerîm indirildiğinden beri, bir noktası bile değiştirilmeden aynen muhâfaza edilmiştir, korunmuştur. (Harputlu İshak Efendi)

ISMARLAMA:Bir san'at sâhibine bir şeyi târif ederek istediği şekilde yaptırmak. (Bkz. İstisnâ')

ITÂK:Köle âzâd etmek, serbest bırakmak. (Bkz. Âzâd)
Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh etmek (evlenmek) , talâk (boşamak) ve ıtâktır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî ve Keşf-ül-Hafâ)

IYÂL:Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar (erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi. (Bkz. Nafaka)
Iyâl için yapılacak masraflar, yiyecek, giyecek ve ev olup, şehrin âdetine, piyasaya, akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)
Ehl-ü ıyâlin rızâ ve gönüllerini almak için, haram işliyerek âhiret azâbını ihtiyâr eden (tercîh eden) kimsenin bu yaptığı akla uygun değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

IYD:Bayram. Müslümanların sevinç ve neş'e günleri olan Ramazan ve Kurban bayramları. (Bkz. Bayram)
Iyd günlerinde, dargın olanları barıştırmak, akrabâyı, din kardeşlerini ziyâret etmek, onlara hediye götürmek Peygamber efendimizin âdetleri olduğundan sünnettir. (Muhammed Rebhâmî)

Iyd-ı Edhâ:Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri.
Iyd-ı edhâda bayram namazına giderken "Allahü ekber Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhi'l-hamd" diye yüksek sesle Tekbîr-i teşrik getirmek namazdan önce bir şey yimemek, namazdan sonra önce kurban eti yemek sünnett ir. (Halebî)

Iyd-ı Fıtr:Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.
Sabahleyin câmi'e giderken bayram tekbirlerini Iyd-ı fıtrda sessiz, ıyd-ı edhâda (kurban bayramında) açıktan yüksek sesle söylemek sünnettir. (Halebî)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #17 : Haziran 02, 2009, 07:25:36 ÖS »
Cvp: Dini Sözlük


İ - 1

İBÂDET:Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu. (Yahyâ bin Muâz)
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O hâlde, ey mü'min kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zam ânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman olmayasın!Çok büyük sevâba kavuşasın! (Cüneyd-i Bağdâdî)

İbâdet-i Bedeniyye:Beden ile yapılan ibâdetler.
Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendisi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine fakire fidye (bedel, belli miktarda mal veya para) veremez. Hâlbuki, oruc yerine fidye vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

İbâdet-i Mâliyye:Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.
Bir kimse birkaç yemini bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır. Keffâretler, zekat gibi ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakirlere bir vekil vâsıtası ile vermesi câiz olur. Fakat kendisinin malı ayırırken veya fakire verilinceye kadar niy et etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

İbâdethâne:İbâdet yapmak için toplanılan yer. (Bkz. Ma'bed)

İbâdette Bid'at:Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan reformlar, değişiklikler. (Bkz. Bid'at)

İBÂDİYYE:Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri. (Bkz. Hâricîlik)
Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd adındaki kimseye tâbi olanlardır. Bu şahıs, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ile hakem yapmak sûretiyle uyuştuğu için hazret-i Ali'den ayrıldı. Trablusgarb'a gitti. Orada İbâdiyye f ırkasını kurdu. Bundan sonra adamları hicrî 153 yılında halîfeye isyân edip, Trablusgarb'ı ele geçirdiler. Kendilerinden başka müslümanlara kâfir deyip, harb zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günâh işleyen mü'min değildir dediler. Hazret-i Ali'yi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler. (Seyyid Şerîf Cürcânî-Şehristânî)
Kur'ân-ı kerîmin lafzına (zâhirî mânâsına) bağlanan İbâdîlere göre; îmân ve İslâm bir bütündür. Amel îmândan bir parçadır. Bu sebeple günah işleyen kimse, îmândan çıkar, Kur'ân-ı kerîm mahlûktur, yaratılmıştır. İbâdîler peygamberlere îmân ederler fak at şefâati inkâr ederler. Allahü teâlânın âhirette görülmeyeceğini söylerler. (Abdülkâdir Bağdâdî)

İBÂHA:
1. Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey ibâha olur. Ancak yediği mülk olur. Başkalarına veremez. (İbn-i Âbidîn)
2. Yedirme, doyurma.
Devamlı hasta veya çok yaşlı olan kimse, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakire bir gün taam (yemek) ibâha eder. (İbn-i Âbidîn)

İBÂHÎ:Haramları mübah (serbest) sayan sapık İbâhiyye fırkasına mensûb olan kimse. (Bkz. İbâhiyye)

İBÂHİYYE:İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk bir fırka. Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.
İbâhiyye, haramlara helâl deyip, yetmiş-seksen sene hacıları soydular. Müslümanları öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri 983 (H. 372) senesinde yıkılınca dağıldıkları yerlerde gizlendiler. Bunlardan Hasan Sabbâh'ın kurduğu İsmâiliyye devleti de 1256 (H. 654)'de yıkıldı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de onların yolunda bulunmayan, kendi bozuk düşüncelerine Eshâbın yoludur diyen, Ehl-i sünnet âlimlerini ve tasavvuf büyüklerini beğenmeyip kötüleyen kimseler kendileri gibi olmıyanlara müşrik (şirk koşan) diyorla r. Bunların malı, canı kendilerine helâldir diyorlar. Böylece İbâhiyyeden oluyorlar. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi görüşleriyle çıkardıkları bozuk mânâları müslümanlık sanıyorlar. Edille-i şer'iyyeyi (dînî delilleri) ve hadîs-i şerîf lerin çoğunu inkâr ediyorlar. (Dâvûd bin Süleymân)

İBÂRET-İNASS:Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.
Nûr sûresi yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Namaz kılın, zekât verin" buyrulmaktadır. Burada ibâret-i nass, yalnız namaz ve zekâtın farz olduğunu ifâde etmekte, başka bir mânâ bildirmemektedir. (Serahsî, Senâullah Dehlevî)

İBDÂD:Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.
Namazın kemâl mertebesinde (en güzel ve tam şekliyle) kabûl olmasının şartları; haramlardan sakınmak, huşû (Allahü teâlâdan korkmak), takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak), mâlâyânîyi (dünyâ ve âhirete faydası olmayan şeyleri) terk etme k ve namazı usûlüne, şartlarına uygun olarak kılmak husûsunda, üşenmekliği, gevşekliği terketmek ve bir de ibdâddır. (Kutbüddîn İznikî)

İBLÎS:Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onu hâtırla ki meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de, iblîsten başka bütün melekler hemen secde etmişlerdi. Ancak iblîs yüz çevirip, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara sûresi: 34)
Allahü teâlâ, iblîse; "Ben sana secde ile emr etmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" buyurdu. İblîs şöyle dedi: "Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu çamurdan yarattın." (A'râf sûresi: 12)
Üç kimse iblîs ve iblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar. Allahü teâlâyı gece gündüz zikr eden (hatırlayan), seherde istigfâr eden (günahlarının bağışlanmasını isteyen) , Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse. (Hadîs-i şerîf-Telbîs-ül-İblîs)
İblîs ve yardımcıları insanlara hep kötülükleri yaptırmağa çalışırlar. Bâzan iyi şeyleri yapmağı da hatırlatırlar. Fakat bunları yaparken nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ (gösteriş) yaptırarak veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak ins anın günâha girmesine sebeb olur. (Abdülgafûr-i Lârî)
Tekebbür yâni kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle iblîs de öyle tekebbür etti. Meleklere Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın d iyerek Rabbine karşı geldi. İblîs ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce onu sudan ve topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil tevâzû göstermektedir. (M. Hâdimî)
İblisin rahat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât; "Niçin insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?" dedikte, İblis; "Bu zamânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bır akmıyorlar" demiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

İBN-ÜL-VAKT:Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan) kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir. (Bkz. Erbâb-ı Kulûb)

İBN-ÜS-SEBÎL:Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.
Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak; fakîrlere, miskinlere (bir günlük nafakası olmayanlara), zekât me'murlarına, müellefet-ül-kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere) , mükâteb (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince , âzâd, serbest olacak) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve ibn-üs-sebîle verilir. Allahü teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir. (Tevbe sûresi: 60)
Ganîmetlerin beşte biri yetimlere, miskinlere ve ibn-üs-sebîl'e verilir. Bunlardan herbirine ayrı ayrı verilebildiği gibi tek bir sınıfa da verilebilir. (İbn-i Hümâm)

İBRÂ:Alacağından vaz geçmek.
Bir kimse alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu ibrâ etse borçlu borçtan kurtulur. (Ali Haydar Efendi)

İBRÂNÎ:Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.

İBRET:İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için birer ibret vardır. (Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve (dîne âit) her şeyin tafsîlidir (beyânıdır). O, îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve bir rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)
Davarlarda (deve, sığır, koyun, keçide) da sizin için elbette bir ibret vardır. Karınlarında bulunan sütten size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır. Hem onları (etlerini) da yersiniz. (Mü'minûn sûresi: 21)
Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü geliyor; birini uzatıyor, öbürünü kısaltıyor; hâllerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi değişiklikler yaratıyor). Bütün bunlarda, basîret sâhibleri (görür gözlere mâlik olanlar) için elbette birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)
Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan), suçtan korumak için, herkesin anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklayıp, bunlara işâret buyurmuş; yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varl ığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak, faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn)
İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve günahkârların âkıbetlerine (sonlarının nasıl olduklarına) bak da kalbini topla. (İmâm-ı Şâfiî)
Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür. (Cüneyd-i Bağdâdî)

İBTİLÂ:
1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte orada îmân sâhibleri ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır. (Ahzâb sûresi: 11)
2. Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede iki yüz beş bin kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların çoğu karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmaktan ölmüşlerdir. On dört ve on yedi yaşları arasında a lkol ibtilâsının arttığı, bu sebepten mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

ÎCÂB:
1. İhtiyaç.
İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları, karşılayacak en mükemmel ve en üstün bir dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.
Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan veya iki taraftan mektublaşma ile veya adam göndermekle de olur. (Kâşânî)
Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile, sattım, hediye ettim gibi; kabûl ise, aynen kabûl ettim, râzı oldum gibi geçmiş zamân bildiren sözlerle olur. (Kâşânî)

İCÂBET ETMEK:
1. Kabûl etmek.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine icâbet etmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diyerek cevâb vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bana duâ ediniz size icâbet edeyim. (Mü'minûn sûresi: 60)
(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben (ilim ve icâbetle) yakınım. Bana duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara sûresi: 186)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arkadan yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)

ÎCÂD:Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.
İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve il min noksan olduğuna işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î, sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi, istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz ne hepsiniz, ne de hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib olmaktan şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiy ârınız, serbest hareketiniz sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan birer me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)

ÎCÂR:Kirâya verme, kirâya verilme, kirâ parası. (Bkz. İcâre)

İCÂRE:Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksatla icâreye verilir. İcârenin sahîh (uygun, geçerli) olması için ücretin (kirâ olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi şarttır. (İbn-i Âbidîn)
İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince, emânet olup kirâcının elinde kastsız (istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kast sayılır. Tarla icâreye verilirken ne ekileceği bildirilmeli veya her şey ekilebil ir demelidir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri ev sâhibine âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa parasını kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan kendiliğinden yaparsa kesemez. (Tahtâvî)
İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi gerekir. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması âdet olan harâblık, yıkılma ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

ÎCÂZ:Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır, inanmıyorsanız bir âyeti kadar siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz" buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez îmân etti. Kimisi insan bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)
Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki: "Îcâz, hem belâgatinin yüksek olmasından hem de nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur 'ân-ı kerîmin îcâzı gaybden (gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde ihtilâf yâni uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemi yor. Yâni bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki güzellik bozuluyor. (Nişâncızâde Muhammed Efendi)

İ'CÂZ:Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm!) De ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88) (Muhammed bin Hamza)

İCÂZET:İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.
İcâzet verilecek tal****** bâtınının (kalbinin) iyi hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması, sabr, tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini Allahü teâlânın taktirine bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâ hibi olması ve dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

İcâzet-i Mutlaka:Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.
Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi icâzet-i mutlaka ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini ona havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıl dızı örten bir güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe altında onun gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed Mazhâr)

İCBÂR-I NEFS:İnsanın kendini bir işe zorlaması.
Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın yâni ağlamaya icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki: "Sübhânellezî"nin (İsrâ sûresinin) secde âyetini okuduğunuz zaman ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek kalbiniz ağlasın, sonra secde edin." Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içind en hüzün duymaktır. İnsan bu sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen meselâ cömerd olmak isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı nefs etmesidir. Zorlaya zorlaya bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet cömerd bir insa n olur. (İmâm-ı Gazâlî)

İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin ) icmâ'ı anlaşılır. (İbn-i Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf il e övülmüştür. Bunlara selef-i sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üze rinde icmâ' yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)

İCMÂLÎ ÎMÂN:Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine inandım demek. (Bkz. Îmân)

İCTİBÂ:Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.

İctibâ Yolu:Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.
İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin isteklerini yapmamak), kavuşmak nîmetine şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile hâsıl olduğu için sıkıntı ve meşakkat (eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti ahkâm-ı şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve sünnet-i seniyyeye uymak ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşlar ı zamânında olmayıp dînimize ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

İCTİHÂD:İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma. (Bkz. Müctehid)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Muâz bin Cebel'i, Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. " Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi. Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Tirmizî, Ebû Dâvûd, Dârimî)
İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur. (İbn-i Nüceym, Hâdimî)
İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes 'eleye benziyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâ'da bulunan cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı. (İmâm-ı Şa'rânî)
Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebi ndeki hükümlere benzeyecek yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed Pârisâ)
Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid başka bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâ lde; "İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni merhamet etmesin" buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)

İDDET:Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.
İddet bekleyen kadınlar beş çeşittir:
1) Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son bulur. (Talâk sûresi: 4)
2) Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler) . (Bekara sûresi: 234)
3) Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, hamlini vad etmekle yâni çocuğu olunca tamam olur. Kocası ölen, hâmile kadının durumu gibidir.
4) Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde kocasının boşadığı kadının iddeti, üç ay başı hâli veya üç temizlik müddetidir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz. (Bekara sûresi: 228)
5) Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı boşanma târihinden îtibâren üç aydır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Yaşlılık dolayısı ile) hayzdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet, bekleme hükmünden) şüphelendinizse (bunu bilmediğinize göre) onların iddeti de üç aydır. Henüz hayz görmeyenler de öyle (boşandıkları zaman üç ay iddet beklerler) ... (Talâk sûresi: 4) (İbn-i Âbidîn, Kâşânî, Hacı Zihni Efendi, Abdurrahmân Cezîri)
Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı bitince nafakası kesilir. (Ubeydullah bin Mes'ûd)
İddet; Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ilk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zamandır. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde üç temizlik geçinceye kadardır. Hayz görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. (İbn-i Âbidîn)
Haccın edâ şartlarından birisi de kadın iddet hâlinde olmamaktır. (İbn-i Âbidîn)
İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez. (İbn-i Âbidîn)

İDRÂK:Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyruldu ki:
O'nu (Allahü teâlâyı) gözler (dünyâda) idrâk edemez. O ise, gözleri bilir anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir. (En'âm sûresi: 103)
İnsanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktir (Hâdimî)
İnsanların hâlet-i rûhiyeleri (rûhî durumları) farklı oduklarından, idrâk ve fehmleri (anlamaları) da farklı olmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir. (Ebû Osman Mağribî)
Allahü teâlânın zâtı idrâk edilemez. Dünyâ yurdunda gözle görülmez. Kalb, O'nun varlığını tastîk eder. Âhirette gözler O'nu görecektir. İnsanlar, Allahü teâlâyı âyet ve delîllerle bilmektedir. Kalbler O'nu tanır, fakat akıllar O'nu idrâk edemez. (Sehl bin Abdullah)

İdrâk-i Basît:Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

ÎFÂ:Yerine getirme.
Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin namazları, oruçları kabûl olmaz (Borçları ödenirse de sevâb alamazlar). (Hadîs-i şerîf-Mürşîd-ün-Nisâ)
Her sabah bir kere, "Allahümme mâ esbaha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeş-şükr" demeli ve her akşam "mâ esbaha" yerine "mâ emsâ" diyerek hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz sallal lahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü, gece okuyan, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur." Abdestli okumak şart değildir. Her gün ve her gece okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İFFET:İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy. Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim tahsîl eden ve ibâdet gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san'at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâit (elverişli) vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için, cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infak (sarf) ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir... (Bekara sûresi: 273-274)
Allahü teâlâ hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf (iffetli) yapınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olursanız kadınlarınız da afîf (iffetli) olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet; kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve diğer âzâyı her türlü zarardan korur. Bu haslet güzel ahlâkın en üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ gözün harama bakmaması ve kendisine yasak olan şeyleri terk etmesid ir. (Abdurrahmân bin Abdullah bin Nasr)

İFRÂT:Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.
Riyâ yâni gösteriş yapanlara karşı tekebbür etmek (kibirlenmek, büyüklenmek) câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzû göstermek (kendini onlarla bir görmek) iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İfrat ve tefrît'in ikisi de kötüdür. Doğru ve en iyisi ortada olandır. (İmâm-ı Rabbânî)
Şecâatın (kahramanlığın) ifrâtı, tehevvürdür (aşırı öfkedir). (Muhammed Hâdimî)
Kazâ-i hâcetin yâni abdest bozmanın edeplerinden biri de; necâset husûsunda vesveseye kapılıp bunu ifrât derecesine götürmemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

İFRÎT:Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Cinden bir ifrit (Süleymân aleyhisselâma); " Sen makâmından kalkmadan ben onu (Belkıs'ın tahtını) sana getiririm. Ben buna karşı her hâlde güvenilecek bir kuvvete mâlikim" dedi. (Neml sûresi: 39)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Cinlerden bir ifrit sana hîle yapmak istiyor. Yatağına girdiğin vakit Âyet-el-kürsî'yi oku!" dedi. (Senâullah Dehlevî)

İFSÂD:Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ ifsâd edenleri sevmez. (Mâide sûresi: 64)
Sarı sabır maddesi balı ifsâd ettiği gibi, kızgınlık da îmânı bozar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Şâyet sen, insanların kusûrlarını ve gizli hâllerini araştırırsan, onları ifsâd etmiş ve ifsâdlarına sebep olmuş olursun. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı ifsâd ettiği gibi, kötü huy, hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ı Alâî)
Zamm-ı sûreleri rükûda tamamlamak, dört mezhebde de mekrûhtur. Fâtihayı tamamlamak ise, hanefîde mekrûhtur. Diğer üç mezhebde namazı ifsâd eder. (Abdurrahmân Cezîrî)

İFTÂ:Fetvâ vermek, dînî bir mes'elenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak bildirmek. (Bkz. Fetvâ)

İFTÂR:
1. Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.
...İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
... Bir kimse, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ onu Cehennem ateşinden âzâd eder, kurtarır. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İftârda acele etmek demek, yıldızlar görünmeden önce iftâr etmek demektir (İbn-i Hibbân)
İftar edince, (Zehebazzama' vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ: Susuzluk gitti. Damarlar ıslandı sevâb hâsıl oldu inşâallah) duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatm okumak mühim sünnettir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Oruç tutmama, yime.
Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce iftâr ediniz (Hadîs-i şerîf-Merâkıl felâh)
Ey Ebü'd-Derdâ! Muhakkak senin üzerinde bedeninin hakkı vardır. Ehlinin (âilenin) hakkı, Rabbi'nin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver! İftâr et, oruç tut, namaz kıl, uyu ve ehline yakın ol. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)

İFTİKÂR:Fakîr olmak, muhtâc olmak.
Hâlık (yaratıcı) ve râzık (rızıklandırıcı) Allahü teâlâdır. İnsana hâlık ve râzık demek küfrdür. İnsanın sıfat-ı asliyesi (her zaman bulunan özelliği) acz (elinden birşey gelmeme) ve iftikârdır (İmâm-ı Birgivî)

İFTİRÂ:Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu günâhları onlara kâfidir. (Nisa sûresi: 50)
Bir kimse için söylenen kusur onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa iftirâ olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İftirâ etmek ve nemmâmlık yapmak yâni söz taşımak gîbet etmekten daha fenâdır. (Muhammed Ma'sûm)
Birisine iftirâ etmek, gıybet etmekten (belli bir mü'minin aybını, kusurunu, onu kötülemek için arkasından söylemekten) daha fenâdır. (Muhammed Hâdimî)
İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde haram idi. İftirâda bir mü'mini incitmek de vardır, bu da ayrıca haramdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebe b olur ki, bu da haramdır. Çok fenâ ve tehlikelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Beni, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'den üstün tutan; iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi onu döverim. (Hazret-i Ali)

İFTİTÂH TEKBÎRİ:Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme tekbîri de denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılarken bir kimse sabah namazında iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle âzâd etti (serbest bıraktı). Daha sonra Peygamber efendimize gelerek; "Yâ Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemed im. Bir köle âzâd ettim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına kavuşabildim mi?" diye sordu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali'ye iftitâh tekbîrinin fazîletiyle ilgili soru sorup, değişik cevaplar aldıktan sonra; "Ey benim ümmetim ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryâlar (bütün denizler) mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa, bütün melekler kâtib olsalar ve kıyâmete kadar yazsalar yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)
Bir kimse iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa; sonbahar günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe nasıl dökülürse, o kişinin günâhları da öyle dökülür. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)
İftitâh tekbiri söylerken niyet edilir. Daha önce niyet etmek de câizdir. İftitâh tekbîrinden sonra edilen niyet sahih (geçerli) olmaz ve o namaz olmaz. (Abdullah Mûsulî)

İĞFÂL:Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.
İslâm nîmetinin elden çıkmasına sebeb olan bir kısım kâfirler, kendilerine müslüman ismi ve süsü verip, din adamı tanıttırıp, müslümanlığı kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslümanlık ismi altında y eni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanlarla, sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakçı yazılar ile, müslümanları kandırmaya, iğfâle çalışıyorlar. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlerine ve akla tâbî olup, İslâm dînine uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb; kara rır, bozulur... (Abdülhakîm Arvâsî)

İĞTİSÂL:Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak. (Bkz. Gusl)
Abdestte ve iğtisâlde lüzûmundan fazla su kullanmak, isrâf olup, haramdır. (Tahtâvî)

İHÂNET:
1. Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
Siz emniyet içinde meclislerde oturursunuz. İhâneti yalnız altın ve gümüşte aramayın. En büyük ihânet, kendisine güvenilerek yanında konuşulan sözleri ilgili kimselere götürmektir. (Hasen-i Basrî)
2. İsyân etmek, karşı gelmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Peygamberine ihânet etmeyin. Sonra bile bile kendi emânetlerinize ihânet etmiş olursunuz. (Enfâl sûresi: 27)
Hükümete ihânet edene, Allahü teâlâ ihânet eder. (Hadîs-i şerîf-Nebras)
3. Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.
Bid'at sâhibine ihânet edeni Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur. (Hadîs-i şerîf-Fetâvâl-Haremeyn)
Fâsık (günâhkâr) kimse, âlim olsa da imâm yapılması mekrûh olur. Çünkü, İslâmiyete uymakta gevşek davranır. Buna ihânet vâcip olur. (Tahtâvî)

İHÂTA:Kuşatma, çevirme.
Allahü teâlâ her şeyi ihâta etmiştir. Her şeye yakındır ve her şeyle berâberdir. Fakat, bizim alıştığımız, bildiğimiz ve anladığımız ihâta, yakınlık ve berâberlik gibi değildir. Bunlar, O'na lâyık değildir. Mahlûkların (yaratılmışların) hiçbiri O'nu ve sıfatlarını ve fiillerini (işlerini) anlıyamaz, bilemez. Bunlara anlamadan inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İHFÂ:Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

İHLÂS:Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.
İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mu'âz bin Cebel'i (r.anh) Yemen'e vâli olarak gönderirken:
"İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir" buyurdu. (Hilyet-ül-Evliyâ)
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâssız amel, sahte para gibidir. Kabûl edilmez. (Seyyid Emîr Külâl)
Sehl-i Tüsterî'ye insanın nefsine en çok ağır gelen nedir? diye sorduklarında, ihlâstır cevâbını verdi. Zîrâ ihlâsta nefsin nasîbi, payı yoktur.
İhlâs elde etmeye çalışanlara muhlis denir. İhlâsı tabiat hâline gelenlere muhlas denir. (İmâm-ı Rabbânî) Bir de ihlâstır, her işte dâimâ, Şöyle ki hiç olmaya ucb-u riyâ, Hem bu ihlâs olmasa makbûl değil, Tasavuftur ihlâsın kaynağı bil.
(İmâm-ı Rabbânî)

İHRÂM:Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kims eye muhrim denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı sarılan kısmına îzâr, omuzlara atılan kısmına da ridâ denir. Kadınlar ihrâm elbisesi giymeyip, mestûre (örtülü) olarak hac ve umre ibâdetini yapar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hac ayları bilinen, Şevval, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür. İşte kim o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tam olanlar, benden korkun! (Bekara sûresi: 197)
İhrâma girerken temizlenmek ve gusül (boy abdesti) almak ve iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin, mîkât denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Hareme yâni Mekke-i mükerremeye girmeleri, haramdır (günahtır). Geçenin tekrar mîkâta gelip ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girm ezse kurban kesmek lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
İhrâm giyen kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikişli elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, cimâ etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, koku sürünmesi, tırnak kesmesi, erkeğin mest ayakkabı giymesi, başını örtmes i, hıtmî çiçeği ile başını yıkaması, eldiven çorap giymesi, kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları koparması v.s. Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara kurban ve sadaka cezâları lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

İHSÂN:
1. İyilik etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İhsân edenlere elbette rahmetim çok yakındır. (A'râf sûresi: 55)
İnsanlara, analarına - babalarına ihsân etmelerini söyledik. (Ahkâf sûresi: 15)
İhsânın karşılığı ancak ihsândır. (Rahmân sûresi: 60)
Ananıza-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özrünü kabûl etmeyen, Kevser havzından içmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûl-i ekremin o kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardır ki, Rum imparatorları, İran şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. (İmâm-ı Rabbânî)
İhsân her yerde övülmeye değer. Bilhassa akrabâya ve komşulara olunca daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî) Hamd olsun, nîmetleri bol Allah'a, Önce, varlık nîmeti verdi bana! İhsânlarını saymaya güç yetmez, Güç de, her üstünlük de lâyık O'na!
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.
İhsân, Allahü teâlâya O'nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyor isen de, O seni hep görmektedir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

İHTİDÂ:Doğru yola girme, müslüman olma, din olarak İslâmiyet'i seçme; hidâyete erme. (Bkz. Hidâyet)

İHTİKÂN:Lavman yapmak.
İhtikan yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de keffâret lâzım olmaz. (Abdullah Mûsulî)

İHTİKÂR:İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün ihtikâr ederse, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü teâlâyı saymamış olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Çalışıp kazanan rızıklanmıştır. İhtikâr yapan ise lânetlenmiştir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İhtikâr haram olup, yapan mel'ûndûr. İhtikârın haramlığı müslümanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddesini istediği zaman satabilir. Acele satması vâcib değildir. Fakat acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca satmayı düşünmesi çirkindir. İlâçlarda ve gıdâ maddesi dışında herkese lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram de ğildir. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)

İHTİLÂF:Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî (işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.
Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerine; "Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim" deyince; "Yâ Halîfe! Böyle yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her m üslüman dilediği âlime uyar" buyurdu. ( Tahtâvî)
Bir kişi bir kişiye bedduâ ederek, Allahü teâlâ senin canını küfürle alsın dese, âlimler böyle söyleyen kimsenin kâfir olmasında ihtilâf ettiler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, usûl-i dinde (inanılacak bilgilerde) ittifâk, ahkâm-ı ictihâdiyyede (iş ve ibâdetle ilgili hükümlerde) ihtilâf ettiler. (Şehristânî)

İHTİLÂM:Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.
Bir kimse gece uykuda ihtilâm olup sabahlasa veya gündüz uyuyup ihtilâm olsa orucu bozulmaz. (İbrâhim Halebî)

İHTİRÂ':Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.
Allahü teâlâ her şeyi yaratırken kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbir şeye bağlı olmadığından, O'nun işlerine ihtirâ' denir. İnsan ise, böyle olmayıp, kudret ve irâdesi kendi elinde olmayan başka sebeplere bağlı olduğundan ve işleri Allahü teâ lânın işlerine benzemediğinden insanın işlerine yaratma ve ihtirâ' denmez. (İmâm-ı Gazâlî)

İHTİRÂS:Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması. (Bkz. Hırs)
Âdemoğlu yaşlanır. Fakat onda iki haslet gençleşir: Mala ve ömre (yaşamaya) ihtirâs. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Bu zamanda kendisinde şu beş sıfat bulunmayan kimsede mal toplanmaz. Tûl-i emel (sonu gelmeyen istek), ihtirâs, şiddetli cimrilik, korku azlığı, âhireti unutmak. (Süfyân-ı Sevrî)
Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına (dünyâya düşkün olmamasına) mâni değildir. Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine ihtirâsı olup olmadığı araştırılıp, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. İnsan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. (Süfyân-ı Sevrî)
Âhirete îmânı olanın, dünyâya ihtirâsı olmaz. Âhirette cezâ göreceğini kesin olarak bilen kimse, dünyâyı âhirete tercîh etmez. (İmâm-ı Mâverdî)

İHTİSÂB:Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi. (Bkz. Hisbet)

İHTİYÂÇ:Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yerde olan her şeyi sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yarattım. (Bekara sûresi: 28)
Ümmetimden bir kardeşinin ihtiyâcını giderip, onu sevindiren kimse, beni sevindirmiş olur. Kim beni sevindirirse, Allahü teâlâyı sevindirmiş olur. Kim Allahü teâlâyı sevindirirse, Allahü teâlâ onu Cennet'e koyar. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Bir hastanın ihtiyâcını giderinceye kadar gayret sarfeden kimsenin günâhlarını Allahü teâlâ affeder. Anasından doğduğu gibi temiz olur. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarının faydaları insanlar içindir. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı da yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Din kardeşinin ihtiyâcını gidermek, hac sevâbından daha hayırlıdır. (Hazret-i Hasen)

İhtiyâç Eşyâsı:Yiyecek, giyecek ve barınmada asgarî lâzım olan miktar.

İHTİYÂR:
1. İstediğini seçme. (Bkz. İrâde)
Kulun ihtiyârı zayıftır, demeleri, Allahü teâlânın ihtiyârına göre zayıftır mânâsında ise doğrudur. Yok, eğer emr ve yasak olunan işleri yapmaya kâfi değildir demek istiyorlarsa bu doğru değildir. Zîrâ kula, gücü yetmeyecek şey ve iş teklif edilmedi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Yaşlı.
İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım edene, ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasib eder. (Hadîs-i şerîf)

İhtiyârî Fiiller:İstek ile yapılan işler. (Bkz. İrâde)
Ehl-i sünnet âlimleri, insanın yaptığı işte kendi kuvveti de te'sir (etki) ediyor dediler ve bu te'sire kesb ismini verdiler. Çünkü elin titremesi ile istekle kaldırılması arasında fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî fiillere ise karışıyor. (İmâm-ı Rabbânî)
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî fiilleri incelemek güçtür. Bu fiilleri insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fakat insanın istemesi için o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ yapıp yapmamağı bir zaman düşünüp iyi olduğunu bildikten s onra irâde, istek hâsıl oluyor ve uzuvlar (organlar) hareket ediyor. Kul irâde edince Allahü teâlâ o fiili yaratıyor. Böylece ihtiyârî fiiller meydana geliyor. (İmâm-ı Gazâlî)

İHTİYÂT:Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.
Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre (sabahleyin) ufkun bir yerinde beyazlık başlayınca, (imsak vakti) olup, oruca başlanır. Bundan (6-10 dakika) sonra beyazlık ufk üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti başlar. Ancak oruca imsâk vaktinde ba şlamak ihtiyatlı olur. Bu taktirde, namaz da oruc da bütün âlimlere göre sahîh, doğru olur. Fakat oruca birinci vakitten yâni imsâk vaktinden sonra başlanırsa, oruc şüpheli olur. Astronomik hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. İkinci vakitte, hattâ bundan sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zaman oruca başlayanların orucları şüpheli olmaktadır. Yemeyi-içmeyi bırakmayı, şüpheli zamâna tehir etmek, geciktirmek ise, mekruhtur. Hele ikinci vakitten sonra başlayan kızıllığın sonunda başlanılan oruclar, sahîh olmaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için ihtiyatlı davranmalı, iftârı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce iftâr eden de iftârda acele etmiş olur. (Şernblâlî)
Zevcin (kocanın), zevcesi (hanımı) için kendi mülkünden onun izni olmadan fıtrasını vermesi câizdir, verebilir. Yine zevcesinin ve evinde olanların fıtralarını, izinleri olmadan karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı ve değeri olan altın ı bir defâda ölçüp bir veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması veya ayrı ayrı vermesi, ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)

İHTİZÂR HÂLİ:Ölüm sırasında can çekişme hâli.
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #18 : Haziran 02, 2009, 07:26:59 ÖS »
İ - 2

İHVÂN-ÜS-SAFÂ:On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.
Bâtıniyye (İsmâiliyye)ye âit fikirlerin te'sirinde kalan ve zamanlarındaki bütün ilimleri içine alan 52 risâleden (küçük kitabdan) bir ansiklopedi meydana getiren bu ekolün mensûbları birbirlerine "saf kardeşler" mânâsına "İhvân-üs-Safâ" dedikleri iç in bu ad ile meşhûr oldular. (Corci Zeydân)
İhvân-üs-Safâ cemiyeti metafizik (gözle görülmeyen ve akıl ötesi) konularda Eflâtun'un, ahlâkta Sokrat'ın, matematikte Pisagor'un, mantıkta Aristo'nun, felsefî konularda Fârâbî'nin fikirlerinden etkilenmişlerdir. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kend i felsefî görüşlerini gerçekleştirmek olduğunu söyleyen İhvân-üs-Safâ cemiyetinin önde gelen isimleri; Makdîsî lakabıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin Ma'şer el Bustî, Ebü'l-Hasen Ali bin Hârûn ez-Zencânî, Muhammed bin Ahmed en-Nehrecûrî, el-Avfî gibi felsefecilerdir. (Corci Zeydân)

İHYÂ:
1. Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek.
Receb'in ilk Cumâ (Regâib) gecesini ihyâ edene, Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Cebrâil aleyhisselâm bana geldi: "Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesidir" dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasîsleri (cimrileri) , alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Mübârek geceler İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır... Bu geceleri ihyâ etmeli, kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermek, günâh işlememekle olur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
2. Ölüleri diriltmek.
Allahü teâlânın izniyle, ölüleri ihyâ bana zor gelmedi. Fakat ahmağa doğru sözü anlatamadım. (Hazret-i Îsâ)

İhyâ-ı Mevât:Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek. (Bkz. Mevât Arâzî)

İKÂB:Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek çetindir. Allahü teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide sûresi: 98)
Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görür. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının, arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda iken tövbe etmiş olduğu günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) s evâb verilir. Kâfirlerin ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red olunup (geri çevrilip), kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı Birgivî)
Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp, gökler seyrettirilir. Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni buraya neden getirdiniz?" der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin havzının başında durup, nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsiniz ve onları tutup salıvermeyesiniz ki, Cehennem yoluna gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî)
Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden veyâ haram (Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen, tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad)

İKÂLE:Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir akdi, anlaşmayı bozmaları.
Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman olursa, ikâle etmek, alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

İKÂMET:
1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı" mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan efdaldir (üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn)
Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur.
Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur. (İbn-i Âbidîn)
2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Bkz. Vatan-ı İkâmet)

ÎKÂZ:Uyarma. Tenbih etme.
Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola teşvîk ederek îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi peygamberlerle berâber haşreder (toplar) . (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar vermemeleri, yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

İKBÂL:
1. Yönelme.
Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an Allahü teâlâya ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı (iyiliği), eksik etmeyesin ki, ins an ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu) et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster, haklarını gözet) ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî)
3. Baht açıklığı. Gerçek bana oldu hayâl Korkutuyor beni bu hâl Kararmakta her gün ikbâl Nefs elinden kurtar Rabbim
(M. Sıddîk bin Saîd)

İKİNDİ NAMAZI:İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti arasında kılınan namaz. (Bkz. Asr) Gökten yere iner kamû (bütün) melekler, Meleklere müştâk olur (can atar) felekler, Kabûl olur anda bütün dilekler, İkindi namâzın kıldığın zaman.
(Yûnus Emre)

İKRÂH:Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm dînine girmek için ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... ( Bekara sûresi: 256)
Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan vatandaşı) ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn)
Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları, haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde)

İkrâh-ı Mülcî:Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi zorla yaptırmak.
Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip ölmesi günâh olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik, başka çıkar yol bulamamak) olur. (İbn-i Âbidîn)
İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali Haydar Efendi)

İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam şiddet kullanmama.
İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın malı telef edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi)
İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak), yemîn, ric'at yâni boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar Efendi)

İKRÂM:Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma.
Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet) etmesin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin; kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse gelince, kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah rızâsı için kesmiş, faydası misâfire olmuş olur. (Ahmed Fârûkî)
Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al. Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân bin Cezâ)
Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona da ikrâm ederler. (Ahmed Rıfâî)

İKRÂR:
1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile inanmak lâzımdır. Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilm eye hakkı olan ve tapılmaya lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî)
Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele!Âmentü, îmânın altı şartını bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözün ü) oku ve inanılması lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve onlara da öğret! Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ)
2. Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.
Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi ve sözünde ısrar etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olması ile belli olur. ( İbn-i Nüceym)

İKRÂZ:Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi. (Bkz. Borç ve Karz-ı Hasen)

İKTİDÂ:Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlara iktidâ et. De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân-ı kerîm âlemler için öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90)
Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Hâkim) Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine iktidâ eden eshâbı, arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ, ikincisi tâbi olduğu âlim ve velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye iktidâ etmemelidir. (İbn-i Âbidîn)

İKTİSÂD:
1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya hâs kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı iktisâd yolunu tutar. (Lokman sûresi: 32)
İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet)
İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti:
Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her şeyde îtidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin!
2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.
İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel) teşebbüslere ve sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete elverişli bir iktisâd sistemini emr etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye)

İKTİZÂ-İ NASS:Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.
"Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın kaldırıldığı bildirilmektedir. Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz. İnsanda her zaman görülebilmektedir. B u sebeble iktizâ-i nass, insandan kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni hadîs-i şerîfte mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini gerektirmektedir. (Serahsî)

ÎLÂ:Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara sûresi: 226)
Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn (tam boşanma) ile boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş olabilir. Helâli kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana haramsın" yâhut; "Sen bana haram ol!" diyen kimse kendisine haram kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îl â etmek istememiş ise hanımını bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi)
Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut oruç tutmak, sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay içinde karısına yakınlıkta bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşe r. (Mevkûfâtî)

İLÂH:Mâbud, tanrı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96)
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31) Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse, Allahü teâlâ ona Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. (Kemahlı Feyzullah)

İLÂHÎ:
1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan onları bilmedi. (Abdullah-ı Ensârî)
İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin. Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan şeyleri bize gönder. Dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed Rebhâmî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok olanı). Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî, Ki sensin cümle mahlûkun penâhı (sığınağı). Yüzüm karasına bakma ilâhî Cehennem nârında (ateşinde) yakma ilâhî.
(Beykozlu Muhammed bin Receb)
2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.
Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden Allahü teâlânın murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber efendimizin maksâdını en iyi anlayabilenler, müctehîd denilen büyük İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî

İlâhî Dinler:Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.
Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan yahûdîlik ve hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından değiştirilmiştir. Aslı bozulmamış, kıyâmete kadar da bozulmayacak olan tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş)
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

İLÂHİYYÂT:İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.
Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını isbat için bildirilen delillerden birisi şöyledir:
Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa belli bir yörüngede ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün meydana gelmesine sebeb olan güneşe, gökteki bulutlara ve yağan yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehi rlere, denizlere, karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip memleketlere ve şehirlere, mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve kâinattaki eşyânın eşsiz bir sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen) ve intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi düşünen bir kimse, âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının var olduğuna inanmak zorunda kalır. (Abdüllatîf Harpûtî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini anlattım. Şimdi aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı cevap verecektir. (W. Heisenberg)

İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak. Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Al lah'ın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyf için, tama' için cihâd yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (A bdülhakîm bin Mustafâ)
Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

İLHÂD:Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir azâb tattırırız. (Hac sûresi: 25)
Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. "İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete bakılmaz" demek, ilhâd olur. (Muhammed Hâdimî)
Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri bilgilerdir. Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır. (İmâm-ı Rabbânî)

İLHÂM:
1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların kalblerine gelir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm, her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı, başkalarına huccet, sened olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fakat, Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bi lgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü teâlâ ilim ihsân eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin söyledikleri nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine l üzûm olmazdı. (Abdülganî Nablüsî)
İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret etmelidir. Nefse uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. ( Muhammed Hâdimî)
3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arası nda yer kaybı olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle anlar. Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin Emrullah)

İLKA':Atma, bırakma.
1. Öğretme.
Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a geldim. O gece gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru) rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk; çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra söyleneni ona ilka' et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)
2. Bırakma, yerleştirme.
Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de; Peygamber efendimiz uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin, Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka' ederdi. (İmâm-ı Süyûtî)

İLLET:Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.
İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm de bulunur. İllet bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet için illettir. Akd yapılınca, satıcı sattığı eşyânın bedeli olan şeye, alıcı da mala sâhib olur. Satış ak di olmayınca, alıcı da, satıcı da hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez. Aynı şekilde, nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa, evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî)

İLLİYYÎN:
1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini hâlis ettiğinden (yâni amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder (bildirir). (Zemahşerî)
2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.
Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek mendil ile gelip, yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken; "Ey mutmainne (Hakîkate ermiş, bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e götürülür... (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlardaki cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşur, konuşurlar. Rûhlar İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, n îmetlenir, lezzetlenir. (İmâm-ı Yâfiî)
İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri kaplamıştır. O, bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına, hayvanların ve şeytanların seviyesine) iner. Şehvetle rini yendikçe, İlliyyîn'e ve meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî)

İLM (İlim):Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve anlatılamaz. İnsanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye denir. Bunlardan biri İlim sıfatıdır.Bu sıfatı da kendi gibi kad îmdir, yâni sonradan olma değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûresi: 30)
Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali)
Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)
Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. (Lokman Hakîm) İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır. Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır. İlim, uçsuz bucaksız bir ummanı andırır. İlimden başka her şey insanı usandırır.
(M. Sıddîk bin Saîd)

İlm-i Ahlâk:İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim. (Bkz. Ahlâk)

İlm-i Âlet:Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi olmaktadır.

İlm-i Bâtın:Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.
İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır. (İmâm-ı Gazâlî)

İlm-i Bedî':Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.

İlm-i Belâgât:Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.

İlm-i Beyân:Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından bahseden ilim.

İlm-i Ezelî:Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.
Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uy gun olarak meydana gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)

İlm-i Ferâiz:Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini öğreten ilim (Bkz. Ferâiz).

İlm-i Fıkıh:Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Bkz. Fıkıh)

İlm-i Hadîs:Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden bahseden ilim. (Bkz. Hadîs)

İlm-i Hâl (İlmihâl):Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri anlatan kitap.
Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren, câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenm eye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Önce ilm-i hâli öğren, çocuğuna da öğret Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman
(M. Sıddîk Gümüş)

İlm-i Hey'et:Astronomi ilmi.

İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.
Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin sûretinin, şeklinin görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat ilm-i huzûrîde durum böyle değildir. İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır . (İmâm-ı Rabbânî)

İlm-i Husûlî:Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.

İlm-i İlâhî:Allahü teâlânın ezelî ilmi.

İlm-i Kelâm:Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.
İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş olarak ve delilleriyle anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı Gazâlî)

İlm-i Kesbî:Çalışarak elde edilen ilim.

İlm-i Kırâat:Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı okunmasından bahseden ilim.
İlm-i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

İlm-i Ledünn:Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.
İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır. (Muhammed Pârisâ)

İlm-i Lügat:Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.

İlm-i Meânî:Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.

İlm-i Nâfi':İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle o lan ilim.

İlm-i Nahv:Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.
İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o ilimleri elde etmeğe birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî ilimlerden değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimle rin anlaşılmalarında lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça olduğundan, dînimizi anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi sâhibine doğru yolu gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî ilimlerden önemlileri de nahv ve meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde)

İlm-i Sarf:Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.
İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde alışkanlık kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)

İlm-i Tefsîr:Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.

İlm-i Usûl-i Fıkıh:Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

İlm-i Usûl-i Hadîs:Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.
İlm-i usûl-i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin nev'ileri, çeşidleri ayırd edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İlm-i Usûl-i Kelâm:Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.

İlm-i Usûl-i Tefsîr:Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından, âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim.

İlm-i Vehbî:Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (Bkz. İlm-i Ledünnî)

İlm-ül-Yakîn:Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada ateşin olduğunu anlamak böyledir.

İLTİCÂ:Sığınma.
Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı namazını kılınca hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplar ını, kusurlarını hatırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar işledim. Şimdi sana ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) Bu dünyâ bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz Hani âba u ecdâdın ne oldu kimseler sormaz Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı zât-ı Mevlâya
(Tâceddîn-i Velî)

 İ - 3

ÎMÂ:İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için rükû'dan daha çok eğilmesi.
Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)
Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamıyan, ayakta durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)
Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten çok devâm eden kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur (düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

İMÂM:
1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Cemâate, Kur'ân-ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca sünneti en iyi bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim, Sünen-i Tirmizî)
İmâm kalkan gibidir. Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize olur. Noksan kıldırırsa, sizin namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan sorulur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâat işitecek kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni Kur'an-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olu r. Sesi güzel ve tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber efendimizin emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)
3. Müslümanların devlet reîsi. (Bkz. Halîfe)
Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı emredersiniz" deyince; " Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Bkz. Halîfe)

İMÂME:
1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at namazdan efdâldir, üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli olmak mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu arkadan iki kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi Ramazan-ı şerîfin onuncu Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okur ken mübârek başında siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.

İMÂMET:İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.

İmâmet-i Kübrâ:Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfes i, hilâfet. (Bkz. Hilâfet)

İmâmet-i Suğra:Namaz kıldırmak için imâm olmak. (Bkz. İmâm)

İMÂMEYN:İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.
Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun sözlerinde de bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir taraf ta, İmâm-ı a'zam'ın sözü karşı tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)

İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)

İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh bilgilerini topladı. Yüzlerce tale besine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebeb oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. (Abdullah bin Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)

İMÂM-I MÂLİK:Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyer îlerden bir hükümdâr âilesine ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkan ı, bilmiyorum demektir" buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır, edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini, utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)

İMÂM-I ŞÂFİÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.
İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmda n ve dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır. (Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)

İMÂMİYYE:Şiîliğin kollarından biri.
Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kab ûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka, topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir. (Bkz. İsnâ Aşeriyye)
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)

ÎMÂN:İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup, insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Gaybî:Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)

Îmân-ı Hakîkî:Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân. Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmâ n-ı istidlâlîden üstün ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresindeki; " Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Hılkî:Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

Îmân-ı İcmâlî:Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp b una göre ibâdetini yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının sarsılmasından korkulur. (Bkz. Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)

Îmân-ı İstidlâlî:İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder, yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiğ i yolun doğru olduğu Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)

Îmân-ı Kâmil:Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâ lı, parlak îmâna çok dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Kesbî:Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

Îmân-ı Makbûl:Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

Îmân-ı Ma'sûm:Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)

Îmân-ı Merdûd:Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân. (Bkz. Münâfık)

Îmân-ı Metbû:Meleklerin îmânı. (Bkz. Melek)

Îmân-ı Mevkûf:Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.

Îmân-ı Şühûdî:Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli o lur. Muhammed aleyhisselâm dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Tafsîlî:Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

Îmân-ı Taklîdî:Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Îmân-ı Yakînî:Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

İMSÂK VAKTİ:Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.
Orucun farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır. (Kutbüddîn-i İznikî)

İNÂBE (İnâbet):Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapından etme red, bu pûr günâhı. İnâbet eyleyip geldim kapına, Yüzüm yere sürüp durup bâbına (huzûruna).
(Muhammed bin Receb Efendi)

İnâbe Yolu:Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler (talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İNÂD:Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten (çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)

İNÂN ŞİRKETİ:Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil, şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)

İNÂYET:Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb etti. (İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

İNBİSÂT:Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bkz. Bast)

İNCÎL:Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. ( Harputlu İshâk Efendi)

İNFÂK:Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını veren) dir. (Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler, kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar içindir. (Ra'd sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da yapmazlar. (Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

İN'İKAS:Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin tal****** kalbine yansıması.

İNKÂR ETMEK:İnanmamak, kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve faydalı bir kelâmdır (sözdür) . (Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder, saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

İNKIYÂD:Boyun eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı Mâverdî) Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
(Bâkî)

İNKİSÂR:Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratm ak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtaç olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve inkisâr ile ihtiyâç ve fâni olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu. (Osman bin Nâsır)

İNNÂ LİLLAH VE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi. (Bkz. İstirca')
Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu ümmete mahsûs bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile) beni kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" derdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" dedikten sonra; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıl dıktan sonra, Allahü teâlânın; " Sabır ve namaz ile yardım isteyin " (Bekara sûresi 45) meâlindeki emrini yerine getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı bozar. Bunu, namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)

İNNÎN:İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan. İktidârsız erkek.
Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocanının innîn olduğunu anlarsa, nikâhın feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ açabilir. (İbn-i Âbidîn)

İNSÂF:Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allah korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insâflı muâmelede bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede bulunan kimseyi severler. İşte bunun için, insanların sevgisi, kişinin kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğun a ve o kişinin iyiliğine; insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)

İNSAN:Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)
Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa, îmânı kâmil (tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Onun yaratılmasından maksât, Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak v e yalvarmak içindir. (İmâm-ı Rabbânî) Şu insan dedikleri el ayakla baş değil İnsan rûha denilir, surat ile kaş değil.
(M. Sıddîk bin Saîd)

İnsan-ı Kâmil:Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullah'a tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak, İslâmiyet'e yapışmak demektir. (Muhammed bin Muhammed Endülüsî)

İNŞÂALLAH:Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın yaparım deme. İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)
Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a girersiniz. ( Feth sûresi:
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #19 : Haziran 02, 2009, 07:28:39 ÖS »
K - 1

KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Bkz. Dahve-i Kübrâ)

KABA NECÂSET:İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Bkz. Necâset)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba necâset yoksa, namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen mekruh olur ve bunu yıkamak vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. Az ise sünnettir. Şarabın damla sını da yıkamak farzdır, diyen âlimler de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve seksen santigram ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki suyun y üzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i Âbidîn)

KÂBE-İ MUAZZAMA:Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i K adîme adları ile de anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir düzen ve dünyâda cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman; "Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve umre yapanların da şerefini, din gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm inşâ etti. Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhissel âm oğlu İsmâil aleyhisselâmla birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen Kâbe-i muazzama, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşınd ayken, Mekkeliler tarafından, 683 (H.64)te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu d uvarında bir kapı vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

KÂBE KAVSEYN:Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm sûresi: 9)
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre denilen yere ve Sidre'den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu ya pan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî) Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KÂBİD (El-Kâbid):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

KABR (Kabir):Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)
Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)
Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yak ının yok. (Yezîd Rakkâşî)
Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi Kur'ân-ı kerîm okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim, bana gelecek kişi, namaz kılarak beni aydınlatsın. Ben, altı-üstü toprak olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel il e gelip yatağını hazırlasın. Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile gelsin. O tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben, Münker ve Nekir adındaki suâl meleklerinin suâl soracakları bir yerim. Bana gele n onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme el-Mısrî)
Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)

Kabr Azâbı:Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.
Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)
Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr sıçratmak. (Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e uymak büyük seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır. (İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî)

Kabr Hayâtı:İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.
Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın nizâmı için hem his yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, kabir hayâtında hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulu nanların, elem ve azâb duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar" buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabirde namaz kılarken gördü. Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kabr-i Seâdet:Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.
Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi. Peygamber efendimiz burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak buraya defn edilmiştir. Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer 'in kabr-i şerîfleri de vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

Kabr Suâli:Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin meyyite îmândan ve îtikâddan sordukları suâller. (Bkz. Münker ve Nekîr)
Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. (Peygamber efendimizi kast ederek) "Size gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür, peygamberidir" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabb im odur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." (Muhammed bin Hüseyn el-Acurrî)
Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek; başka sebeplerle ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti ala cak yaşa gelmiş) olmayan çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini, Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)

Kabr Ziyâreti:Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.
Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ül-Hak)
Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)
Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından pis suların aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret almak için, kabir ziyâreti yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâd esi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için, rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle Semnânî)

KABRİSTÂN:Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.
Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup, sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)

KABÛL:Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.
Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı sattım diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz. Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması lâzımdır. (Kayseri Müftîsi Mes'ûd Efendi)
Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese, yalnız Zeyd kabûl etse alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm Efendi)

KABZ:Teslim almak.
Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. (Abdullah-ı Mûsulî)
Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk olur. Satın alınan mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur. (Ali Haydar Efendi)

Kabz ve Bast:Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.
Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. İnsan kabz ve bast arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan evliyâda) hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur. (Ahmed Fârûkî)
Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni bağışlanmayı istemeyi, bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ Safî)

KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.
Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin hesâbının verileceği gün; önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği ve kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz Allahü teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği için, çok sevdiği evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da bu kuvveti vermektedir. Onlardan birçoğu bir anda çeşitli yerlerde değişik işler yaparken görülmüşler, sıkı ntı ve tehlikeli durumlarla karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara yetişmişlerdir. Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta, bâzan da olmamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)den birine tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi. kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KA'DE-İ AHÎRE:Namazda son oturuş.
Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur. Kadınlar, teverrük eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ tarafından çıkararak oturur. (Halebî)
Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat duâsını okumak ise, vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

KA'DE-İ ÛLÂ:Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.
Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli yerine selli denince mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır. (Abdülazîz Dehlevî)

KADER:Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)

Kadere Rızâ:İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.
Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ gösteriniz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışma sı ve kadere rızâ göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ göstermelidir. Allahü teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına sebeb olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülere k sevinerek karşılamak lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)

KADERİYYE:Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.
Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe tapanlarıdır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)
Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret etmeyiniz. Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara sert cevab veriniz! Hakâret ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor zannetmek, "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

KÂDI:İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle (ictihadlarıyla, fetvâlarıyla) amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un, ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm ver melidir. (Secâvendî)
Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı bulunmazsa âdil, sâlih, dîninde emniyetli, aklında, anlayışında güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de iyi bilmesi lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

KADÎM:Başlangıcı olmayan.
1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey, O'nun var etmesi ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olama z. O'ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve ebedî (sonsuz) olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve geçici olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye de nir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Zaman bakımından eski olan şey.
Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak öteden beri mevcûd olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan şeye kadîm olduğuna dâir karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakı lamaz. (Ali Haydar Efendi)

KÂDİR:Gücü yeten, kudret sâhibi.
1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü noksanlıktan uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır. Günâhlarımızı, kusurlarımızı ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok. Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın! (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve uçurmaya kâdirdir. Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)
2. Gücü yeten.
Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin yere git der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Kâdir-i Muhtâr:Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.
Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi yapmaya mecbûr değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

KÂDİYÂNÎLİK:On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para vererek avladıkları Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik bozuk yolunu kurdu. Kendisinin Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceğ i bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid yaptırıp, buraya Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğunu inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim Nûreddîn, onun yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân tefsîri diyerek çıkardığı iki kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında sür'atle yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya çalışılmaktadır. (Enver Şâh Keşmîrî)
Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fakat o, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp Hindistan'da Keşmir'e gitti. Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şe klinde görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû Zühre)

KÂDİRÎ:Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse. (Bkz. Kâdiriyye)

KÂDİRİYYE:Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki yolu.
Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, çeşitli isimler almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'de n on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye meydana gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)
Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek olgunlaşırlar. Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken usûlleri vardır. (Hacı Reşîd Paşa)
Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün esâsı, nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile söylemektir.

KADR:Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.
Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)

Kadr (Kadir) Gecesi:Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.
Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle geçirenin) bütün günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin Ramazân ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu geceleri arasında olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (Muhammed Rebhâmî)

KÂFİR:İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)
Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. ( Meryem sûresi: 86)
Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl haşredilecek?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; " Onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde yüzüstü yürütmeye kâdir değil midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)
Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri, din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapı k olurlar. Çünkü İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)

KAHHÂR (El-Kahhâr):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.
Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları gün); "Bugün, mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi; "Kahhâr, olan Allah içindir" buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka bi r şey yoktur. Pişmânlıktan, şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar. (Yûsuf Nebhânî) Affı sonsuzdur diyerek pek azdım, (Kahhâr) ismini unuttum âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayır, Niçin doğru yoldan saptım âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KÂHİN:Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Bkz. Kehânet)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, göklere çıkmaları yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı Rabbânî)

KAHKAHA:Yanındakiler işitecek kadar gülmek.
Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm, insanın kendisinin de işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)
Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse ile münâkaşa ve mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme. (Abdülhâlık-ıGoncdüvânî)
İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)

KAHR:
1.Mahvetme, helâk etme.
Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin, kalbi incelir, yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)
Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve celâl ile görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli, ihtiyarlıkta merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî) Kahrımız, gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân, Adüvden (düşmandan) korkmadık, korkmayız hiçbir zaman, Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân.
(Gülbank-i Mehterân)
2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için "Medîne halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni oturtun!" buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız. Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb Sabri)

KAHT:Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.
Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip; "Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız" dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele" buy urdu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KÂİM:Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.
Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki hikmetleri düşünmek) bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır. (Ebü'd-Derdâ)

KÂİN VE BÂİN:Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu isteyen kimselere müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış-veriş te ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

KALB:
1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)
Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ, bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)
Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmama sı da lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytana, uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ed erse, günâh olur, haram olur. (Muhammed Hâdimî)
Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe, istiğfâr etmeli, pişman olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen bilgileri ile bularak, anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi (hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin zehridir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî) Ol fakir ki yüzün bakar Gözlerinin yaşı akar Mü'min olan kalb mi yıkar Boynuna lânet mi takar Sakın incitme bir cânı Yıkarsın Arş-ı Rahmânı
(Alvarlı Muhammed Lütfi)
2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan (rûh) mertebelerinde ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Gözü:Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret. (Bkz. Basîret)
Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Hastalığı:Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez. Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur. "Çok oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de önce bu hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Huzûru:İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.
İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu ise, kalbin huzûru ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)

Kalb İlmi:Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim. (Bkz. İlim)

Kalb İtminânı:Kalb huzûru.
Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir (hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Selâmeti:Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.
Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi) terketmesine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel olanlarla berâber olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla yemek yememek, 4) Gece namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek, g ünahlarının bağışlanmasını istemek. Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir saat önceki vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

Kalb Tasdîki:Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.
Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Kalb Tasfiyesi:Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.
Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır. (Muhammed Rebhâmî)

Kalb Temizliği:Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.
Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin mahsûlü dilin sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî) Zikr et zikr, bedende iken cânın, Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın (İmâm-ı Rabbânî)

Kalb Toparlanması:Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa düşünemez olmalıdır. (Muhammed Bâki-billah)

Kalb-i Hakîkî:Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.

Kalb-i Sanevberî:Yürek.
Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Kalb-i Selîm:Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm ile gelenler faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)

KALEM:Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.
Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü teâlânın hitâbının heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek bir sesle levh üzerinde hareket edip emrolunduğu şeyleri yazdı. (Nişancızâde)

KALENDER:İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.
Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb kazanmaya çalışırlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için melâmilere benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden uzaklaşmışlardır. Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara kalender yerine haşevî (Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimse ler) dense yerinde olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

KALENSÜVE:Takke ve her çeşit başlık.
İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî, İbn-i Âbidîn)

KÂLİB ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten mü'min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz, güveniniz. (Mâide sûresi: 23)
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd (Filistin ve Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların ) ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli olsalar bile korkak ve kalblerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri feth edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm daİsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız bırak mayıp, yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib aleyhisselâm daha sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları ve Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib aleyhisselâm Mısır'da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)

KÂLÛBELÂ:Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Bkz. Ahd ü Mîsâk)

KAMERÎ AYLAR:Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Bkz. Hicrî Sene)
Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ Ramazan ayı hicrî kamerî aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel başlamaktadır. Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır.
Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî'ül-evvel, 4) Rebî'ül-âhir, 5) Cemâziyel evvel, 6) Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilka'de, 12) Zilhicce. (M. Sıddîk Gümüş)

KAMERÎ SENE:Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu farktan dolayı 32.5 güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur. Hicrî şemsî sene sayısı 1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olu r. (Bkz. Hicrî Kamerî Sene) (M. Sıddîk Gümüş)

KÂMET:Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler. (Bkz. İkâmet)
Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). (Halebî)
Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)
Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla verilmez. Bir de Hayye alel felâhtan sonra iki kerre "Kadkâmet-is-salah" söylenir. (İbn-i Âbidîn)

KÂMİL:Tam, eksiksiz, olgun.
Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir kişi îmânının kemâlini (olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin (tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu hâlde sadaka versin. Bu iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)
Her mü'min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mü'min bütün bunları yerine getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur . (İmâm-ı Rabbânî)

KAMÎS:
1. Gömlek, entâri.
Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekrûhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur. (Halebî)
Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. (İmâm-ı Tirmizî)
2. Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. (Bkz. Kefen)
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:
1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez parçası. 2) Kamîs; uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerle ri kesilmez. 3) Lifâfe; uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça. (İbn-i Âbidîn)

KANÂAT:Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerde n kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i kudsî-Berîka)
İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve bunda kanâat eden kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)
Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan) zelîl olur. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse, (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i Cevzî)

KANDİL GECELERİ:İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler. (Bkz. Mübârek Geceler)

KÂNÛN-I İLÂHÎ:
1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.
Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdı r. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KAPLAMA MESH:Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi. (Bkz. Mesh)
Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılır. İç tarafları başın önünde saçların üzerine konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak, başın arka tarafına doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kal dırılır ve avuç içleri saça değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş parmakla kulak arkası, elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i Âbidîn)

 K - 2

KÂR HADDİ:Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.
Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: "Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet'te kâr haddi diye bir şey yoktur. (İbn-i Âbidîn)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki misline çıkarması, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman; hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi koyması câiz olur. Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

KARÂBET:Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık. (Bkz. Akrabâ)

KARÂMİTA:Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.
Kûfe'de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre adını verdiği yere bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına toplayıp Abbâsî halîfesine karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komüni zmde bulunan mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk yolunu kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek için, reisleri Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı. Karamita devletini kurdu. Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini ha râb edip hac yollarını kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved'i Kâbe'den çıkarıp Basra'ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de, dînin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara, güzel san'at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş (çirkin işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete (bozuk işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet'e çok zarar verdi. 938 (H. 372)'de Allahü teâlânın gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)
Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya göre, bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh (evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke -i mükerremeyi değil, Kudüs'ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl sayarlar. (Abdülazîz Dehlevî)

KÂRÎ:Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.
Nice kâriler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Zamânımızda, Kur'ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini işiterek; "Ne güzel okudu!" diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı Mâtürîdî)

KÂRİN HACI:Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan. (Bkz. Hac)
Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için, ihrâmın men ettiği şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî' hacı olması uygundur. (İbn-i Âbidîn)

KARÎNE:Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.
Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)

KARZ-I HASEN:Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.
Bir adam Cennet'e girince, Cennet kapısının üstünde; "Sadaka veren, on katını alır; karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır" yazısını görür. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu'cem-ül-Kebîr)
Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli (bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri ile veresiye satmış olur ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)
Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol mükâfâtlandıracağını ve onları Cennetlere koyacağını bildirmiştir. (İmâm-ı Şâtıbî)

KASD:Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi yapmak için karar verme.
Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl (sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi) işleyen, eğer kast ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur. (Kutbüddîn İznikî)

KASEM:Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme. (Bkz. Yemîn)

KÂSİD:İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Bkz. Kesâd)

KASÎDE-İ BÜRDE:İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasın ı hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.
İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz kalmıştı. Bu sırada Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu. Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip, arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm -ı Busayrî'ye giydirdi. Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında, Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç kalmadığını gördü. Hırka-i Seâdet de arkasında idi. Onun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto demektir. İmâm-ı Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk bin Saîd)
Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i Bürdeye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib Çelebi)
Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir: Hazret-i Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından, Bir damla olmak ister, bilcümle peygamberân. Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî, Varlıkların hepsinden odur Hakk'a sevgili. Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli, Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.

KASÎDE-İ EMÂLÎ:Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.
Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları vardır. Bunlardan en kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib Çelebi, Muhammed Reyhavî)
Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir: Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz. Kemâl sıfatlarla muttasıftır (sıfatlanmıştır) Rabbimiz. Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden, Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden. Cennet ile Cehennem ebedî olacaktır. İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır. Îmândan sayılmazlar bütün hayırlı işler, İbâdetler îmânın parçası değildirler. Ehl-i sünnet üzere tevhîd hakkında yazdım, Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım. Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir, Âb-ı zülâl gibidir, ruhlara hayât verir.

KASR-ISALÂT:Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak. (Bkz. Müsâfir)

KASVET:Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar (yâni kalbleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü, taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil değildir. (Bekara sûresi: 74)
Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri; ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı) terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü hâtırlamazlar, vâz ve nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)
Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı unutur, nefsinin arzu ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol, kendine dost ara, sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle bir dost, kalbine kasvet verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)
Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü teâlâyı anmada), Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet sebebi ile kapalıdır. (Hasan-ı Basrî)
Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)

KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.
İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e uymalarına mâni (engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi akıllarına ve keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber) ismini ve süsünü veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. Onların sohbetleri öldürücü zehirdir. (Muhammed Ma'sûm)

KAT'Î DELÎL:Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.
Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Ve yine Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i Âbidîn)

KAT'-İ RAHM:Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.
İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet inmez. (Hadîs-i şerif-Edeb-ül-Müfred)
Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem (nikâhlanmak, evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. (Abdülganî Nablüsî)

KÂTİL:İnsan öldüren.
Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları ile, kısâs (kâtilin öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)
Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî, maktûlün yâni öldürülenin vârisleri yâni mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)

KATL:İnsan öldürme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)
Ekber-i kebâir (büyük günahlar) : Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam katl etmek, anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)

KATOLİK:Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.
Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına izin verdi ve kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395. senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma'daki papaya tâbi olanlara katol ik, İstanbul'daki patriğe bağlı olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)
1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda katolik olan dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris civârında altmış bin Protestan öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eseri nde, katolik papazların, yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî akîdeleri (inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

KAVED:Kısas olarak, öldüreni öldürme. (Bkz. Kısas)
Bir insanı haksız olarak, amden (kasten, bile bile) öldüren kimseye kaved lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Muhârebede, iki tarafın askeri karıştığı zaman, kâfir sanarak, müslümanı amden (kasten, bilerek) öldürene kaved lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn)

KAVİYY (El-Kaviyyü):Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz Allahü teâlâ Kaviyy'dir. Îmândan yüz çevirene ıkâbı (azâbı) şiddetlidir. (Enfâl sûresi: 52)
El-Kaviyy ism-i şerîfini söyliyenin cismine, bedenine kuvvet gelir. (Yûsuf Nebhânî)

KAVL:Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.
Öğle namazının vakti, zevalden yâni her şeyin gölgesi en kısa olduğu zamandan, kendi boyu kadar veya boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm eder. Birincisi, İmâmeyn'in (İmâm-ı Ebû Yûsuf'la, İmâm-ı Muhammed'in) kavli, ikincisi, İmâm-ı a'zam'ın kavli dir. Şimdi ikindi ezânları, İmâmeyn'in kavline göre okunmaktadır. (M. Sıddîk bin Saîd)

Kavl-i Kadîm:İmâm-ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (y örenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dikkate) alarak yaptığı yeni ictihâdlarına kavli cedîd (yeni ictihâdları) denildi.
Keffâret-i iskât yâni meyyiti (ölüyü) namaz, oruç gibi dünyâda iken yerine getiremediği borçlarından kurtulmak için, borcu kadar, fidye denilen belli miktârda mal veya paranın fakirlere dağıtılması husûsunda vasiyet etmedi ise, velînin (meselâ babası nın) keffâret iskatı yapması Hanefîde lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde vasiyet etmedi ise de, velînin iskat yapması lâzımdır. Şâfiî'nin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin namaz ve oruçlarını kazâ eder. (Muhammed Mazharî)

KAVME:Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.
Namâzı cemâat ile kılmak ve tümânînet (uzuvların hareket etmemesi) ile kılmak, rükûdan sonra kavme yapmak ve iki secde arasında celse yapmak (sübhânallah diyecek kadar durmak) sünnettir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler de vardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Peygamber efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmına; "Hırsızların büyüğü kimdir bilir misiniz?" buyurdu. "Bilmiyoruz. Siz buyurun!" dediklerinde; "Hırsızların büyüğü, namazından çalandır ki, namazın erkânını tamam yapmaz" buyurdu. Bu hırsızlıktan da sakınmalıdır ve büyük hırsız olmaktan kurtulmalıdır. Niyeti doğru yapmalıdır. Niyet doğru olmazsa, ibâdet sahîh, doğru olmaz. Kırâati doğru okumalıdır. Rükû'u, secdeleri, kavmeyi ve celseyi, itminân ile yapmalıdır. Yâni rükû'dan kalkınca tam dikilip, bir t esbîh miktârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbih miktârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede, itminân (tumânînet, hareketsizlik) hâsıl olur. Böyle yapmayanlar, hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır. (İmâm-ı Rabbânî)

KAYLÛLE:Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.
Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetl
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #20 : Haziran 02, 2009, 07:29:19 ÖS »
K - 6

KUBÂ MESCİDİ:İslâm târihinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicreti sırasında Medîne-i münevvere yakınında bulunan Kubâ'da ilk defâ inşâ edilen mescid.
Bir kimse evinde güzel bir gusl abdesti alarak Kubâ mescidine gelir de bu mübârek mescidde namaz kılmaktan başka bir niyeti olmazsa bir umre etmiş gibi kendisine sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Meşârık)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye hicret buyururken, Medîne-i münevvereye yakın olan Kubâ köyünde birkaç gün misâfir kaldı. İlk iş olarak müslümanlarla birlikte Kubâ mescidini yaptı. Cumâ günü Medîne'ye doğru yola çı ktı. Raûna vâdisinden geçerken öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu. (Abdülhâk-ı Dehlevî)

KUBBE-İ HADRÂ:Medîne-i münevverede bulunan Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinin üzerindeki yeşil kubbe.
Kubbe-i hadrâ, müslümanların göz bebeğidir. Müslümanlar, kubbe-i hadrânın altında bulunan mübârek hücre-i seâdeti ziyâret etmeyi, kurtuluşlarına sebeb bilirler. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib olmuştur" buyurmuştur. (Abdullah-ı Mûsulî, Tâcüddîn Sübkî)
Mısır Türkmen sultânı Seyfeddîn Sâlih Klâvûn rahmetullahi aleyh, 1279 (H. 678) senesinde Hücre-i seâdet üzerine bugünkü Kubbe-i hadrâyı ilk olarak yaptırıp kurşun ile kapattı. (Abdülhak-ı Dehlevî)

KUBÛR:Kabirler, mezârlar.
İnsanların ölünce defnedilmeleri, gömülmeleri için dîne uygun kazılan yerler. (Bkz. Kabir)

KUDDİSE SİRRUH:Daha çok Allahü teâlânın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için "Kuddise Sirruhümâ" ikiden çok için "Kuddi se sirruhüm" denir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad hazretlerinin üstâdı (hocası) ve Hindistan evliyâsının büyüklerinden Abdülkuddûs kuddise sirruh, oğluna yazdığı bir mektubunda buyuruyor ki: "Oğlum! Vaktin kıymetini bil. Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış. Her zaman abdestli bulun. Beş vakit namazı sünnetleri ile ve ta'dîl-i erkân (rükûda, kavmede yâni rükû'dan kalkıp ayakta iken, iki secdeyi yaparken ve celsede yâni iki secde arasında oturmada bütün âzâlar, organlar hareketsiz kaldıktan sonra, Sübhân allah diyecek kadar durmak) ile, huzur (kalben Allahü teâlâ ile berâber olmak) ve huşû (Allahü teâlâdan korkmak ve tevâzu hâli) ile ve şerîatin sâhibinin (Peygamber efendimizin) bildirdiği gibi kılmaya çalış. Bunları yapınca, dünyâda ve âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun." (M. Hâşim-i Keşmî)

KUDDÛS (El-Kuddûs):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Azamet ve celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık ve eksiklik getiren şeylerden, his organlarının anladığı, hayâl gücünün hayâl ettiği, hâtıra gelen ve düşünülebilen her türlü vasıftan v e özellikten münezzeh, pâk ve temiz olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah'tan başka ilâh yoktur. O, mülkü hiç yok olmayan bir Mâlik (sâhib) tir. Kuddûs'tur..." (Haşr sûresi: 23)
Her gün bin defâ el-Kuddûs ism-i şerîfini söyliyen kimsenin gönlü dağınıklıktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

KUDRET:Güç, güçlü olma.
1. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesinden biri. Allahü teâlânın her şeye gücünün yetmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin delîller vardır. (Âl-i İmrân sûresi: 190)
Ebû Mes'ûd el-Bedrî anlattı: Hizmetçimi kamçı ile dövüyordum. Arkamdan; "Ey Ebû Mes'ûd! Sen bil ki..." diye bir ses işittim. Öfkemden, bu sesin mânâsını anlayamadım. Bana yaklaşınca, bir de ne göreyim Resûlullah efendimiz bana hitâben; "Ey Ebû Mes'ûd! Allahü teâlânın senin üzerindeki kudreti, senin bu hizmetçiye karşı kudretinden daha büyüktür" buyurdu. Bunun üzerine ben; "Bundan sonra hizmetçimi bir daha dövmeyeceğim" dedim. (İmâm-ı Müslim)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde; "Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördükleriniz in içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda, yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız" meâlinde emirler buyurmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kıyâmet günü bütün canlılar, mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları; yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Dil, şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. Göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değild ir. (Sa'dî Şîrâzî)
İnsanın esas özelliği; âcizlik ve muhtâç olmasıdır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi ise; kudret ve gınâ (kimseye muhtâc olmamak) dır. (Bursalı İsmâil Hakkı)
2. Kullara âit sınırlı olan güç, kuvvet.
Kul her işinde, yapıp yapmamakta serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek; iş, iyi veya fenâ olacak, günâh veya sevâb kazanacaktır. Allahü teâlâ kullarına, emirlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve ihtiyâr (beğenmek, seçmek güc ü) vermiştir. Daha çok vermesine, lüzûm yoktur. Lüzûmu kadar vermiştir. Buna inanmayan, Kolay şeyleri anlamayan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, İslâmiyet'e uymamaya bahâne aramaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) Bugün elinde var iken fırsat, Âhiret hazırlığı yap hemen Çünkü sende bulunan bu kudret Elden ele geçer gider dâim.
(Sa'dî Şîrâzî)

KUDÜS:Filistin'de, Süleymân aleyhisselâm tarafından inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu şehir. Bu şehir târih kitaplarında İlyâ adıyla da zikredilir.
Târihi çok eskilere dayanan Kudüs şehri, târih boyunca pekçok işgâl ve yağmaya uğradı. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukatnazar) Kudüs'ü zabt ettiği zaman şehri yakıp yıktı. Mescîd-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri Babil'e götürd ü. M.S. 70 senesinde Romalılar tarafından tekrar işgâl edilerek yakılıp yıkılan Kudüs şehri, 120 yılında tâmir, hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında da müslümanlarca fethedildi. 1099 (H.492)'de haçlılar (hıristiyanlar) Kudüs'ü istilâ edince yakıp yı ktılar. Pek çok müslümanı kadın ve çocuk demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ'yı da yağmalayıp üstüne haç diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan Salâhaddîn-i Eyyûbî 1187 (H. 583)'de Kudüs'ü haçlılardan kurtarıp, Mescid-i Aksâ'dan haçları ve putları kaldırttı. Yavuz Sultan Selîm Han zamanında Osmanlı idâresine giren Kudüs, Birinci Dünyâ savaşından sonra, müslüman Türklerin elinden çıktı. 1967 (H. 1387)'deki Arap-İsrâil savaşında Kudüs, yahûdîler tarafından işgâl edildi. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Müslümanlar hicretten on altı ay sonraya kadar Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem mîrâca buradan yükseldi. (Abdullah-ı Dehlevî)
Hazret-i Ömer Kudüs'ü feth edince, Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması için emir verdi ve hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Kudüs ahâlisine bir de emannâme (emniyet belgesi) verdi. Emannâmede buyurdu ki: "İş bu mektûb, müslümanların emîri Ömer bin Hattâ b'ın, İlyâ (Kudüs) ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların; varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır..." (Taberî)

KUL:
1. İbâdet eden, itâat eden, hizmet eden, canlı mahlûk (insan, melek ve cin).
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum!Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ' sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ben kulum. Kullar gibi yere oturur yerim. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı; onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı O'na şirk (ortak) koşmamalarıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kulun hakîkî îmâna kavuşması için, dört şey lâzımdır; bütün farzları edeble yapmak, helâl yimek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan, yasaklardan sakınmak ve bu üçüne ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek. (Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî)
2. Köle. (Bkz. Abd ve Köle)

Kul Hakkı:Bir kimsenin, başkası üzerindeki hakkı, alacağı.
Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna yüklenecektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Kul hakkının en mühimi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile güler yüzle yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmağa çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaşlık hakkı gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Allah yolunda şehîd olanın, kul haklarından başka bütün günâhları affolur. Kul haklarını da Allahü teâlâ, kıyâmette helâllaştıracaktır. (Ahmed Zühdü)
İşlenen günahlarda kul hakkı varsa, buna tövbe için; kul hakkını hemen ödemek, hak sâhibi ile helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istiğfâr edip, çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

KULLETEYN:Eni boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz veya 500 rıtl yâni 220 kg su. Hanefî mezhebinde akar suya ve büyük havuza, Şâfiî mezhebinde kulleteyn miktârı olan suya, Mâlikî mezhebinde herhangi miktardaki bir suya pislik düşerse, pisliğin üç eserinden biri, yâni rengi, kokusu veya tadı belli olmayan her tarafından abdest ve gusl (boy abdesti) câiz olur (alınır). (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde küçük havuza, Şâfiî'de ise kulleteynden az olan suya, az necâset (pislik) düşerse üç sıfatı (özelliği) yâni rengi, tadı, kokusu değişmese de necs (pis) olur. İnsan içmez ve temizlikte kullanılmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

KUMAR:Para veya başka bir menfaat karşılığı oynanan oyun; birkaç kimsenin aralarında para veya mal toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin isâbet edenlere mal veya para vermek için sözleşme veya para ile kazanmak için tahminde bulunma, toto. Karşılık lı para veya mal koyarak bahse tutuşma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi, pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. (Mâide sûresi: 90)
Kumar ile ele geçen mülk olmadığı için, satılması ve satın alınması ve yenilmesi câiz değildir, haramdır. (Kâdızâde Muhammed Ârif)

KUNÛT DUÂSI:İtâat etme, ibâdet. Hanefî mezhebinde, vitir namazının üçüncü rek'atinde zamm-ı sûre okunduktan sonra; Şafiî mezhebinde, sabah namazının farzının ikinci rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra ve Ramazân-ı şerîf ayının yarısından sonra vitir namazının üç üncü rek'atinde rükûdan kalktıktan sonra okunan duâ.
Resûlullah efendimiz zamânında Bi'r-i Mâûne vak'asında, Sahâbe-i kirâmdan (Peygamberimizin sohbetinde yetişen mübârek arkadaşlarından) yetmiş kurrâ (hafız), Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik'in yeğeni Âmir bin Tufeyl ve adamları tarafından şehîd edilmişlerdi. Peygamber efendimiz bu hâdiseye çok üzüldüler. Bu elîm hâdiseyi yapan kabîlelere, belâ için bir ay sabah namazında o müşrikler aleyhine duâ buyurdu. İşte kunût duâsının başlangıcı budur. Ondan evvel kunût okunmazdı. (İmâm-ı Buhârî)

KUR'A ÇEKMEK:Müşterek malın ortaklar arasında çekim yoluyla taksîm edilmesine verilen isim.
Hâkimin bir malı, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur'a ile taksim ettikten sonra, ortaklardan bâzısı, çekilen kur'adan vazgeçemez. (İbn-i Âbidîn) Mülk sâhiplerinin haklarının miktârlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a harâm olur. (İbn-i Âbidîn)

KUR'ÂN-I KERÎM:Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Muhammed aleyhisselâma yirmi üç senede Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle, yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile gelen ve mushaf larda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son ilâhî kitap.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, (belâgat, güzel nazm ve kâmil mânâda) bu Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar. (İsrâ sûresi: 88) Kur'ân-ı kerîm için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür, dedi. İşte bunu söyleyeni, şiddetli bir ateş içinde, Cehennem'e atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O, (içine girenleri) ne çıkartır, ne azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada on dokuz (azâb yapan melek) vardır. (Müddessir sûresi: 24-30)
Her kim beş vakit farz namazda Kur'ân-ı kerîm okursa, Hak teâlâ her harfine yüz sevâb verir. Her kim namazdan başka vakitlerde Kur'ân-ı kerîm okursa, her harfine on sevâb verir. Her kim, (tegannîsiz ve hürmetle okunan) Kur'ân-ı kerîmi ayakta veya oturarak hürmet ile dinlerse, her harfine bir sevâb verir. Her kim Kur'ân-ı kerîmi hatm eylese (baştan sona okusa), o kulun duâsı Allah indinde kabûl edilir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Kur'ân-ı kerîm okuyanın ana-babası kâfir olsalar bile, azâbları hafifler. (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn)
Kur'ân-ı kerîme, ehliyeti olmadan mânâ veren, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kur'an-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Allah kelâmıdır. Hiçbir insan öyle düzgün söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine İslâmiyet denir. Hepsine inanan insana mü'min ve müslüman denir. Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni küfür denir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmin her bir harfinde bin bir derde bin bir türlü devâ (şifâ) vardır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Modern ilmin on dört asır geriden tâkib ettiğiKur'ân, ben şehadet ederim ki, Allah kelâmıdır. (Kaptan Dr. Coustea)
Kur'ân'ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor. (Goethe)
İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ân'da cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın, Kur'ân'ın bildirdiği temel kâideler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir. (Gaston Karl)

KURB:Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya yakın olmak.
Sâlikin, tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya yakınlığa ermiş olanların kurba en büyük vesîleleri, farzları (Allahü teâlânın emirlerini) yerine getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü teâlânın kulunu sevmesi için vesîledirler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü teâlâdan korkup, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)
Kurb ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem azâbından daha kötüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i Ebdân:Bedenlerin birbirine yakın olması.
Kurb-i ebdânın, kalblerin birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmadığı için bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallall ahü aleyhi ve sellem) hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki: "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye (r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalıdır. Nîmetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık sebeblerini elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i İlâhî:Allahü teâlâya yakın olmak.
Allahü teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttuktan) sonra evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı Ensârî)

Kurb-i Nübüvvet:Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.
Kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve bunların sahâbîleri (arkadaşları) Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kurb-i Velâyet:Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.
Bir velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir. (İmâm-ı Rabbânî)

KURBAN:Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib olan koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlardan her biri. Kurban kesilen günlere Eyyâm-ı Nahr denir.
Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kes enleri överlerdi. (İbn-i Âbidîn)
Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur.) Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır) . (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban kesen kendini Cehennem'den âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i Âbidîn)
Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka vermek sevâbından daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)
Kurban keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden kesilir. Bismillahi derken 'yi belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Kurban Geceleri:Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri. Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı nahr denir. (M.Zihni Efendi)

KURBET:Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak.
Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek kurbettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)
Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla hadesten tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbettir ve tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle azâd etmek ve sadaka, Hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl olması için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet değildirler. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar ibâdet olarak emr olunmadı. (Abdülhakîm Efendi)

KUREYŞ:Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.
Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İsmâil aleyhisselâmın torunlarından olan Adnân'ın oğulları arasında Mudar ve Rebîa meşhûr oldu. Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin, Sakîf, Temim, Müzeyne kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş, Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları kolundandır. Yâni baba ve anne tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Arablar arasında cömertlik üstün bir vasıf olarak kabûl edilirdi. Hac mevsiminde Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe hizmetlerine önem verilirdi. Özellikle Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin kendisine âit olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sa yardı. Kureyş kabîlesi bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)

Kureyş Lehçesi:Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.
Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında toplanarak mushaf yâni kitab haline getirildi. Hazret-i Osman; Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As, Abdurrahmân bin Hâris bin Hişâm'dan (r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu) vaz îfelendirerek Kur'ân-ı kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka Kureyş'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey üzerinde ihtilâf ettiğiniz zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle nâzil olmuştur (indirilmiştir)" buyurdu. (Zehebî, İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbın a (mübârek arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi, Kureyş kabîlesinin dili, lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini (lehçesini) bilmek lâzımdır. (Taşköprüzâde)
Bir mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açıkça anlaşılan mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve lehçesi iledir. Kelimelere Peygamber e fendimiz zamânında Hicâz'da kullanılan mânâları vermek lâzımdır. Zamanla değişip bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

KURRÂ:Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları. (Bkz. Kârî)

Kurrâ-i Seb'a:Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.
Kurrâ olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân bin Ebû Nuaym, ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû Amr bin Alâ, dördüncüsü, İbn-i Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû Bekr-i Esed, altıncısı, Hamzâ bin Ha bib bin Ammâret ibni İsmâil, yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)

KUSVÂ:Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret etmek istediği sırada Kusvâ adlı devesine bindi. Allahü teâlânın medhettiği beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı, har em-i şerîfe (Kâbe-i muazzamanın etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; "Vallâhi! Sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin ileri gelenleri Kusvâ'nın yularını tutup, Peygamber efendimizin kendi evlerine misâfir olmasını istediler. Onlara; "Devemin (Kusvânın) yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek ilerledi ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi. Hayvan tek rar ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ'nın üzerinden inip; "İnşâallah menzilimiz (ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)

KUŞLUK VAKTİ:Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti. (Bkz. Duhâ Vakti)

KUŞLUK NAMAZI:Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Bkz. Duhâ Namazı)

KUTB:İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir. (Bkz. Kutb-i Medâr ve Kutb-i İrşâd)

Kutb-ı Ârifîn:Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.
Kutb-ı ârifin Zünnûn-i Mısrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu: "Her âzânın bir tövbesi vardır: Kalbin tövbesi, mâsiyeti (günâhı) terk etme husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi, haramlara bakmamasıdır; elin tövbesi, kendisinin olmayan şeyi almama sı; kulağın tövbesi, bâtıl (boş, yanlış ve bozuk, kötü) şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi, helal yemesi; avret mahallinin tövbesi, kötü işlerden, zinâdan uzak durmadır.

Kutb-i Ebdâl:Kutb-i aktâb, Kutb-i medâr.

Kutb-i İrşâd:İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.
Kutb-i irşâd, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zamânını n kutb-i irşâdı idi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası b ozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirebilen) olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra, bir tâne bulunursa yine büyük nîmettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küres inin ortasından Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yâhut o, bir kimseyi sever onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışs a, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zât bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zarârını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)

Kutb-i Medâr:Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.
Kutb-i medâr, her zaman bulunur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lâzımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları kendilerini bile bilmezler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz (mânevî ilimlerin ve fâidelerin) gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması rızıkların gönderilmesi, dertlerin belâların giderilmesi, hastaların iyi olması bedenleri n âfiyette olması, kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-i irşâd'ın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâl'in (medarın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin on dan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. O zamanda kutb-i ebdâl ise, hazret-i Ömer ve Üveys-i Karnî idiler. (İmâm-ı Rabbânî)

Kutb-ül-Aktâb:Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur. (Bkz. Kutb-i Medâr)

KUTBİYYET:Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi. (Bkz. Kutb)

KUVVE-İ ÂLİME:Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.
İnsan rûhu yalnız insanlarda bulunur. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, kuvve-i âlimedir. İnsan kuvve-i âlimesi ile tecrübî ilimleri yâni deneye dayanan fen bilgilerini elde ederek, maddenin hakîkatini, ne o lduğunu anlar. Yine kuvve-i âlimesi ile ahlâk bilgilerini öğrenip, iyi huyları ve yararlı işleri kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. İkincisi, kuvve-i âmile yâni yapıcı kuvvettir. (Bkz. Kuvve-i Âmile) (Abdülhakîm Arvâsî)

KUVVE-İ ÂMİLE:İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.
İnsan rûhunun iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, idrâk edici olan kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi kuvve-i âmiledir. İnsan rûhunun kuvve-i âmilesi, akla dayanır. Bir işte, iyilik, fâide olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan ve zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz. Şehvet ve gadab (kızma) kuvvetlerini idâre eder. (Ali bin Emrullah)
Rûhun gerek kuvve-i âlimesi ve gerekse kuvve-i âmilesi meleklerdir. Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya, ölünceye kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de bunu göstermektedir. (İmâm-ı Gazâlî)

KUVVE-İ DERRÂKE:Anlayıcı kuvvet, akıl.
Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. İyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır. (Bkz. Kuvve-i Âlime) (Abdülhakîm Arvâsî)

KÜBREVİYYE:Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.
Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenen Necmeddîn-i Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye yoluna pekçok kimse girdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası Sultan-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile Ferîdüddîn-i Attâr'ın hocaları Mecdüddîn Bağdâd î, Baba Kemâl Cündî, Semnan pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye yolunda ilerleyerek yükselmişlerdir. (Molla Câmi)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, tasavvufa dâir yazmış olduğu "Usûl-i aşere" adlı kitâbında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıklamıştır: Allahü teâlâya kavuşmak arzûsunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esâsa ba ğlıdır. Bunlar; tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyâya gönül bağlamamak), tevekkül (her işinde Allahü teâlâya güvenmek), kanâat (yemek-içmek husûsunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü teâlâyı an mak), teveccüh (tamâmen Allahü teâlâya yönelmek), sabır, murâkabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hîle ve tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rızâ (nefsin arzularını terk ederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne îtirâz etmemek) dır. (Necmeddîn-i Kübrâ)

KÜÇÜK GÜNAH:Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar. (Bkz. Sağîre)
Tahrîmen (harama yakın) mekrûh işlemek küçük günahtır. Küçük günâha devâm etmek, büyük günah olur. (İbn-i Nüceym)
Küçük günâhı işlemekte ısrar etmek büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir." Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısın a göre küçük görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Haramları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazâbını, düşmanl ığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)

KÜÇÜK HAVUZ:Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz. (Bkz. Havz)

KÜFR (Küfür):Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmeme k.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar îmân etmezler. (Bekara sûresi: 6)
(Fir'avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için biz de kendilerinden intikam almak diledik ve hepsini denizde boğduk. (A'râf sûresi: 136)
Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez. Günâh olduğuna inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek haram işlemek ve küfre, dinden çıkmağa sebeb olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder. (Muhammed Hâdimî)
Küfr, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzu ve isteklerinden) doğar. Küfürden teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksan dokuzu küfre sebeb olsa ve biri müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)

Küfr Alâmetleri:Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.
Küfr alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfr alâmetleri âdet olup, müslümanlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr takan, kâfir olur, dinden çıkar. (Şehzâde Muhammed)
Müslüman olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti olan ve İslâmiyet'i inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir olur. (Ahi Çelebi, Dâmâd)

Küfr-i Cehlî:İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.
Küfr-i Cehlîye düşen kimsenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi, îmânını tâzelemesi ihtiyâtlı olur. (Hâdimî)

Küfr-i Cühûdî:Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.
Küfr-i cühûdî, kibirden, mevkı sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmaktan hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların küfrü böyle idi. (Muhammed Hâdimî)

Küfr-i Hükmî:İslâmiyet'in îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmak.
Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, hayrete düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfr-i hükmîden korkulur. Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insa n, sözünün ve işlerinin nereye varacağını düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır. (Muhammed Hâdimî)

Küfr-i İnâdî:Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.
Küfr-i inâdî ile mürted (dinden çıkan) olanların, tövbe etmeleri için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Erkek veyâ kadın bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ hezl, yâni güldürmek için söylerse veya yaparsa, mânâsını düşünmese dahi küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî)

Küfr-i Nifâkî:Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek. İnanmamak
Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse bağışlanmaz. (Vâhidî)
Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini yerine getirir. Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı mûteber değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

KÜFRÂN-I NÎMET:Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.
İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak küfrân-ı nîmettir. (İmâm-ı Rabbânî)
İnsanın düşünmesi ve Allahü teâlâdan aralıksız olarak kendisine gelen nîmetleri görmesi, bilmesi ve bunun netîcesi olarak da, şükrü kendine vâcib bilmesi lâzımdır. Nîmetler bu yolla artar. Ancak insanların çoğu kendini nîmet içinde gördükleri hâlde k üfrân-ı nîmette bulunurlar. Nitekim Allahü teâlâ bundan haber veriyor ve Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz insana (sağlık ve genişlik gibi) nîmet verdiğimiz zaman, Allahü teâlâyı anmaktan yüz çevirip, uzaklaşır. Ona fenâlık dokununca da pek ümidsiz olur (Allahü teâlânın ihsânından ümîdini keser) " buyuruyor. (İsrâ sûresi: 83) (Muhammed Rebhâmî)

KÜFV (Küfüv):Eş, denk. Evlenecek kız ile erkeğin din bilgileri, takvâ (haramlardan kaçmak), neseb (soy), mevki ve servet bakımından denk olması.
Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde (girince) kıl! Hazırlanmış cenâzenin namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince hemen ver. (Hadîs-i şerîf-Eşi'ât-ül-Lemeât)
Namaz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tembellik ederek kılmayan kişi fâsık (büyük günâh işliyen) olup, sâlihâ (dînine bağlı) kızın küfvü değildir. (Ömer Nesefî)
Kadını, kızı küfvüne vermek lâzımdır. Küfüv zengin olmak, maaşı çok olmak demek değildir. Küfüv olmak, erkeğin sâlih (dînine bağlı) müslüman olması, Ehl-i sünnet îtikâdında (doğru îmân sâhibi olması), namaz kılması, içki içmemesi, yâni İslâmiyet'e uy ması ve nafaka kazanacak kadar iş sâhibi olması demektir. Erkeğin böyle küfv olmasını düşünmeyip de, zengin ve apartman sâhibi olmasını isteyenler, kızlarını felâkete sürüklemiş, Cehennem'e atmış olurlar. Kızın da namaz kılması, tesettüre (örtünmeye) dikkat etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

KÜLLÎ İRÂDE:Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı. (Bkz. İrâde)

KÜN EMRİ:Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri. (Bkz. Emr)

KÜRSÎ:Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O'nun (Allahü teâlânın) Kürsîsi, göklerden ve yerden geniştir. (Bekara sûresi: 255)
Kürsî, âlem-i halktan (madde âleminden) olup, göklerden ayrı olarak yaratıldığı için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım gelir. Nitekim, âlem-i halktan olan su, altı günün dışında ve daha önce yaratıldı. (Ahmed Fârûkî)
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)

KÜRSÜF:Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.
Kadınların kürsüf kullanmaları ve buna koku sürmeleri müstehâbtır (iyidir). (Halebî)

KÜSÛF NAMAZI:Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.
Peygamber efendimiz, husûf (ay tutulması), küsûf zelzele, şiddetli rüzgârlar, devamlı yağmur, yakıcı yıldırımlar, korkunç karanlık, korkunç sel, salgın hastalıklar ve korkulu, üzüntülü zamanlar için buyurdular ki: "Bu gibi felâketleri gördüğünüz zaman namaza sarılın." (M. Zihni Efendi)
Hicretin onuncu yılında Peygamber efendimizin bir buçuk yaşındaki oğlu İbrâhim'in vefâtı sırasında güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in vefâtı için olduğunu söyliyenlere karşı cevâben cemâatle iki rek'at küsûf namazı kıldıktan sonra; "Güneş ve ay, cenâb-ı Hakk'ın âyetlerindendir. Hiç kimsenin vefâtı yâhut hayâtı için tutulmazlar" buyurdu. (M.Zihni Efendi)
Küsûf namazı ezânsız, kâmetsiz ve hutbesiz olarak kılınır. Kırâet (okuma) uzun olur. (Dört rek'atte müsebbihatten dört sûre okunur. Müsebbihat yedi sûredir. Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Saf, Cum'â, Tegâbün ve A'lâ sûreleridir). Rükû ve secdelerle edâ ed ilir. Namazdan sonra güneş açılıncaya kadar duâ edilir. Cemâat âmin der. (Senâullah Dehlevî)

KÜTÜB-İ SÂLİFE:Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.
Kütüb-i sâlifeden bildirilenler, Kur'ân-ı kerîm ile yüz dörttür. Bunlardan on suhuf (forma) Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat, Mûsâ ale yhisselâma, Zebûr kitâbı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, indirilmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kur'ân-ı azîm-üş-şânın mûcize taraflarından en kuvvetlisi fenlere, ilimlere âit olan âyetlerdir. Kütüb-i sâlife baştan başa okununca, görülecek ki, Kur'ân-ı kerîmdeki tıb, astronomi, hikmet (fizik-biyoloji), teşrih, kimyâ, nebâtat (botanik), yerin ta bakalarına âit âyetlerin hiçbirisi onlarda bulunmamaktadır. Asırlar sonra keşf edilen bir şeyin, Kur'ân-ı kerîme uygunluğundan büyük mûcize tasavvur olunabilir mi? (Erzurumlu Hoca Muhammed Nusret)

KÜTÜB-İ SİTTE:Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâ m-ı Müslim'in Câmi'us-Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı (veya İbn-i Mâce'nin Sünen'i), İmâm-ı Tirmizî'nin Sünen'i, Ebû Davûd Süleymân'ın Sünen'i, İmâm-ı Nesâî'nin Sünen'idir.
Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen derin âlim) olabilmek için, bilinmesi gereken ilimlerden birisi de; Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs kitablarındaki yüz binlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zaman ve ne için buyrulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyrulduğunu ve kimler tarafından nakl olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ahlâkta olduklarını bilmek lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbn-i Âbidin'de yazılı âyet-i kerimeyi ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan Mu'âz hadîsini okuyarak, müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh etmiştir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu kabûl ederek nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ hâsıl oldu. (M. Sıddık Gümüş)
Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den olan diğer dört kitabda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. (M.Sıddîk bin Saîd)
Bâzı âlimler Kütüb-i Sitte'yi sayarken İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı yerine İbn-i Mâce'nin Sünen'ini sayarlar. (Taşköprüzâde)
İbâdet ve ahkâm bilgileri hadîs kitaplarından kolay anlaşılmaz. Ahkâm, helâl, harâm olan şeyler demektir. Hadîs kitaplarının en sağlamı Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'nin diğer dört kitabıdır. (Hâdîmî)
Muhammed aleyhisselâmın, peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren yüzelli hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı Kütüb-i Sitte'de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın gökten ineceği de zarûrî bilinmektedir. Bunlara inanmayan kâfir olur. (Enverşah Keşmirî)
Mezhebsizler, bâzı hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelenlere kusur olmaz. Bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i Sitte'de yok tur derlerse, hadîs-i şerîflerin sayısı, Kütüb-i Sitte'de bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitaplarında da sahîh hadîslerin bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #21 : Haziran 02, 2009, 07:30:03 ÖS »
L

LA'B:Oyun, boş şey. Oyun ile boş yere vakit geçirme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b ve lehv (eğlence) ve zînet yâni süslenmek ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Dünyâ hayâtı la'b ve lehvdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz. (En'âm sûresi: 32)
Kıyâmet günü makbûl olanlardan, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız. Sünnet-i seniyyeye yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yoluna sarılınız! Bu yola uymayan hiçbir şeyi yapmayınız. E shâb-ı kehf, (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) her tarafı fitne kapladığı zaman, bir hicret yapmakla yüksek dereceye kavuştular. Siz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetisiniz. Ömrünüzü lehv ve la'b ile ziyân etmeyiniz! Çocuklar gibi top oynamakla vaktinizi elden kaçırmayınız. (İmâm-ı Rabbânî)

LAĞV YEMİNİ:Geçmiş birşey için zan ile boş yere yapılan yemîn. (Bkz. Yemîn)

LAHD (Lahid):Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.
Beşikten lahd'a kadar ilim öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Meyyit (ölü), lahd içine, sağ yanı üzere konur. Şak yapılmaz, yâni kabir kazıldıktan sonra ortasına çukur açıp; meyyit buraya konulmaz. Toprak çürük, nemli ise, erkeği lahdin veya doğruca kabrin içine tabut ile koymak câiz olur. Toprak kuru ve sağlam ise, erkeği tabut ile gömmek mekrûh olur. Kadınları her zaman tabut ile gömmek efdaldir (daha iyidir). (İmâm-ı Rabbânî) Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler Süâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.
(Ahmed Yesevî)

LÂHİK:
1. Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.
Lâhik, imâma uyan cemâat gibi hareket eder. Kaçırdığı rek'atleri kendi başına kılarken imâma uymuş gibi davranır. Bunun için kendi başına kıldığı rek'atlerde, üzerine sehv secdesi (yanılma, unutma secdesi) gerekecek bir yanılma olsa, bundan dolayı se hv secdesi yapmaz. (İbn-i Âbidîn)
Lâhik olan kimse, cemâati terk ettikten sonra eğer dünyâ kelâmı söylememiş ise, imâmın ardında gibidir. Lâkin, câmiden çıktıktan sonra, pek yakın yerden abdestini almalıdır. Çok ileriye giderse, namazı bozulur diyen âlimler vardır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Namazda imâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitah yâni başlama tekbirini imâm ile birlikte alan), muktedî (iftitâh tekbîrine yetişemiyen), mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhiktir. (Kutbüddîn-i İznikî)
2. Kavuşan, ulaşan, yetişen.
Peygamber efendimiz, bir kabir yanında hazır oldukları vakit; "Dünyâ ve âhiret selâmeti, müslümanlardan ve mü'minlerden bu kabirde bulunanların üzerine olsun. Biz inşâallah size lâhik oluruz. Siz bizden evvel göçtünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve bunları mağfiret et ve günâhlarımızı affet" buyururdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

LAHN:Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.
1.Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir. (Bkz. Zelletül-Kârî)
Lahn, dört şekilde olabilir: Birinci şekil i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükünde olabilir. Meselâ, şeddeyi hafif okur veya medleri (uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekilde, harflerde olur; harfin yerini değiştirir veya h arf ilâve eder, yâhut azaltır. Veyâhut harfi ileri geri alır. Üçüncü hatâ, kelimelerde ve cümlelerde olur.Nihâyet, vakf ve vaslde hatâ olur. Yâni duracak yerde durmaz, geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatâda, mânâ değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde, mânâyı değiştirip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namazı bozar. (İbn-i Âbidîn)
Lahn; bir hafi, başka harf okumak şeklinde olursa, harfler çok farklı ise, bozar. Meselâ, sat yerine ta söylemek, sâlihât yerine tâlihât okumak. İhlâs sûresinde Ehad yerine ehat demek gibi. Harflerin farkı az ise, çok âlimler, mânâ değişirse, eğer bi lerek okudu ise, bozulur; ağzından kaçtı ise, bozulmaz dediler. Dat yerine zı demek, sin yerine sat, te yerine tı demek gibi. Fetvâ böyle ise de, ihtiyâtlı olmak lâzımdır. Dâllîn yerine zâllîn böyledir. Kelimeyi değiştirince, mânâ bozulursa, Kur'ân-ı kerîmde benzeri bulunsa da bozar. Mânâ değişmezse, bozmaz. (İbn-i Âbidîn)
2. Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp, yükselterek, çeneyi oynatarak okumak.
Lahn ve nağme (vezinli ses) bulunmayan güzel sesi dinlemek mutlaka mubahtır, mahzuru yoktur. Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için okumak haramdır. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
Lahn yaparak, tecvîdi, Kur'ân-ı kerîmi, şartlarına, usûlüne uygun olarak okumayı bozmak bid'at, dinde sonradan çıkan bir şey olup, dinlenmesi de büyük günahtır. (Abdülganî Nablüsî)
Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı lahn ile okumak icmâ ile yâni müctehid âlimlerin sözbirliği ile haramdır. (Seâdet-i Ebediyye)
Lahn ile tegannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır. (İbrâhim Halebî)
Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhan ederek okuyan kimse, ezan okumaya ehil değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâziyye)

Lahn-ı Celî:Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.
Lahn-ı celî harflerde veya harekede yâhut sükunda olur. Meselâ tı harfini dal, sad'ı sin okumak lahn-ı celîdir. (İbn-i Âbidîn)

Lahn-ı Hafî:Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir.
Lahn-i hafîde mânâ bozulmaz. İhfâyı, iklâbı vb. yapmamak, kalın okunacak yerde ince, ince okunacak yerde kalın okumak, uzatılacak yerde kısa okumak, kısa okunacak yerde uzatarak okumak gibi. (İbn-i Âbidîn)

LÂİM:Levm eden, kınayan, iyi ve güzel bulmayan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız Allahü teâlâ sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir lâimin levminden korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir ihsânıdır ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsânı bol olan, (her şeyi) çok iyi bilendir. (Mâide sûresi: 54)
Siz Allahü teâlânın hadlerini (cezâlarını) yakın ve uzak olan herkes hakkında dosdoğru infaz ediniz (uygulayınız). Sakın hiçbir lâimin kınaması sizi Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekten alıkoymasın. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

LAÎN:Lânet edilmiş, kovulmuş. Allahü teâlânın rahmetinden mahrum olan şeytân. (Bkz. Lânet)

LAKAB:Bir kimseyi övmek veya yermek (kötülemek) için takılan adlar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Bir takım kimseler diğerleri ile alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler!Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, onlardan daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu yasak edilen şeylerden tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir. (Hucurât sûresi: 11)
Müslüman bir kimseye kötü lakap takmak veyâ takılan kötü lakabla onu çağırmak dil âfetlerindendir. İyi lakabla çağırmakta bir beis, sakınca yoktur. (İmâm-ı Birgivî)

LAKÎT:Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.
Lakîti terketmek günâh, görünce alıp ölümden kurtarmak şehirde sünnet, tenhâ yerde ise farzdır. Kuyuya düşen âmâyı (körü) kurtarmak da böyledir. Dâr-ül İslâm'da (İslâm diyârında) bulunan çocuk, hür ve mü'min olur. Lakît için, bu benim çocuğum diyen b ir adamın sözü kabûl edilir. Kadın söylerse iki şâhid istenir. İlim öğretilir. Sonra san'ata verilir. Hükûmetten izin almadan sünnet ettirilmez, malı satılamaz. Hükûmetten izinsiz yapılan masraflar, çocuğa teberrû yâni hediyye olur. (Kâşânî)

LA'NET (Lânet):Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Allahü teâlâ ve Resûlüne eziyyet edenlere, dünyâda ve âhirette de lânet olsun. (Ahzâb sûresi: 57)
Ben, lânet etmek için, insanların azab çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)
Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet olsun. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semâya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fenâ söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lânete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defâ lânet edene rücû eder (döner) . (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Ey oğul! Hiç kimseye lânet etme. Zîrâ lânet eylediğin adam, lânete müstehak değil ise, yaptığın lânet sana döner. Hayvanlara dahi lânet etme. Zîrâ, melekler sana lânet ederler. ( Süleymân bin Cezâ)
Her kim bir binek ve yük hayvanına, lânet olsun derse, o hayvan (hal diliyle) der ki: "Âmin, lâkin yüce Allah'a hangimiz daha fazla âsî ise, lânet onun üzerine olsun." (Fudayl bin Iyâd)

LÂŞE:Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti. (Bkz. Leş)

LATÎF (El-Latîf):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Gözler O'nu idrâk edemez. Ama O, gözleri idrâk eder. O latîftir, (her şeyden) haberdârdır. (En'âm sûresi: 142)
Allah kullarına çok latîftir. Kimi dilerse onu rızıklandırır. Kuvvetli, güçlü ancak O'dur. (Şûrâ sûresi: 19)
Allahü teâlânın rahîm, hakîm ve latîf olduğuna inanmak, tevekkülün esaslarındandır. O'nun inâyeti (yardımı), şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka, yarattığına yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği; bir ananın yavrusuna olan merhâmetinde n daha çoktur. Lütfu, merhameti o kadar çoktur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şekilde yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)
El-Latîf ism-i şerîfini söylemeye devâm edenin üzüntü ve elemi gider, rahat ve huzur bulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, hoş, güzel, nâzik. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
(M. Sıddîk bin Saîd)
3. Gözle görülmeyen.
Melekler cismdir, latîftir. Gaz hâlinden de daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler, akıllıdırlar, insanlardaki kötülükler meleklerde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

LATÎFE:
1. Hoş, tatlı söz, şaka.
Arkadaşlarınıza latîfe yapınız. Onlarla edebli ve hoşça vakit geçiriniz. Kalb kırmayınız. Lâkin şunu biliniz ki, bir topluluğu güldürenlerde hayır yoktur. (İmâm-ı Mâverdî)
Latîfenin fazlası iyi görülmemiştir. Çünkü, latîfenin çokluğu gülmeyi artırır. Çok gülmek kalbi öldürür, heybeti giderir. Böyle latîfelerden sakınmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Resûlullah efendimiz latîfe yapmış ve söylemiş, latîfeleri hep hak üzere ve fâideli olmuştur. (Muhammed Hâdimî)
2. Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.
Âlem-i emrde bulunan beş latîfenin insanda birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ isimleri verilmiştir. Evliyânın çoğu bunları birbirinden ayırmamış ve hepsine rûh demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

LÂUBÂLÎ:Başkalarıyla saygısızlığa varacak şekilde senlibenli; çekinmesi ve sakınması olmayan.
Kur'ân-ı kerîm; bir erkeğin, yabancı bir kadınla halvetini yâni yalnız başına kapalı bir yerde berâber kalmasını, yabancı kadınların seslerini dinlemesini ve zarûretsiz lâübâlî bir şekilde konuşmasını da haram kılmıştır. (Yûsuf Sinânüddîn)

LAZY:Hiçbir dîne inanmıyanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakası.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Şüphe yok ki hem âhiret, hem dünyâ bizimdir. İşte sizi alevlendikçe alevlenen Lazy ateşi ile korkuttum. Oraya ancak kâfir olan (peygamberini) inkâr eden ve (îmândan) yüz çevirenler girer. (Leyl sûresi: 13-15)

LEBBEYK:
1. Hac, umre veya her ikisini yapmak üzere niyyet ederken yâni ihrâma girerken başlayıp, Mina'da Cemre-i akabede (büyük cemrede) şeytan taşlanırken atılan ilk taşla söylemesi son bulan mübârek sözler: Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk innelhamde venni'mete leke vel-mülke lâ şerîke lek. (Allahım! Senin emrine her zaman itâat ederim. Senin ortağın yoktur. Dâvetine can ve gönülden uyarım. Şüphesiz hamd (övgü), nîmet (vermek) sana mahsûstur. Mülk de senindir. Senin ortağın yoktur). (Bkz. Telbiye)
Hac yapacak kimse, ihrâma girince yüksek sesle telbiye eder. Lebbeyk diyerek ihrâma giren hacı, Allahü teâlânın dâvetine ve haccediniz emrine uyduğunu düşünmeli ve buna göre kendini hazırlamalıdır. (Saîdüddîn Fergânî)
2. "Efendim, buyurunuz, emrediniz!" mânâsında, çağırana cevâb ifâdesi.
Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır. Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkalarında bulunuyordum. Bana "Ey Muâz!" diye seslendiler. Ben de "Lebbeyk yâ Resûlallah!" dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra; "Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?" buyurdu. "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Bunun üzerine; "Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır" buyurup, tekrar sordular: "Kullar bu vazîfelerini yerine getirirlerse, Allah'tan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vâdettiği karşılık) nedir bilir misin?" buyurdular. Ben yine "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince; "Bu takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı (onlara vâdettiği) nîmet ve kullarına azâb etmemesidir..." (Hadîs-i şerîf-Müslim)

LEDÜNNÎ İLMİ:Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim. (Bkz. İlm)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular. (Kehf sûresi: 65)
Ledünnî ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinden olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir. (Seyyid Abdülhakîm)
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatli idi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilir, Hak teâlânın bildirmesiyle Ledünnî ilmine muttalî (vâkıf) idi. (Sa'lebî, İmâm-ı Rabbânî) Matematik fizik kimyâ bu esrârı çözmüyor Ledünnî ilminde üstâd bir Süleymân isterim
(Süleymân bin Ahmed)

LEHV:Eğlence. Âhirette faydası olacak şeylerden alıkoyan her şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b (oyun) ve lehv ve zînet yâni süslenmek ve tefâhur yâni öğünme ve malı parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Her türlü lehv haramdır. Yalnız zevce (hanım) ile oynamak, at ve silâh ile tâlim, yarış yapmak câizdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı düşünmeden yapılan işler hep lehvdir. Bunların faydası çok çabuk geçtiği, kaybolduğu için sanki hiç faydası yok gibidirler. (Senâullah-i Pânî Pûtî)

Lehvel-Hadîs:Müzik, her türlü boş oyun, eğlence.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, bilgisizce (hissettirmeden) Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlence yerine tutmak için lehvel-hadîs'e müşteri çıkar. İşte bunlara şiddetli bir azâb vardır. (Lokman sûresi: 6)
Lehvel-hadîs ile ilgili âyet-i kerîmenin nâzil olmasının (gönderilmesinin) sebebi şöyle bildirilmiştir: Müşriklerden Nadr bin Hâris ticâret yapmak için Fâris (İran) diyârına giderdi. Oradan Acemlerin hikâye ve efsâne kitablarını getirirdi. Bunları Ku reyşlilere, Mekke halkına; "Muhammed size Âd ve Semûd kavminin kıssalarını bildiriyor, gelin ben de size Rüstem'in, İsfendiyâr'ın, Kisrâ'nın hikâyelerini anlatayım" diyerek pekçok kimsenin Kur'ân-ı kerîmi dinlemesine mâni olurdu. Ayrıca bir de şarkıcı câriye satın almıştı. Bir kimsenin müslüman olacağını işitince, hemen şarkıcı câriyesini alıp müslüman olmaya karar veren kimsenin yanına gider, şarkıcı câriyeye, haydi bu kimseye yedir-içir, şarkı söyleyiver derdi. Böylece o kimseyi eğlendirip, gördün mü senin için bu daha iyi değil mi? derdi. Bunun üzerine hem Nadr bin Hâris ve hem de böyle yapanların uygunsuz hareketleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin Hamzâ Senâullah-ı Dehlevî)

LEŞ:Kendiliğinden ölen veya Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip de başka sûretle öldürülen veya Ehl-i kitâb olmayan kâfir ve mürtedlerin kestikleri yenmesi haram hayvanlar. Ölmüş hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Şöyle ki, Kur'ân'da yenmesi haram olanlar, leş ve akıcı kan ve pis domuz ve Allah'tan başkasının adı ile kesilmiş olandır. (En'âm sûresi: 145)
Kasten, yâni hatırında olduğu hâlde, bilerek Besmele çekmeden kesilen hayvanı ve Besmelesiz tutulan av hayvanını, kitâbsız kâfirlerin, mürtedlerin kestiği, avladığı hayvanı yemek haramdır. Böyle tutulan balığı yemek haram değildir. Kesmeyip de, bir y erine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak veya ilâçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanları leş olur. Bunları yemek haram olur. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn)
Murdar eti, yâni leş eti ve domuz eti ve şarap gibi kendileri kat'î (açık, kesin) delîlle haram olanlar, hiçbir zaman helâl olmaz. Sâhibi satsa, hediye etse, helâl etse de, yemek olmaz. Bunlara helâl diyen, yerken bilerek Besmele çeken îmânını kaybed er. (Hâdimî, İbn-i Âbidîn )
Ölüm korkusu olunca, ölmeyecek kadar leş ve başkasının malı yenebilir. (İbn-i Âbidîn)

LEŞKER-İ DUÂ:Duâ ordusu. Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, sâlih müslümanlar, velîler topluluğu. (Bkz. Duâ Ordusu)
Leşker-i gazâ (cephede savaşan asker), leşker-i duânın yardımına muhtâçtır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Leşker-i duâ, leşker-i gazâdan akvâdır (daha kuvvetlidir). (İmâm-ı Rabbânî)

LEŞKER-İ GAZÂ:Gazâ ordusu, savaşan askerler. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanlarını korumak için düşmanla savaşan müslümanlar. (Bkz. Gazâ)

LETÂFET:Hoşluk, yumuşaklık, tatlılık.
Allahü teâlâ, kıyâmette, ilâhlık makâmında tecelli buyurup, yedi kat gökleri sağ kudret eline alıp buyurur ki: "Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık dâvâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldatt ığın ve âhireti unutturduğun kimseler nerededir?" (İmâm-ı Gazâlî) Hilye-i nebîyi güç iken beyân Başlarız, ona oldukça imkân Geniş, güzel latîfti gözü Nûr saçardı hep mübârek yüzü Gümüş teninde letâfet vardı İrice mühr-i nübüvvet vardı.
(M. Sıddîk bin Saîd)

LEVH-ÜL-MAHFÛZ:Korunmuş levha; Allahü teâlânın takdir ettiği her şeyin yazılı bulunduğu, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve her türlü te'sirden korunmuş levha.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-ül-mahfûza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrûr olmayasınız. (Hadîd sûresi: 23)
Allahü teâlâ Levh-ül-mahfûza önce şunları yazdı: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed (aleyhisselâm) O'nun kulu ve Resûlüdür. Verdiğim hükme râzı olan, belâlara sabreden, nîmetlere şükreden kimseyi doğrular arasına yazdım. O kimse, kıyâmet günü onların arasında dirilir. Hükmün dışında bir şey bekleyen, belâlara karşı sabırlı olmayan, nîmetlere şükür yolunu tutmayan Benden başka ilâh arasın. (Hadîs-i şerîf-El-Burhân-ül-Müeyyed)
Levh-ül-mahfûzda, ilk yazılan Besmeledir. Âdem'e (aleyhisselâm) ilk gelen, Besmeledir. (Ya'kûb-ı Çerhî)
Cebrâil (aleyhisselâm) her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-ül-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhireti teşrif edeceği (vefât edeceği) sene, iki kerre gelip tamâmını okudula r. (İmâm-ı Süyûtî, Zerkeşî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

LEVM:Kınama. (Bkz. Lâim)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız, Allahü teâlâ, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir levm edenin levminden korkmazlar... (Mâide sûresi: 54)

LEYLE-İ BERÂT:Mübârek gecelerden, Şâban ayının on beşinci gecesi. (Bkz. Berât)

LEYLE-İ İSRÂ:Mübârek gecelerden Mi'râc gecesi. (Bkz. Mi'râc)

LEYLE-İ KADR:Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin gelmeye başladığı mübârek gece. (Bkz. Kadr Gecesi)

LEYLE-İ Mİ'RÂC:Mübârek gecelerden, Resûlullah efendimizin Mîrâca çıktığı Receb ayının yirmi yedinci gecesi. (Bkz. Mi'râc Gecesi)

LEYLE-İ REGÂİB:Mübârek gecelerden, Receb ayının ilk Cumâ gecesi. (Bkz. Regâib Gecesi)

LIHYE-İ SEÂDET:Peygamber efendimizin sakal-ı şerîfleri.
Hırka-i seâdet dâiresinde Peygamber efendimizin altmışa yakın Lehye-i seâdeti bulunmaktadır. Bunlardan yirmi dört kadarı altın ve kıymetli taşlarla süslü muhâfazalarda veya sedef kutularda saklanmaktadır. (Bkz. Sakal-ı Şerîf) (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

LİÂN:Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) kar şılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mulâane de denir.
Liân için önce erkek "Sözüm doğrudur" diye yemin eder. Dört kerre tekrar eder, beşincide; "Yalan söylüyorsam Allahü teâlânın lâneti benim üzerime olsun" der. Sonra kadın dört defa; "Allah şâhidim olsun ki, bu adam bana zâni (zinâ edici) demekle yalan söyledi" diye yemin eder. Beşincide; "Doğru söyledi ise, Allahü teâlânın gadâbı benim üzerime olsun" der. Sonra hâkim bunları bir talâk-ı bâin ile ayırır. Liân yapıldıktan sonra, adam sözünden dönerek veyâ başka bir afîfe kadını kazf ederek (zinâ isnâd edip isbat edemeyip) had cezâsı uygulanmadıkça eski hanımıyla tekrar hiçbir zaman evlenemez. (M. Mevkûfâtî)

LİFÂFE:Kefenin bir parçası. (Bkz. Kefen)
Lifâfe baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta olup kefenin en geniş parçasıdır. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanır. (Halebî)
Kadının kefeni beş parça olup sünnettir: Kamîs, izâr, lifâfe, himâr ve göğüs bezidir. (Halebî)

LİVÂ:Sancak.
Peygamber efendimizin râyesi, bayrağı siyâh idi. Livâsı daha küçük olup, beyaz idi. (İmâm-ı Kastalânî)
Peygamber efendimizin livâsının üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı idi. (Ebü'l-Ferec ibni Cevzî)
Tebük seferinde Resûlullah efendimiz, en büyük livâsını hazret-i Ebû Bekr'e ve en büyük bayrağını da Zübeyr bin Avvâm'a verip taşıttırdı. (Vâkıdî)

Livâ-i Hamd:Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.
Kıyâmette herkes sustuğu zaman ben söyleyiciyim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte onlara şefâat ediciyim. Kimsede ümid kalmadığı zamanda onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Livâ-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı en cömerdi en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyâmet günü peygamberlerin imâmı, hatîbi ve hepsine şefâat edici benim. Bunları öğünmek için söylemiyorum. (Hadîs-i şerif-Tirmizî, Dârimi-Mişkât)
Allahü teâlâya sığınarak ve O'ndan yardım dileyerek bildiriyorum ki, Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür, peygamberidir. Âdemoğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyâmet gününde kendisine uyarak Cehennem'den kurtulanların en cömerdidir. Kıyâ met günü kabirden ilk önce o kalkacaktır. İlk önce o şefâat edecektir. İlk önce O'nun şefâati kabûl olunacaktır. Cennet kapısını önce o çalacaktır. Kapı O'na hemen açılacaktır. Livâ-i hamd denilen sancak O'nun elinde bulunacaktır. Âdem aleyhisselâm v e O'nun zamânından Kıyâmete kadar gelen her mü'min, Livâ-i hamd sancağı altında toplanacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

LİVÂTA:Erkekler arasındaki cinsî sapıklık. Homoseksüellik.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? (A'râf sûresi: 80) Tefsîr âlimleri buradaki çirkin işin livâta olduğunu bildirdiler. (Celâleyn)
Lût kavmi gibi livâta yapanları, suç üstü yakalarsanız, ikisini de öldürünüz. (Hadîs-i şerîf-Birgivî Şerhi)
Erkek, erkek ile livâta yaparken arş titrer, sallanır. Melekler de bu iğrenç işe muttali (haberdâr) olup, yâ Rabbî emr etsen de, yeryüzü o ikisini ta'zir etse (cezâlandırsa), gökyüzü onların üzerine taş yağdırsa derler. Allahü teâlâ; "Ben (hilm sâhibiyim) acele etmem. Benden bir şey kaçmaz" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Hüsn-üt-Tenebbüh)
Üç şeyden dolayı, Allahü teâlâ gadaba gelip Arş titrer. Haksız yere adam öldürme, erkeğin erkeğe, kadının kadına gidip livâta yapmasıdır. (Ebû Tâlib Mekkî)
Livâta yapanlarda çok tehlikeli olan İt uru ve Aids hastalığı hâsıl olmaktadır. (Seâdet-i Ebediyye)

LOKMAN HAKÎM:Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâ det hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât etti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak biz Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik. (Lokman sûresi: 12)
Lokman, oğluna nasîhat ederek dedi ki: "Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk (ortak) koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür. (Lokman sûresi: 13)
Lokman, peygamber olmayıp ibâdet eden bir kuldu. Allahü teâlâ onu günâhlardan korudu. Çok tefekkür ederdi. Îmânı kuvvetli idi. Allahü teâlâyı sever, Allahü teâlâ da onu severdi. Allahü teâlâ ona hikmet (akıl, anlayış, idrâk, ilim) ihsân eyledi. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadasının Umman taraflarında yaşadı. Dâvûd aleyhisselâmın peygamberliğinden önce Lokman Hakîm müftî idi. Davûd aleyhisselâm peygamber olduktan sonra, Lokman Hakîm ondan ilim öğrendi. Dâvûd aleyhisselâma ümmet oldu. Lokman Hakîm cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik ve hakîmlikten birini seçmek için serbest bırakılınca, hikmeti seçti. Sebebi sorulunca; peygamberlik büyük bir iştir, hakkını yerine getiremem diye korktum dedi. Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim, hikmet, akıl, anlayış verildi. (Katâde)
Lokman Hakîm'in hikmetli nasîhatlerinden bâzıları şöyledir:
Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten nehyet. Sana (bu yüzden) isâbet eden şeylere sabret. Çünkü bunlar kat'î (kesin) sûrette farz edilen işlerdendir. (Lokman sûresi: 17)
Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuşdur. Takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak) gemin, îmân, yükün, tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek) hâlin, sâlih (iyi) amel, azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiy le, boğulursan, günâhın sebebiyledir.
Ey oğlum! Borçlu olmaktan sakın. Çünkü gündüz zillet (aşağılık), gece gam ve keder içinde olursun.
Ey oğlum! Merhâmet eden merhâmet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur.
Çalış, kazan, çalışmayıp herkese muhtâc kalanın dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür. (Ahmed Sâvî, İmâm-ı Gazâlî)

LUKA İNCÎLİ:Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.
Hıristiyanların, İncîl dedikleri dört çeşit kitab, Allahü telânın Cebrâil aleyhisselâm ile Îsâ aleyhisselâma gönderdiği asıl İncîl-i şerîf değildir. Bu dört kitab, Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra dört kimse tarafından sonradan yazılmışlard ır. Bunlardan biri, Matta'nın yazdığı İncîl, ikincisi, Markos'un havârîlerden işittiklerini yazdığı İncîl, üçüncüsü, Antakyalı bir papaz olan Luka'nın yazdığı İncîl, dördüncüsü yine havârîlerden olan Yuhanna tarafından yazılan İncîl'dir. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl, bir kitâb idi. Bu mukaddes kitâbda ihtilâflı, uygunsuz yazılar yok idi. Sonradan yazılan dört kitab ise birbirlerine uymayan yalanlarla doludur. (İmâm-ı Kurtubî-Harputlu İshâk Efendi)
Luka İncîli'ni yazan Antakyalı papaz, Îsâ aleyhisselâmı görmedi. Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra yahûdî dönmesi Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmıştır. Bolüs'ün zehirli fikirleriyle aşılanarak şimdi elde bulunan dört İncîl'den en yanlışı nı yazmıştır. (Rahmetullah Efendi)
Luka, kendi zamânında pekçok kimsenin İncîl yazdığı bir sırada, kendi adıyla anılan İncîli'ni yazmıştır. Luka, Havârîlerin kendi elleriyle yazdıkları hiçbir İncîl bulunmadığına işâret ederek, kendi yazdığının da asıl İncîl olmadığını, Luka İncîli'nin birinci bâbı başında bildirilmiştir. (Rahmetullah Efendi, Harputlu İshâk Efendi)

LUKATA:Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.
Lukata, bulanın elinde emânet hükmündedir, yâni o mal, mülk edinmek için değil, başkası nâmına muhâfaza etmek (korumak) için alınır. Ancak sâhibi bulunmazsa ve fakir ise kendi kullanır; değilse fakir akrabâlarına verir. (İbn-i Âbidîn)
Lukata; hastanelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmaya sarf edilir (harcanır). Çalışamayacak hâlde olan kimsesiz fakirlere verilir. Sâhibine vereceğinden emîn olanın, korumak için alması sünnettir. Yerde helâk olacaksa, alması farz olur. Bulan fak ir ise, kendi kullanabilir. Sâhibi sonra çıkarsa, ya kabûl eder, yâhut bulana tazmin ettirir (ödettirir). (Kâsânî-Burhâneddîn Mergînânî)

LÛTÎ:Lût kavminin çirkin işini (livâta) yapan. (Bkz. Livâta)

LÜTF:İhsân, iyilik.
Bir kula dîni hakkında Allah tarafından bir nasîhat gelirse; bu nasîhat, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir nîmet ve lütuftur. Onu kabûl eder ve gereğini yerine getirirse, ne güzel; kabûl etmezse, günâhının çoğalması ve Allah'ın gazâbının çoğalması bakımından onun aleyhinde bir delîl olur. (Hadîs-i şerîf-Mevâiz-ül-Hulefâ)
Akşam namazından sonra yatsı vakti girmeden iki rek'at namaz kılan, ilk rek'atında bir Fâtiha ve bir Âyetel-kürsî ve beş kere İhlâs-ı şerîfi okuyup, ikinci rek'atta bir Fâtiha ve Bekara sûresinin son üç âyetini okuyan ve böylece bu namazı îfâ eden kimseye Hak teâlâ hazretleri Cennet'te bir mevki lütf eder ve her rek'atı için bir şehid sevâbı ve her âyet için de bir köle âzad etmiş sevâbı verir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Ey lütf ve ihsanı bol Allah'ım! Bizi dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc etme! (İmâm-ı Rabbânî) Beni sen yoktan vâr ettin yâ Rabbî Nice nîmetler lütf ettin yâ Rabbî.
(Muhammed bin Receb) Dertli oldum, ol Hüdâdan derde derman isterim Âcizim bâb-ı atâdan lütf ü ihsân isterim
(M. Sıddîk bin Saîd)
Kıyâmet günü, Allahü teâlâ lütfunu ortaya koyup meâlen; "Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir." Âlimlere hitâben; "Dilediğiniz kimselere şefâat ediniz" buyurur. (İmâm-ı Gazâlî)
Mârifet, nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile ken disini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de lütf ve merhamet ederek elbise yapacak şeyleri ve bunları yapacak akıl da yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #22 : Haziran 02, 2009, 07:30:30 ÖS »
M - 1

MÂ-İCÂRÎ:Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü götüren su, akar su sayılır.
Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İMEŞKÛK:Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.
Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin ve cünüplüğün) giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İ MUKAYYED:Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen sular.
Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MUTLAK:Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su denilen sular.
Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır. Mâ-i mutlak, namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır. Mâ-i mutlak hem temizdir, hem temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MÜSTA'MEL:Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su. Temiz fakat temizleyici değildir.
Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve gusl edilmez. İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir (temizdir). Fakat mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MAÂZ-ALLAH:"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan korunmak için söylenen bir söz.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)

MA'BED:İbâdet edilen yer.
Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya Mescid-i Harâm da denir. (Azrâkî)
Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog ve havra, hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci sahifesinde; "Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

MA'BÛD:Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.
Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÂCİD (El-Mâcidü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Şânı, şerefi yüksek olan.
El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

MÂCİN:Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak işler konusunda mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir. Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)

MADDE:Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.
Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir. Çünkü yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bun lar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep cisim hâlinde bulunur. Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi demir maddesinden yapılmıştır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir, yâni yok iken sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)
Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi kendine duran madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MADDÎ TEMİZLİK:Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.
Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır. Kendisi, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için mikrop ve hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)
Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat eder. Dînimizin emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MADDİYYÛN:Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar, maddeciler.
Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn olup, bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir, bunun yaratanı yoktur diyorlar. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip , sonsuz olarak sürecektir, diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman değildirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında maddiyyûnun sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışm alar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)

MA'DÛM:Yok olan, mevcût olmayan
Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir. (Mecelle)

MAĞFİRET:Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah, günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu) ! Sen benden ümidli bulundukça, senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu! Senin günâhların gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilersen seni bağışlarım. Ey âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)
Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben suçuma büyük demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)

MAĞRÛR:Gururlu. (Bkz. Gurûr)
Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)
Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, sakın mağrûr olma. Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm) Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHBÛB:Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mahbûb-i Hudâ:Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî) Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu. (Yûsuf Nâbi)

MAHBÛBİYYET:Sevgili olmak.
Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. ( İmâm-ı Rabbânî)
Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtı nın tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MAHCÛR:Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz. Hicr)
Mahcûr iki kısımdır:
1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.
2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar), rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

MÂHİYYET:Öz, asıl ve esas.
İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

MAHKEME:Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur ol maz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

Mahkeme-i Kübrâ:En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.
Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

MAHLÛK:Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş. Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok. Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân. Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok, Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.
(M. Sıddîk Gümüş)
Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

MAHLÛKÂT:Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.
Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı Gazâlî)

MAHMASA HÂLİ:Açlıktan ölmek üzere olma hâli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)
Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)

MAHMÛD:
1. Övülmüş, övülen.
Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı g elmemek), zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup, daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçi m, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri. Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh, Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)
3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.
Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bi r ordu hazırlayıp Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni D ağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi) (İbn-i Esîr)

MAHREM:
1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)
Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) h aramdır. (Muhammed Hâdimî)
Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)
2. Gizli, herkese söylenmeyen.
Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHŞER:Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)
Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)
Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MAHYA:Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.
Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konu lması bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

MAHZÛRÂT:Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.
Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasını n yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

MA'ÎŞET:Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)
Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz) . (Tâhâ sûresi: 124)
Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Ma'îşet te'mini altı yoldandır:
1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

MA'İYYET:Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.
Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)
Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bi lgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MAKÂM:
1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara b akmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları (iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)
Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç) Mal için makam için hep uğraştım, Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık! Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan, Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.
Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olma z. Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. ( Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Makâm-ı İbrâhim:Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.
Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak d a tavâf etmek câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)

Makâm-ı İlliyyîn:Cennet.
Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündü r ki, geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)

Makâm-ı Mahmûd:Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile) , teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)
Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

MAKÂMÂT-I AŞERE:Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.
Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâ yı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)

MAKÂMÂT-I SÜLÛK:Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.
İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından (şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)

MAKSAD (Maksûd):Niyet, kasd.
Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)
Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünn etini (İslâm dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)
İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)

MAKTÛL:Kâtil tarafından öldürülen.
İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de, Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)

MA'KÛL İLİMLER:His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.
Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, art ar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÂL:İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.
Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)
Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığ ır olmak üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer, çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği (istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)
Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mâl-ı Habîs:Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı m allar.
Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

Mâl-ı Mütekavvim:Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.
Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÂLÂYA'NÎ:
Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.
Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)
Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)
Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefs in tezkiyesi (süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MÂLİK:
1. Sâhib olan, mülk edinen.
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî) Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)
Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi bur adan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

Mâlik-ül-Mülk:Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)
Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

MÂLİKÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddı r. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allah ü teâlânın yardımı, koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî veHanbelî mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

Mâlikî Mezhebi:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)

MÂLİYYET (Mâliyet):Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.
Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

MA'LÛM:Bilinen şey.
Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliy ordu. İlim, mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

MA'NÂ (Mânâ):Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.
Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, a nlaşılan meşhûr, yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kit ablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı İltizâmî:Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.
İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

Mânây-ı Murâdî:Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.
Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü Erdem)

Mânây-ı Mutâbıkî:Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.
Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı mutâbıkîsidir. Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

Mânây-ı Zâhirî:Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.
Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meş hûr olmayan mânâ verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı Zımnî:Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.
İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî)
Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MANASTIR:Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.
Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adaml arı için nezârethâne, hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

MA'NEVÎ:Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.
Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müsl üman şekline girerek, din adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Bağ:
1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.
Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, an lar. İnsan, her şeyin bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)
2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.
Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağl arını) parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

Ma'nevî Fâide:Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.
Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)
Ma'nevî Hastalık:Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlay ış hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, s afrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

Ma'nevî Huzûr:Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık.
Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

Ma'nevî Kuvvet:Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet.
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânev î kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Mîrâs:Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).
Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasa klarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ma'nevî Temizlik:İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.
Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığı n emirlerini yapan bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri Aytepe)

MÂNİ' (El-Mâni'):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.
El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)
Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.
Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #23 : Haziran 02, 2009, 07:31:22 ÖS »
M - 2

MARAZ:Hastalık.
Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır: Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket olmaz. (Kudûrî)

Maraz-ı Kalbî:Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Maraz-ı Mevt:Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık o lan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)

MA'RİFET (Mârifet):Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)
Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

MA'RİFETULLAH:Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat b ilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm) Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

MA'RÛF (Mârûf):Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)

MÂSİVÂ:Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.
Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgi sinden başka hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)

MA'SİYYET (Mâsiyet):İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)
Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri l âzım olduğu kadar mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

MASLAHAT:Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olma lı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır. Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur. (Serahsî)

MA'SÛM:Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)
Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)

MÂŞÂALLAH:Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)

MÂTEM:Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

MATERYALİZM:Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğle nceleri koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fit ne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MATLÛB:Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)
Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyel ere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed Bâkibillah)

Matlûb-ı Hakîkî:Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ. Hakîkî Matlûb.
Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

MÂTÜRÎDÎ:
1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmekt edir. 944 (H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de to pladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerin i anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâ at ismi ile meşhûr olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. ( Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

MAZLÛM:Zulme, haksızlığa uğramış kimse.
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel) Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı, Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı.
(İmâm-ı Rabbânî) Alma mazlûmun âhını, Çıkar âheste âheste.
(Atasözü)

MAZMAZA:Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.
Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)
Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün (boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)

MEÂL:Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere verilen mânâ, açıklama.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı, özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâf aza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)

ME'ÂNÎ İLMİ:Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)

MEÂRİF:Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)

MEBDE-İ TEAYYÜN:İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.
Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)

MEBDE' VE MEÂD:Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden sonraki hâlleri.
Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden) ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değ il. Sâdece, onların hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır. Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığından, yaratılış hikmetinden, dünyâya gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde' ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de, mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf Harpûtî)

MEBÎ':Satılan veya satın alınan mal.
Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)
Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)
MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda kullanılan lafız (söz) veya mânâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)
Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını e vlâdına vakfetse, ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)

MECELLE:Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunla r veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.
Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgi lerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup , sâhibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.

MECÎD (El-Mecîd):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin güzelliği ile tanınan, övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim, ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi, Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları), ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)

MECNÛN:Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi o kudu: "Lâ ilâhe illallâh kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur." İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin (bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ bulur." (İbn-i Esîr)
Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)

ME'CÛC:Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)

MECÛSİ:Ateşe tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)
Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MECZÛB:
1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî) 2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.
Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları ş ifâdır. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

MED:Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden önceki harfleri çekmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüs ü kelimelerde ve cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur. İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur. Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)

MEDENÎ:
1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)
2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.
Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)
Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)

MEDH:Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.
Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir, böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğun u düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)
Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma! Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)
Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber ş ehri) veya Medîne-i münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (münâfıklar) ; "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)
Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin. Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, ç eşitli meyveler ile muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye 622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâm iyet'i her tarafa yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta hazr et-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları) kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEDLÛL:Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.
Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)

MEDRESE:İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.
İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini, birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi y apmak maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zama nlara kadar okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)

MEDYÛN:Borçlu, borçlanmış kimse.
Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını, ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)
Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #24 : Haziran 02, 2009, 07:33:18 ÖS »
M - 3

MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.
Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları şunlardır:
İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok affedeni, en cömerdi idi. Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir. İnsanların en doğru konuşanı idi. Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği bir şeyi yemek için evdekileri zorlamazdı. Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura yutmazdı. Bunun için şöyle buyururdu: " Ciğer hastalığı ağzını doldurup yutmaktan gelir." (El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)
Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Peygamberlere minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim olacak, ben üzerine oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyuracak; "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen görüver" diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de benim şefâatimleCennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki, elime isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Ümmetin hakkında Rabbimin gazabı için, hiçbir şey bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)
Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)

MEFHÛM-I MUHÂLİF:Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ. Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde, Hanefîlere göre böyle değildir.
Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: " Sâimede (yılın ekserisini çayırlarda otlayarak beslenen deve, koyun gibi hayvanlara) zekât vardır" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda zekât yoktur. Böyle olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini söylemiştir. (Serahsî)

MEFHÛM-I MUVÂFIK:Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi mefhûm-ı muvâfık ile onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla Hüsrev)

MEGÂZÎ:Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.
Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin sağlamlığı megâzî kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar, târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib Çelebi)

MEHÂRİC-İ HURÛF:Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi bilmeyen mehâric-i hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı kerîm ve kıldığı namaz sahîh (doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)

MEHDÎ:Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça hazret-i Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve insaf ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)
Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girec ek) ve her zâlim onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

MEHR (Mehir):Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir mal yâhut menfaat.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)
Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr olunacaktır (bulunacaktır) . (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal (beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır. Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir (sınır konmamıştır). (B. Mergınânî)
Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini öğrenmelerine mâni olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)
İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli, mes'ûd olarak devâm etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması, din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak olmaması içindir. Mehr parasını vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek korkusundan erkek zevcesini boşayamaz.

Mehr-i Misl:Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının, baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

Mehr-i Muaccel:Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.
Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)
Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah Efendi)
Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir. Bir kağıda yazılıp dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye (hanıma) teslim edilir. (Abdullah Mûsulî)

Mehr-i Müeccel:Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfeat.
Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri meydana gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa bir odada yalnız kalmaları) ve ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zev c (koca) mehr-i müecceli vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye kalan malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı, öldükten sonra zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden (paylaşılmadan) önce mehrin hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır. Zevcesini boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur. (Muhammed Hâdimî)
Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına mehr-i misl verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MEJDEK:Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.
Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir İranlıdır. Mecûsî idi. Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır. Zevceleri (kadınları) değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biribirinin zevcesini (hanımını) isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)
Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün olan aşağı kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı Kubâd Şâh da zevkine düşkün biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca Mejdek'i seksen bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan kaldırdı. (Hüseyin bin Halef)

MEKÎL:Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.
Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları mekîl olmalarını değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman hacimlerinin müsâvî olması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

MEKKE-İ MÜKERREME:Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara (kâfirlere) karşı muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü tealâ ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Feth sûresi: 24)
Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke'deki (Kâbe) dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i mükerremeden ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru döndürüp mahzûn bir halde " (Ey Mekke!) Vallahi sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in doğusunda 21°-30° kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve kavisli bir vâdide yer almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilo metredir. Etrafı taşlık olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında Mescid-ül-Haram denilen büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu İsmâil (aleyhisselâm) zamânına kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi), bundan sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Haram denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Mescid-i Nebevî (Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i muk addese denilen meydandır. Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i mütahhera (temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı Rabbânî)
Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir. Mü'minler hac etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü teâlânın emr ettiği şeyleri yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEKKÎ:Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardı r.
Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten sonra nâzil olan) âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler, umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsse lâm) âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar, ferdin ve milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın) putlara tapmanın bozukluğu, yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler kısadırlar. Medenî âyet-i kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok İslâmiyet'in yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve cemiyet içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)

Mekkî sûreler:İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.
Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak yapılan dikdörtgen içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir veya bu sûre Medenîdir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdi r. (Zerkeşî)

MEKR:
1. Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) onların (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve senden yüz çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları mekrden dolayı, gönlün daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana yardım eder.) (Neml sûresi: 70)
2. İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gafle tte bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr yâni îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz. (A'râf sûresi: 99)
İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah salla llahü aleyhi ve sellem her zaman; "Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik" duâsını okurdu (ki, Ey Büyük Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de, dönmekten korkuyor musun?" dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)" buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)
Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen ve bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli altıncı âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar. Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)
3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri yâhut öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr yapıyorlardı. Onlar mekr yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile muâmele etti. Onları Bedr'e getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da müslümanlara hücûm ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp, öldürüldüler) . (Enfâl sûresi: 30)
Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve bâzılarının tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat kendileri için de hayr ve hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Esasta insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)

Mekr-i İlâhî:Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

MEKRÛH:Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde, şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamb er efendimizin arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.
Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid Abdülhakîm)
Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur. Namaz arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise, cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Na maz vaktini veya cenâze namazını kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MEKTÛBÂT:Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana gelen kitap.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu kısa ömrde, en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet biliniz. Karanlık geceleri, Allahü teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. T icârette doğru ve güvenilir olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız." Gel kardeşim dinle benden hoş sözü Söylüyorum sana, esrârı özü. Ahmed-i Serhendî bunu şerh eyledi Gör de Mektûbât'ı bak neyledi. İlm-i nâfi cümle Mektûbâttadır Her ne varsa mahzende hepsi andadır. O kitabdır seâdet hazînesi, Onda tevhîd madde mânâ bilgisi. (M. Sıddîk Gümüş)

Mektûbât-ı Rabbânî:Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.
Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm kitablarının en üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂHİME:Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb târihi.
Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle kitablarda mübâlağa bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitablar târih gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂİKE:Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler. (Bkz. Melek)

MELÂMÎ:Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.
Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)
Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı taklidcileri, zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulu p, hâlis Allah adamı olmak için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günâh işlemesi O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik, ihsân etmektir derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ melâmî ismi böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü işleyen, İslâmiyet'e uymayan sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide kılarlar, haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve şöhretten sakınırlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELE-İ A'LÂ:En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat, topluluk. Melekler âlemi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan çıkan her şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler. (Sâffat sûresi: 6-9)
Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken iyi işler yapmış olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine yönelmiş olarak devamlı O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler, insanların kalblerine hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına vesîle olurlar. Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar . (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MELEK:Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş) varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler. (Enbiyâ sûresi: 27)
O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar. (Enbiyâ sûresi: 19,20)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ her bir ayağını kaldırdıkta onun bir günâhını affeder ve bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakirdir, kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde ise alev maddesi fazladır. Elbette nû r, zulmetten efdâldir, daha kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldız larda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Melek-ül-Mevt:Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm)
Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan Melek-ül-mevt canınızı alacak; sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)
Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)
Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman Hakîm)

Melek-ül-Mukarreb:Huzûru ilâhide bulunan melekler.
... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün dehşetinden korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

MELEKE:Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.
Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı hatırlama melekesi hâsıl olur. (Ebü'l-Hayr Fârûkî)
Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün uzuvlarının günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde meleke hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye müttekî veya sâlih denir. (Hâdimî)

MELEKÛT ÂLEMİ:Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir. (Bkz. Âlem)
Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı; onlar melekût âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların keşf olduğu gecedir. Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi) kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)
İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun, gece ibâdetle evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla süslenmeyin, iki eski elbise yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde)âlemin den saklanır (gizlenir), melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)

MELİK (El-Melik):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin sâhibi, yaratıcısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü hiç yok olmaz... (Haşr sûresi: 23)
Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi temizlenir ve üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)
2. Pâdişâh, hükümdar.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki Necâşi'ye gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahim!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm) den Habeş meliki Necâşî Eshame'ye!..
Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye, ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan tebligâtı yapmış, dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum. Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun. (Kastalânî, İbn-i Hişâm)

Melik-i Adûd:Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna halîfe-i câire de denir.
Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ helâl yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyâmete kadar böyle gider. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i şerîfle de işâret vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. B u büyük sahâbiye melik-i adûd demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır. Hele melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve yanlıştır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MEL'ÛN:Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e niçin secde etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)
Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler) mel'ûndur. Dünyâda, Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye muhannes denir. Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MEMLÛK:Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse, köle. (Bkz. Köle)

MEMNÛ':Yasak. Dînen yasak edilmiş.
Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak, alan hakkında memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur. (Mecelle: 34)
İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin işlenmesi yasak ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin başkasına eziyet ve mal veya canına zarar ver mesi ve rüşvet alması ve yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları başkasına yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur. (Mecelle: 35)
Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta memnû' avdet eder (geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline (yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve başka hastalık hâlinde zarûret hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin bakması mubâh olur. (Mecelle: 21)

MEN VE SELVÂ:Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selvâ gönderdik ve dedik kiize rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin (fakat sonrası için biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle y aparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi nefislerine zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)
İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler vardır. Demişlerdir ki: "Allahü teâlâ bu men'den her gece yapraklar üze rine her kişi için yetecek miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men ve selvâd an bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla, soğan, gibi şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı da depo edip biriktirmeye başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu, yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)

MENÂKIB:Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)
Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla tasavvuf yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu sözümüzün delîli; "Biz sana peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz" meâlindeki Hûd sûresi 20. âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir. (Seyyid Sıbgatullah)

MENÂSİK:Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler. Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)
Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında gelip gitmek) hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi, A.Haskefî)

Menâsik-i Hac:Haccın nüsükleri.
Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini tebrik etti ve haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin sene evvel ziyâret ettik dediler. (İmâm-ı Gazâlî)

MENDÛB:Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.
Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)
Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest almak mendûbdur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm kalınır. (Alâüddîn Haskefî)

MENFEAT:Fayda, çıkar.
Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak demektir. (Abdullah Mûsulî)
Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel edenlerden olur. (Hâdimî)
Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur. Menfeatini düşünen kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd el-Bâzinî)

MENHÎ:Nehyedilen, yasaklanan şey.
Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya mekrûhtur. Sağ el ile sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh olmaz. Tahâretlenmek için birinin yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramd ır. (Halebî)
Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Ayrıca dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün müslümanların bunları iyi öğrenmesi lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)

MENÎ:Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp, erkekten koyu beyaz, kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.
Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni rüyâda şehvetlenip uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören kimse, cünüp olur yâni gusül (boy) abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i Âbidîn)
Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi sebeplerle (şehvetsiz) menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dik kat etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyaz, bulanık, koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

MENKIBE (Menkabe):Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)
Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i Ebû Bekr bir defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabild iğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı. (A. Şa'rânî)
Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i Osman, kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişmân oldu. Kölesine; "Ben senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim kulağımı öyle çek" buyurdu. Köleni n edebinden yapmak istemediğini görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf Nebhânî)
Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan olmuştur. 142 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Ensâb ilminde çok ileri olup eşi yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)

MENKÛL:
1.Nakledilebilen, taşınabilen.
Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)
Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir. (Mecelle)
2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)

MENNÂN (El-Mennân):"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

MENSÛH:Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm. (Bkz. Nesh)
Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu hadîsin mensûh veya tevili, îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)
Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup, mesûh olduğu veya delîli noksan olup, sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh ha dîsten alınmış olduğu düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)
Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren), müteşâbih (mânâsı kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların bu hususta müctehid imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

MERDÛD:
1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.
Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık, düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da yanında idi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri) benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûl üdür. Ahmed'in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)
İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği yanıp tutuşarak dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat bulup, îmânını almak için, başının ucuna gelir. O merdûd, elinde bir kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın ba şının ucunda o kadehi çalkalar ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm" der. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

MERFÛ' HADÎS:Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)

MERHABA:
1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben, fakirlerin sana gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince; Peygamber efendimiz; "Sana ve seni gönderenlere merhabâ, onlar benim sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc (Peygamberimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm, mîrâc yolculuğunda yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diye rek karşılanmıştır. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan ölürken olan faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf) Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ Merhabâ ey âli sultân merhabâ Merhabâ ey derde dermân merhabâ Merhabâ ey şefî'-i rûz-i cezâ Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.
(Süleymân Çelebi)
2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

MERHALE:Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.
Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde sabah namazından, öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)

MERHAMET:Şefkat, acıma, bağışlama.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)
... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size merhamet etsin. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu. Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât (yaratıklar) birbirine merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur. (Lokman Hakîm)
Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

MERTEBE:Derece, makam.
Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet makâmıdır. Vilâyet derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mertebe-i Vehm:Var olmadığı halde, var görünen.
Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen dâire de vehmîdir, hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir g örünüştür. İşte Allahü teâlâ bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup, O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta durdurmaktadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MERVE:Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)
Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre, Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)

MESÂNÎD:Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i", Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın "Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)

MESBÛK:Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan sonra imâma uyan kimse.
İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi okur. Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak yapar. (Halebî)

MESCİD:Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz. (A'râf sûresi: 29)
Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)
Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)

Mescid-i Aksâ:Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah) , kulunu (Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)
Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi. Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü. Bunlar içinde âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)

Mescid-i Dırâr:Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da yaptırdıkları mescid.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar. Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir murâdımız yoktu diye yemîn de ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 107)

Mescid-i Harâm:Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara sûresi: 149)
Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir. Buraya dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı. Ka'be'nin etrâfında bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanl arda yenilendi. Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)
Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin altında 462 direk vardır. Mescid-i Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batı sı 124 metre uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mescid-i Hîf:Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.
Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır, sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım. (Ebû Hüreyre)

Mescid-i Kıbleteyn:Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

Mescid-i Kubâ:Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları mescid.
Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm, sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)

Mescid-i Nebî:Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi. Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Şerîf de denilmektedir.
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ. (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)
Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efend i, her yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri Paşa)
Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de, Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanın da her sabah ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz m ı?" dedi. Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. (Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)

Mescid-i Seâdet:Mescid-i Nebî.
Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir. Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)
Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. (Merrâkûşî)

Mescid-i Şerîf:Mescid-i Nebî.
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir. Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüd ükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak, dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:
1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken, ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa do ğru çekme.
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir. Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)
2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)

M - 4

MESÎH:
1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki (Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. (Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle (dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli (öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler. Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini) aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler (nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir. b) Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle b u isim verilmiştir. d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)
2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa z amanda dolaşacağı içindir. (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:
1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve altı defter olan meşhûr eseri.
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden, olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî h azretleri bu sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

MEST:Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle olur. (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:Örtünmüş, örtülü.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider. (İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı, harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:Zorluk, güçlük, zahmet.
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır. Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya, borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan (orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara sûresi: 198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekerdi. (M
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #25 : Haziran 02, 2009, 07:42:23 ÖS »
P

PAPA:Katolik mezhebine mensûb hıristiyanların en yüksek rûhânî (dînî) lideri. Atalar atası mânâsına gelen papa, Roma'da bulunur. Îsâ aleyhisselâmın dînini yaymak için seçtiği on iki havârîden mürted olan (dinden çıkan) Yehûda (Judas) ilk papa olarak kabûl edilir. Aynı zamanda Roma piskoposu olan papanın aldığı kararlarda yanılmaz olduğuna inanılır. Papa, kardinaller meclisi tarafından seçilir.
Bugün papa, Vatikan sarayında bir hükümdâr gibi hareket etmektedir. Papaya bu hakkın tanınması, 1870'de İtalya birliğinin kurulup Roma'nın ele geçirilmesinden sonra olmuştur. Papaların hıristiyan devletleri üzerindeki siyâsî otoriteleri kalkmakla ber âber, halka te'sir etmede ve kilise adına vergi toplamadaki te'sirleri devâm etmektedir. Lüks bir hayat yaşayan papanın ve papalığın masrafları hıristiyan halkından toplanan kilise vergisi ile karşılanmaktadır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Orta çağda hıristiyanlık dîni, papaların oyuncağı hâline geldi. Papalar istemediği her kişiyi dinden aforoz ediyor, istediğini affediyor, para karşılığı Cennet'ten arsa satıyorlardı. Engizisyon mahkemelerinde binlerce insanı aforoz ettikten sonra işk enceyle öldürtüyorlardı. Papalar, makamlarını kuvvetlendirmek ve servetlerini artırmak için akıl almaz yollara baş vurdular. Galile, Kopernik, Newton dünyânın döndüğünü İslâm âlimlerinin yazdığı kitablardan öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papa tarafından aforoz edildi. (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlar Îsevîlik (Nasrâniyyet) dîninin esâsını değiştirdiler. Papayı günâhsız kabûl ettiler. Papazlara günâh çıkarmak gibi yetki verdiler. İnsanların günahkâr olarak doğduklarını iddiâ ettiler. Teslis yâni üçlü tanrı sistemini kabûl ettiler. Üç lü tanrı inanışına karşı çıkan papalar oldu. Meselâ Papa Honorius hiçbir zaman üçlü tanrı sistemi olan teslisi kabûl etmediği için, öldükten kırk sekiz sene sonra İstanbul'da toplanan Sinod (rûhânî meclis) tarafından resmen lânetlenmiştir. (El-Hâc Abdullah bin Destan Mustafa)
Papaların arasından çok korkunç câniler çıktı. Bunlardan biri olan papa Borjiya (Borgia), düşmanlarını ve bunların arasında bulunan din adamlarını türlü türlü zehirlerle öldürdü, mallarını gasb etti. Her türlü rezâleti işledi. Kız kardeşi ile karı ko ca hayâtı yaşadı. Bütün bunlara rağmen, mukaddes ve günahsız sayıldı. (Şemseddîn Sâmi, Yeni Rehber Ansiklopedisi)

PAPAZ (Papas):Hıristiyan din adamlarına verilen ad.
Akıldan ve ilimden mahrûm olan papazlar, İslâm dînine ve onun yüce peygamberine karşı korkunç iftirâ yapıp yalanlar uydurdular. İslâm âlimleri, papazlarla yaptıkları çeşitli münâzaralarda onları cevap veremez hâle getirdiler. Hıristiyanlar içinde de papazların zulümlerine, akıl ve mantıktan uzak inanışlarına isyân edenler çıktı. Luther ismindeki papaz, papaya isyân etti. İncîl'i Almanca'ya tercüme etti. İncîl'de bulunmayan; papazların evlenmesi, evlenenlerin bir daha ayrılmaması, günâh çıkarmak ve haça tapmak gibi hususları hıristiyanlık dîninden çıkardı. Böylece protestan denilen başka bir hıristiyan mezhebi ortaya çıktı. (Rahmetullah Efendi)
Roma kilisesi diğer din mensublarını ve vahşi kavimleri hıristiyanlaştırarak nüfûzunu artırmak için dünyânın her tarafında husûsî katolik mektebleri kurdu. Hıristiyanlığı duyurmak ve yaymak için misyoner ismini verdikleri çok müteassıb (yanlış inanış larında ısrâr eden) papazlar yetiştirdi. Bu papazlar gittikleri yerlerde câhilleri aldattılar. Anayı kızının, oğulu babasının aleyhine kışkırtarak birbirlerine düşman ettiler. (Harputlu İshâk Efendi)

PARA:Alış-veriş aracı olarak kullanılan, biriktirme ve tasarruf etmeye yarayan, çeşitli mâdenlerden veya kağıttan îmâl edilmiş değer ölçüsü. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara sikke veya meskûkât, altın paralara dînâr, gümüş paralara di rhem denir.
Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi mal ve para toplamak olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kimse helâl para ile binâ yaparsa, insanlar bundan faydalandığı müddetçe kendisine sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir zaman gelecek ki, insanlar yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp helâlini haramını düşünmeyecekler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Malı, parayı İslâm dîninin izin vermediği yerlere sarf etmemeli, izin verilen yere de israf etmemelidir. Parayı oyunlara, haramlara, çalgılara, süslenmeye, gösteriş yapmaya, öğünmeye, mal toplamaya kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince mal, para zar ardan kurtulur ve dünyâlıklar âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Haram olarak ele geçen bir kuruş parayı sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekten daha sevâbdır. (Abdullah bin Mübârek)
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) ve Tâbiîn-i ızâm (Sahâbe-i kirâmı gören büyükler) zamanlarında paralar üzerine mübârek kelimeler yazılmadı. Çünkü para alış-veriş vâsıtası olduğundan muhterem (saygıya değer) değildir. Ehl-i sünnet (P eygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda) olmayan hükûmetler meselâ Fâtımîler, Resûlîler gibi müslüman ismini taşıyan ve İslâmiyet'e uymayan devletler, para üzerine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazmışlar, milleti kandırmışlardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

PASKALYA:Hıristiyanların inanışlarına göre, Îsâ aleyhisselâmın haça gerildikten sonra dirilerek göğe yükselmesi ile ilgili olarak her yıl Mart ayının on dördüncü gününden sonra gelen ilk Pazar günü yaptıkları şenlik, âyin.
Hindûların bayram günlerine ve ateşe tapınanların Nevrûz günlerine ve hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek (saygı göstermek) ve o zamanlarda onların âdetlerini onlar gibi yapmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olur. Kâfirler in bayramlarında, paskalya ve yortularında, müslümanların câhilleri, müslüman olmayanların yaptıklarını yapıyor ve bu günleri müslüman bayramı zannediyor ve kâfirler gibi birbirlerine hediye gönderiyorlar. Eşyâlarını sofralarını kâfirlerin yaptığı gibi süslüyorlar. O geceleri başka gecelerden ayırd ediyorlar. Bunlar hep şirktir, îmânsızlıktır. (Ahmed Fârûkî)

PATRİK:Ortodoks mezhebine mensûb hıristiyanların, en büyük rûhânî (dînî) lideri.
1054 (H. 446) yılına kadar Roma'daki papaya bağlı kalan İstanbul patriği Mihâel Kirolarius, papadan ayrılarak şark (doğu) kilisesini kurdu. Ortodoks kilisesi adını alan bu kilisenin idâresini eline aldı. Bundan sonra ortodoks kiliselerinin merkezi İs tanbul Fener'deki patrikhâne oldu. Ortodoksların en büyük dînî lideri olan patrik, İstanbul'da bulunmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
İslâm dîninin herkesi kendi dînî yaşayışında serbest bırakmasından ve müslümanların hoşgörüsünden istifâde eden patrikler, zamanla kendilerine verilen hak ve hürriyetleri kötüye kullandılar. Himâyesinde yaşadıkları İslâm devletlerini yıkmak ve hırist iyan tebeayı devlete karşı ayaklanmaya teşvik etmek için çalıştılar. Osmanlı Devleti'nin duraklama ve gerileme devirlerinde dînî faâliyetleri bırakıp siyâsî faâliyetlerde bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han, Boğdan-Eflâk ve Mora isyânlarını plânlayan ve Osmanlı Devleti'ni parçalayarak yıkmaya çalışan Rum patriği Gregorius'u patrikhânenin kapısında îdâm ettirdi. Tanzimattan sonra batılı hıristiyan devletlerin destek ve teşvikiyle daha da rahat hareket eden patrikler, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasında ve yıkılmasında önemli rol oynadılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlı Devletinde Rus sefiri (büyük elçisi) olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtırâlarında Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında Fener patrikhânesinin kapısında asılan, 1821 (H.1237) Rum isyânının baş plânlayıcısı olan patrik Gregorius'un, Rus Ça rı Aleksandr'a yazdığı mektubu açıklamaktadır. Mektûb ibret vericidir:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idâre edecek reislere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkâr ve an'anelerine (geleneklerine) bağlıdırlar. Türklerde evvelâ itâat (bağlılık) duygusunu kırmak, mânevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlıklarını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu millî geleneklerine ve mânevî değerlerine uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. (M. Sıddîk Gümüş)

PAZARLIK ETMEK:Alış-verişte satan ile alan arasında malın fiyâtı veya bir işin ücreti husûsunda yapılan anlaşma.
Birbirinizi kıskanmayınız. Alış-verişte birbirinizi aldatmayınız. Birbirinize dargın durmayınız. Birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Onu hor ve aşağı görmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamber efendimizin mübârek torunları İmâm-ı Hasen ve Hüseyn her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine; bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, bir şey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? d ediklerinde; "Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır" buyururlardı. (İmâm-ı Gazâlî)

PERİ:Cin. (Bkz. Cin)

PEYGAMBER:Allahü teâlânın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmeleri için insanlar arasından seçtiği ve kendilerine mûcizeler verdiği üstün zâtlar. (Bkz. Resûl ve Nebî)
Allahü teâlânın emirlerini tebliğ etmekte, duyurmakta ve insanları Allahü teâlânın dînine çağırmakta peygamberler arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin doğru sözlü olduğuna inanmak demektir . Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. (Seyyid Abdülhakîm)
Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, her insandan her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise her zamanda ve her mekânda her insandan her bakımdan üstündür. (Seyyid Abdülhakîm)
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hid âyete, râhata ve seâdete kavuşturmak için peygamberler gönderilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler mezarlarında bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; "Peygamberler, mezarlarında namaz kılarlar ve hac ederler" buyruldu. (Dâvûd bin Süleymân)
Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile doğru olarak bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhiret seâd etini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ peygamberleri boş yere lüzumsuz göndermiş olurdu. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

PÎR:
1.Yaşlı, ihtiyâr. Kimisi bezirgân, kimisi hoca, Ecel şerbetini içmek de güç a Kimi ak sakallı kimi pîr koca Ne söylerler ne bir haber verirler.
(Yûnus Emre)
2. Mürşîd-i kâmil, tasavvuf yolunda rehber zât.
Pîr, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturur. (Hâce Behâüddîn Buhârî)
Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise), sohbeti büyük nîmettir. Ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Ve sohbetsiz vüsul (kavuşmak) mümkün değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmek düşünülemez. (Hâce Muhammed Bâkî-billah)
Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâlâya yalvarmalı ve duâ etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)
Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek feyz kapısını kapatır. (Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi)
Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Pîrlik ve müridlik yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmaz. Ehl-i sünnet ve cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Pîr-i Fânî:Ölünceye kadar Ramazân orucunu veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kadar çok yaşlı olan.

PİSKOPOS:Hıristiyanlığın katolik ve doğu kiliselerinde en yüksek rûhânî ünvâna sâhip ve umûmiyetle bir bölgenin dînî lideri olan hıristiyan din adamlarına verilen ad.
İncîl okuyan hıristiyan din adamlarına Kıssîs, bir üst derecesine de Üskuf denir. Üskufların yüksek derecesindekilere piskopos denir. (Harputlu İshâk Efendi)

PİŞMANLIK:Kişinin işlediği bir iş veya günâh sebebiyle vicdânen üzüntü duyması; tövbeye gelme; nedâmet.
Pişmanlık tövbedir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
Pişman olmaksızın dil ile yapılan tövbe yalancıların tövbesidir. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münire)
Her geçen an, ömrümüz azalmakta, ecel (ölüm) zamânını yaklaştırmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize birşey geçmez. (İmâm-ı Rabbânî)

PİYANGO:Bir kumar çeşidi. Mülk sâhiblerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek, yâhut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kur'a.
Satıcıların yaptıkları piyangolar, ziyan ve felâket sigortaları, kumarhâneler ve bankerler, birçok kimsenin malını elinden alarak, bunu kumar ve fâiz ile başkalarına vermekte, başkalarından aldıkları haram paranın arslan payı da piyangocunun, bu işi organize edenlerin ceblerine girmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İki veya daha çok kimse, aralarında para topladıktan sonra kendi aralarında piyango çekip kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumar olur. Geri kalan kısmı hayır kuruluşlarına bağışlamaları, bu piyangoyu kumarlıktan kurtarmaz. (M. Sıddîk Gümüş)

POLİGAMİ:Çok evlilik. (Bkz. Teaddüd-i Zevcât)
İslâmiyet'te poligami, dörde kadardır. Birden fazla evlenmek emir değil, şartlara bağlı bir izindir. (Mustafa Sabri Efendi)

PUL:Altın ve gümüş dışındaki mâdenî paralar. (Bkz. Fülus)

PUT:Allahü teâlâya inanmayanların taptıkları resim veya heykel.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kureyş kâfirleri, putların kendilerine şefâat edeceklerini söylüyorlar. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni olmadan hiç kimse şefâat edemez. (Zümer sûresi: 44)
Putları, tapınılan heykelleri kırmak için ve akrabâya iyilik etmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İbrâhim aleyhisselâm; "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak kıl" diye duâ edince, Allahü teâlâ duâsını kabûl eyledi. Bu sebeble İbrâhim aleyhisselâmın evlâdından hiç kimse hiçbir puta tapmadı. (İmâm-ı Mücâhid)

PUTPEREST:Puta tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Allahü teâlâ) O'nu (Muhammed aleyhisselâmı) hak ve hakîkat olan dîni tebliğ vazîfesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere gâlib gelsin. Putperestler beğenmese de bu böyledir. (Tevbe sûresi: 33)
İdrîs (aleyhisselâm) diri olarak Cennet'e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyr eyledi. Daha sonra gelenler bu resimleri tanrı sandı. Çeşitli heykeller de yapıldı. Böylece putperestlik ortaya çıktı. (Nişâncızâde ve Kisâî)
Sâlih aleyhisselâm Semûd kavmine gönderilen peygamberdi. Bu kavim putperest idi. Sâlih aleyhisselâma inanmadılar. Sonunda onlara gökten azâb gelip helâk oldular. (Nişâncızâde)

 R - 1

RAB:
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Sâhib, mâlik, terbiye eden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki; Allah her şeyin rabbi iken, hiç ben Allah'tan başka rab mı isterim? Herkesin kazanacağı ancak kendine âittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günâhını çekmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O vakit Allah, dünyâda ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (En'âm sûresi: 164)
Allah bütün göklerin ve yerin ve aralarındakilerin rabbidir. O hâlde O'na ibâdet et ve O'na ibâdet etmekte sabret... (Meryem sûresi: 65)
Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Levh-i mahfûza ilk olarak; "Benden başka Allah yoktur. Muhammed aleyhisselâm benim Resûlümdür ve Habîbimdir ve her şey benim mahlûkumdur. Her şeyin Rabbiyim, Hâlıkıyım (yaratıcısıyım) ." yazıldı. (Hadîs-i kudsî-Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel)
Rab kelimesini "Râb" diye uzatarak söylemek, mânâsını değiştirir. Çünkü Râb diye uzatarak söylenince, Arapça'da üvey baba mânâsına gelir. Meselâ "Elhamdülillâhi râbbil" diye uzatmak mânâyı bozuyor. Bunun gibi müezzinlerin (Râbbenâlekel hamd) demeleri de mânâyı bozuyor. Çünkü Rab kelimesini Râb şeklinde uzatarak söylemek, Allah'ımıza hamd ederiz yerine, üvey babamıza hamd ederiz oluyor. Bu şekilde okuma tegannî ile okumak olur. Tegannî ile okumak mânâyı bozarsa, namazı da bozar. Söylenişine dikka t etmek lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî) Besmeleyle başlıyalım her işe! Allah adı, en iyi bir sığınaktır. Nîmetleri sığmaz ölçü hisâba, Çok acıyan, affı seven bir Rab'dır.
(M. Sıddîk Gümüş)

Rabb-ül'Âlemîn:
Âlemlerin rabbi, sâhibi olan Allahü teâlâ. (Bkz. Rab)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Hamd, Rabb-ül'âlemîn olan Allah'a mahsûstur. O, Rahmân (dünyâda nîmetini herkese veren) ve Rahîm (âhirette nîmetlerini sâdece mü'minlere veren) dir. (Fâtiha sûresi: 1,2)

RABBÂNÎ:
1.Allahü teâlâdan gelen.
Evliyânın sözünde rabbânî te'sir vardır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden derin âlim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Velâkin Rabbânîler olunuz. (Âl-i İmrân sûresi: 79)
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh) vefât ettiği vakit İbn-i Hanefiyye şöyle dedi: "Bu ümmetin Rabbânîsi vefât etti."
Rabbânî âlim Yûsuf-i Hemedânî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse, kâmil bir mürşid (doğru yolu gösteren bir rehber) bulamazsa, bozuk şeyhlere talebe olmasın. Daha önce yaşamış din büyüklerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup onlarla amel etsin (orada yazılanları, hayâtında uygulasın). (Ahmed Fârûkî)

RABBENÂ LEKEL HAMD:
"Ey Rabbimiz sana hamd olsun" mânâsına namazda rükûdan doğrulunca okunması sünnet olan söz.
Peygamber efendimiz cemâatle namaz kılarken; "Semiallahü limen hamideh" yâni Allahü teâlâ kendisine hamd edenin hamdini işitir, kabûl eder" deyince, ilk safta bulunan hazret-i Muâviye "Rabbenâ lekel hamd" derdi. Böyle söylemesi takdîr ve tahsin (iyi) buyrularak, böyle söylemek kıyâmete kadar sünnet olarak kaldı. (İbn-i Âbidîn, Hindiyye)
Cemâatle namazda, imâm; "Semiallahü limen hamideh" deyince, cemâat çok yavaşca "Rabbenâ lekel hamd" der. İmâm bunu söylemez. (Halebî)

RÂBITA:
Bir velînin şeklini, sûretini hayâline getirerek onun kalbindeki feyz (bereket) ve mârifetlere (ilimlere) kavuşma yolu. Kalbini büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz alma. Her şeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile bir v elînin mübârek yüzünü hayâlinde veya gönlünde bulundurma.
"Ey îmân edenler. Allah'a bağlanınız ve sâdıklarla berâber olunuz" meâlindeki âyet-i kerîmede râbıtaya işâret vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Râbıta, feyz veren kâmil zâtın teveccühüyle birleşecek olursa, nûr üstüne nûr meydana gelir. (Tâceddîn Sübkî)
Bir insanın hiç görmediği kimsenin şeklini, sûretini yalnız işitmekle, okumakla öğrenerek, hayâline getirmesi çok zordur. Onun kendisi değil, başkası görünür. Bunun için, Resûlullah'a râbıta yapılmaz. Çünkü başkasının Resûlullah olduğuna inanmak küfü r olur. Evliyâya râbıta yapmakta bu mahzûr yoktur. (İbrâhim Fasîh)
Râbıtasız yapılan zikr (Allahü teâlâyı anma) insanı ilerletmez. Zikirsiz râbıta ilerletir. Râbıta her işte yardımcıdır. Zikirde yardımı ise pekçoktur. Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytanın aldatmasından temizler. (Muhammed Hânî)
Râbıta, kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekten, onları düşünmekten kurtulmasına vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Râbıta-i Telebbüsiyye:
Râbıta yaparken kendisini, velînin şeklinde, kıyâfetinde görmek ve düşünmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, vâz dinlerken, namaz kılarken ve her ibâdeti işlerken râbıta-ı telebbüsiyye yapmak ibâdetlerden lezzet almaya sebeb olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

RACÎM:
"Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuş uzaklaştırılmış" mânâsına şeytanın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(İblîs yâni şeytan) dedi ki: "Ben ondan (hazret-i Âdem'den) hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (Allahü teâlâ) buyurdu: "Hemen buradan (Cennet'ten veya göklerden) çık. Çünkü sen artık racîmsin." (Sad sûresi: 76, 77)
Kur'ân-ı kerîmi okumak istediğin zaman derhâl, racîm olan şeytandan Allahü teâlâya sığın (yâni Eûzü billâhimineşşeytânirracîm, de) . (Nahl sûresi: 98)
Allahü teâlâ racîm olan şeytan ile ilgili olarak, iki mühim şeyi mü'minlere emr buyurmaktadır. Bunlardan birincisi, şeytanı azılı düşman olarak bilmek, ikincisi ona düşman olmaktır. Bunun için de dâimâ İslâmiyet'e uymalıdır. (İmâm-ı Yâfiî)

RA'D SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on üçüncü sûresi.
Ra'd sûresi, kırk üç âyet-i kerîmedir. Sûrenin on üçüncü âyetinde gök gürültüsü mânâsına gelen er-Ra'd kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın varlığı, birliği, ilminin sonsuzluğu, îmân etmekle mes'ûd olanların ve inkâr eden kötü tâlih lilerin vasıfları ve âkıbetleri ve Allahü teâlânın, Peygamber efendimizin peygamberliğine şâhidliği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid bin Cebr, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Ra'd sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İnsanlar gidişlerini bozmazlarsa, Allahü teâlâ da bunlara verdiği nîmetleri değiştirmez. Allahü teâlâ bir millete cezâ vermek isteyince, bunu kimse durduramaz. Onların Allahü teâlâdan başka hâkimi yoktur. (Âyet: 12)
Kim Ra'd sûresini okursa, geçmiş ve kıyâmete kadar gelecek bulutların hepsinin ağırlığının on katı sevâb verilir. Kıyâmet günü Allahü teâlânın ahdini (sözünü, va'dini) yerine getirenlerden olarak diriltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RADIYALLAHÜ ANH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için Radıyallahü anhümâ, ikiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.
Ebû Bekr radıyallahü anh birine nasîhat ederken şöyle buyurdu: "Ey kardeşim! Sana yaptığım nasîhatı aklında tut, kaybolmamasına dikkat et. Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek" dedi. Çok kere, dilini parmağı ile tutar ve; "Başıma gelen her şey bunu n yüzündendir" derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin, demez; deveyi çöktürür, alırdı. Sebebini sordular: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bana: "İnsanlardan bir şey isteme" diye emretti" buyurdu. (Şemseddîn Sivâsî)
Ebû Bekr ile Ömer radıyallahü anhümâ bu ümmetin üstünleridir. (Hazret-i Ali)
Eshâb-ı kirâmın radıyallahü anhüm ecmaîn hepsini büyük bilip, hürmet etmekle berâber, Ehl-i beyti (Peygamber efendimizin akrabâlarını) de sevmek Ehl-i sünnetin alâmetidir. (Tâhir-i Buhârî)

RADIYALLAHÜ TEÂLÂ ANHÂ:
Hanım sahâbîlerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allahü teâlâ ondan râzı olsun" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki hanım sahâbî için (Radıyallahü teâlâ anhümâ" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.
Kadınlar Cennet'te, dünyâdaki bayram günleri gibi senede birkaç kere Allahü teâlâyı göreceklerdir. Mü'minlerin kâmil (olgun, üstün) olanları her sabah akşam, diğerleri ise Cumâ günleri Allahü teâlâyı anlaşılamayan bir şekilde göreceklerdir. Mü'min ka dınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımât-üz Zehrâ ve Hadîcet-ül Kübrâ ve Âişe-i Sıddîka ve diğer ezvâc-ı tâhirât (Peygamber efendimizin mübârek hanımları) ve hazret-i Meryem ve hazret-i Âsiye radıyallahü teâlâ anhünne ecmaîn gibi kâmil (üstün) ve ârif hâtunların diğer kadınlardan müstesnâ (ayrı) tutulmaları uygun olur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

RADÎ':
Süt emen iki buçuk yaşından küçük çocuk.
Radî', süt ana-baba ve akrabâsının hepsiyle evlenemediği gibi, süt ana-baba da Radî'nin evlâdı, zevc (koca) veya zevcesi (hanımı) ile evlenemez. (İbn-i Âbidîn)

RÂFIZÎLER:
Şîanın kollarından. İmâm-ı Zeynel'âbidîn'in vefâtından sonra oğlu Zeyd'den ayrılarak, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları) düşmanlığında taşkınlık gösteren, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl etmeyen kimselerin m ensûb olduğu bozuk fırka. Terk edenler, ayrılanlar mânâsına râfızî denilmiştir.
Ümmetim arasında râfızî denilen kimseler meydana gelecektir. Bunlar İslâm dîninden ayrılacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Râfızîler, Zeyd bin Zeynel'âbidîn Ali, "İmâmdır" dediler. Bunlar Zeyd'e, Ebû Bekr ile Ömer'e düşman ol dediler. O da büyük dedem olan Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem dedi. Bunun üzerine Zeyd'in yanında n ayrıldılar. Râfızîler hazret-i Ali'yi seviyoruz; onu sevmek için, Eshâb-ı kirâmın hepsine veya birkaçına düşman olmak lâzımdır diyorlar. Bu bozuk düşünceleri onları doğru yoldan ayırdı. (Fîrûzâbâdî, Şehristânî)
RÂFİ' (Er-Râfi'): Esmâ-i hüsnâdan. Allahü teâlânın güzel isimlerinden. Mü'minlerin ve evliyânın derecelerini yükselten ve huzûrunda başlarını kaldırarak pak cemâline bakmak ile mertebelerini yükselten.
Er-Râfi' ism-i şerîfini söyleyen, zâlimlerin zulmünden emin olur. Beş yüz kerre söyliyenin maddî mânevî ihtiyâcı giderilir. (Yûsuf Nebhânî)

RAGÎBET:
İhsân ve ikrâm. Çoğulu regâibdir.
Receb-i şerîfin ilk Cumâ gecesine Regâib gecesi denir. Çünkü Allahü teâlâ bu gecede, mü'min kullarına rağibetler yapar. O gece yapılan duâ, namaz, oruç, sadaka gibi, ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

RÂH-I İCTİBÂ:
Tasavvufta Allahü teâlâya kavuşturan yollardan biri. Seçilmişlerin yolu. (Bkz. İctibâ Yolu)
Râh-ı ictibâ, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur. Ancak ümmetlerinden onlara tâbi olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, buna da nasîb ederler. (Şihâbüddîn Sühreverdî)

RÂH-I MÜRÎDÂN:
Tasavvufta müridlerin, talebelerin yolu. Allahü teâlâya kavuşturan yollardan. Sâlikler (tasavvuf yolunda ilerleyen talebeler) yolu. (Bkz. İnâbet)
Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir: Râh-ı mürîdân ve râh-ı murâdân. Râh-ı mürîdân, müridlerin yolu olup, sülûk ile (tasavvuf yolunda ilerlemekle) alâkalıdır, zahmetlidir. Râh-ı murâdân seçilmişlerin yolu olup, cezbe (Allahü teâlânın yolunda çeki lme) ile alâkalıdır. Buna ictibâ yolu da denir. (Bkz. Râh-ı İctibâ) (İmâm-ı Rabbânî)

RÂHİB:
Hiç evlenmeyen, bekâr ve yalnız yaşayan, yalnız ibâdetle meşgûl olan ve kilisede vazîfeli olan hıristiyan din adamı.
Papazlar herkese râhib olmayı, yalnız yaşamayı emrediyordu. Allah yolunda bulunabilmek ve Allahü teâlâya yaklaşabilmek ancak ruhbanlıkla yâni evlenmemekle olur sanıyorlardı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bunu önlemek için Eshâbının (arkadaşlarının) bekâr yaşamasını yasakladı. "Nikâh yapmak (evlenmek) benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse benden değildir" buyurdu. (Saideddîn Fergânî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam tarafına giden ticâret kervanına katıldı. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra denilen yerde hıristiyanlara mahsûs bir manastırın yak ınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhib kalıyordu. Önceden yahûdî âlimlerinden iken sonradan hıristiyan olan bu bilgili râhib, kervanda bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Râhib Bahîra ısrarla yemeğe getirttiği sevgili Peygamber efendimizin mübârek sırtındaki mühr-i nübüvveti açtırdı. Bunu görünce, henüz yaşı küçük olan Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilen son peygamber olduğuna şehâdet etti. (Muînüddîn Hirevî)

RÂHİBE:
Kadın râhib. Hiç evlenmeyen, yalnız ve bekâr olarak yaşayan, kilisede ibâdetle meşgûl olan görevli kadın.
Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zinâ olduğunu Îsâ aleyhisselâm bildirmiş iken, hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir. Bugün ellerde dolaşan İncîller hıristiyan kadınların örtünmelerini emretmektedir. Bunun içindir ki, bütün kiliselerde, manastırlarda vazîfeli olan kızlar, râhibeler, müslüman kadınları gibi örtünmektedirler. (Harputlu İshâk Efendi)

RAHÎM (Er-Rahîm):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Şüphesiz ki, Allahü teâlâ Gafûrdur, Rahîmdir. (Zümer sûresi: 53)
... Ben ziyâdesi ile tövbe kabûl edici ve Rahîmim. (Bekara sûresi: 53)
Şeytan; "Allahü teâlâ Rahîm'dir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ, âhirette dostlarını yâni mü'minleri Rahîm sıfatıyla, keremiyle, ihsânıyla, Cennet'e ve cemâline kavuşturur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Her kim her gün yüz kerre Rahîm ism-i şerîfini söylerse, kalbinde rikkat ve mahlûkâta karşı merhamet peydâ olur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün, mü'minlere karşı raûf (şefkatli) ve rahîmdir. (Tevbe sûresi: 128)
Biz delikanlı, yaşça birbirimize yakın bir takım gençler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) geldik de O'nun yanında yirmi gece kaldık. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) rahîm ve refîk (yumuşak, kibar, nâzik) idi. Âile efrâdını özlediğ imizi anlayınca, bize âilelerimizden kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine haber verdik. Bunun üzerine: "Âilelerinizin yanına dönün de onların arasında kalın! Hem onlara öğretin! Kendilerine emir verin! Namaz vakti gelince içinizden biriniz size ezân okusun; sonra en büyüğünüz size imâm olsun" buyurdu. (Mâlik bin Huveyris-Müslim)

RAHİMEHULLAH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan başka İslâm büyüklerinden birisinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen ve yazılan, Allahü teâlâ ona rahmet eylesin mânâsına, duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahimehumallah daha çok kimse için, rahimehumull ah denir.

RAHMÂN (Er-Rahmân):
"Dünyâda dost olsun düşman olsun, lâyık olsun olmasın, mü'min olsun kâfir olsun bütün yaratıklara rızık ve sayısız nîmetler veren" mânâsında Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Rahmânın kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakar ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara "sağlık, esenlik size" gibi güzel sözler söyleyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. (Furkan sûresi: 63)
Her kim namazdan sonra yüz defâ Rahmân ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalbinden nisyan ve gafleti çıkarır. (Yûsuf Nebhânî) Zikr et zikr, bedende iken Cânın! Kalbin temizliği zikri iledir Rahmânın!
(İmâm-ı Rabbânî)

Rahmân Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli beşinci sûresi.
Rahmân sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yetmiş sekiz âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen Rahmân kelimesinden dolayı Sûret-ür-Rahmân denilmiştir. Sûrede; göklerin düzeninden, Allahü teâlânın insanlara olan lütfu ve ikrâmından, insanın yaratı lışından, Allahü teâlânın kudretinden, kıyâmet gününden ve o günde isyânkârların cezâlandırılmasından ve inananların kavuşacağı nîmetlerden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Rahmân sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, yeri mahlûkât için yaratmıştır. Orada meyvalar ve salkımlı hurma ağaçları vardır. Yapraklı tâneler ve hoş kokulu bitkiler vardır. (Âyet: 10-12)
Kim Rahmân sûresini okursa, Allahü teâlânın verdiği nîmete şükr etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

RAHMET:
1. Acıma, merhamet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: "Ey (günâh işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günâhları magfiret buyurur, bağışlar. Şüphesiz ki O, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (Zümer sûresi: 53)
Yâ Rabbî! Bize rahmetini ihsân eyle. İhsân sâhibi ancak sensin. (Âl-i İmrân sûresi: 8)
Allahü teâlâ rahmeti yüz parçaya ayırmış, doksan dokuzunu kendisinde bırakmış, yeryüzüne bir parça indirmiştir. İşte bütün mahlûklar bu parça sebebiyle birbirlerine acırlar... (Hadîs-i şerîf-Müslim)
... Ramazân'ın birinci gecesi Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azâb etmez. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin meleği ona sâyehân eder, gölgelendirir. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha kadar ona rahmet ile duâ ederler. Her bir ayağını kaldırdıkta bir günâhı affolur ve bir derece verilir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Allahü teâlânın bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gazab ve azab edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâdan korkmalı, fakat O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümid, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. (Muhammed Hâdimî)
2. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Muhammed'in isimlerinden.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ sûresi: 107)
3. Kur'ân-ı kerîm.
4. Yağmur.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ rüzgârı, rahmetinden önce müjdeci olarak gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden meyveler çıkarırız. Ölülerini de mezârlarından böyle çıkaracağız. Umulur ki, düşünüp ibret alırsınız. (A'râf sûresi: 57)

Rahmet-i İlâhiyye:
Allahü teâlânın merhameti, acıması.
Kalbinde zerre kadar îmân olan bir kimse, Cehennem'de sonsuz kalmayacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennet'e girecektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cenâb-ı Hak bir kulunun hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Rahmet-i ilâhiyye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden yorgunluğu giderir. (İmâm-ı Gazâlî)

Rahmet Kapısı:
Duâların kabûl edildiği, ihsân ve bereket kapısı. Duâların geri çevrilmediği lütuf kapısı.
Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn
Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye adamın birini duâ ederken; "Yâ Rabbî! Bana rahmet kapını aç!" dediğini işitince; "Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı şimdiye kadar kapalı mı idi de, şimdi açılmasını istiyorsun?" Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ etmeliyiz" dedi. (Muhammed Rebhâmî)

Rahmet Melekleri:
Yeryüzünde dolaşan ve mü'minlerin ölümü ânında hâzır olan melekler. Bunlara Rûhâniyân da denir.
Resim, köpek ve cünüp kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Sizden öncekiler arasında doksan dokuz kişiyi öldürmüş biri vardı. Bu adam yeryüzündekilerin en âlimini sordu. Bir râhibi tavsiye ettiler. Ona geldi ve; "Doksan dokuz kişiyi öldüren bir kimse için tövbe (affolma imkânı) var mı?" diye sordu. O râhib de; "Hayır" dedi. Bunun üzerine onu da öldürdü ve onunla yüz kişiyi tamamladı. Sonra yeryüzündeki insanların en âlimini sordu. Ona başka âlim birini tavsiye ettiler. Ona geldi. "Yüz kişiyi öldürmüş bir kimse için tövbe var mı?" diye sordu. O da; "Evet tövbeyi kim engelleyebilir. Sen şu yere git. Çünkü orada Allahü teâlâya ibâdet (kulluk) eden insanlar vardır. Sen de onlarla berâber Allah'a kulluk yap. Sakın kendi memleketine dönme. Çünkü orası kötü bir yerdir" dedi.
Adam oraya gitti. Fakat yolu yarıladığında vefât etti. O zaman Rahmet melekleri ile azap melekleri (onun rûhunu alma) konusunda konuştular. Rahmet melekleri: "Bu adam tövbe ederek ve kalbi ile Allahü teâlâya yönelerek geldi" dediler. Azap melekleri ise; "O henüz bir hayır işlememiştir" dediler. Onların yanına insan sûretinde bir melek geldi. Onu aralarında hâkim yaptılar. O melek; "İki yer arasını (kendi memleketiyle gideceği iyi memleketin arasını) ölçünüz. Bunlardan hangisine daha yakınsa o oradan sayılır." dedi. Ölçtüler ve onu gitmek istediği yere daha yakın buldular. Bunun üzerine onu Rahmet melekleri aldılar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hangi evde Kur'ân-ı kerîm okunursa, orada bereket, bolluk olur, şeytanlar uzaklaşır, melekler oraya hücûm eder. Hangi evde Kur'ân-ı kerîm okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk başgösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır ve şeytanlar orayı istilâ eder. (Ebû Hureyre-İhyâ)
Can vermek acısı, dünyâ acılarının hepsinden daha şiddetlidir. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrîlerini görüp, onların zevki ile, can verme acısını duymaz. Rûhu tere yağından kıl çeker gibi çıkar. Nîmetlere kavuşur. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ)

RAHMETEN LİL ÂLEMÎN:
"Âlemlere rahmet" mânâsına Peygamber efendimizin mübârek isimlerinden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz seni ancak rahmeten lil âlemîn gönderdik. (Enbiyâ sûresi: 107) Geldi çün ol rahmeten lil âlemîn Vardı nûr anda karâr kıldı hemîn
(Süleymân Çelebi)

RAHMETULLAHİ ALEYH:
Daha çok Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) başka din büyüklerinden birinin ismi anıldığı veya yazıldığında, söylenen veya yazılan "Allahü teâlâ ona rahmet eylesin" mânâsına duâ, hürmet ve saygı ifâdesi. İki kişi için rahmetulla hi aleyhimâ, daha çok kimse için rahmetullahi aleyhim denir.
Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyhin kıymetli sözlerinden bâzıları şöyledir: Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görürseniz, İslâmiyet'e uymaktaki hassâsiyetine, titizliğine bakınız. Eğer bu yönü tam ise ona uyabilirsiniz. Emir ve yasaklara uymakta az da olsa bir gevşekliği varsa, hemen ondan uzaklaşınız, çünkü size zararı dokunur.
Allahü teâlâdan gâfil olmak, O'nu unutmak, ateşte olmaktan daha beterdir, kötüdür.
Sabır; yüzü ekşitmeden başa gelen dert ve musîbeti yudum yudum içine sindirmektir.
Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn rahmetullahi aleyh buyurdu ki: "Allahü teâlânın adı bulunmayan söz kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak faydasızdır."

RAKÎB (Er-Rakîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi hakkıyla gören, gözeten, koruyan, bir an onlardan habersiz olmayan, murâkabesi (gözetmesi) devamlı olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ her şeyi, rakîbdir. (Ahzâb sûresi: 52)

RAKS:
Oynamak, dans.
Tasavvuf yolları çoktur. Bunların içinde en lüzumlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden (dinde reformlardan) kaçan büyüklerin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, h âl, görüş ve ma'rifetler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fakat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakta gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bu büyüklerin yolunda sima' ve raks yasaktır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişler, bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. (Abdülhakîm Arvâsî)

RAMAZAN:
Hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu ay. Ramazan yanmak demektir, çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.
Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Kim Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramı gecelerini ihyâ ederse; kalblerin öldüğü gün, onun kalbi ölmez. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ü Metcer-ür-Râbih)
Kim Ramazân-ı şerîfin başından sonuna kadar cemâatle namaz kılarsa, Kadir gecesinden nasîbini almış olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Ramazan çok hayırlı ve mübârek bir aydır. Gündüz tutulan oruca, gece kılınan namaza, bu ayda verilen sadakaya, Allahü teâlâ kat kat sevâb verir. (Hazret-i Ömer)
Ramazan ayının ilk gecesinden son gecesine kadar göklerin kapıları açılır. Yâni bereket ve duâların kabûl kapıları açık kalır.Ramazan gecelerinde namaz kılanlara Allahü teâlâ her bir secdesine bin beş yüz hasenât, lutf ve ihsân buyurur. Kırmızı yâkut tan yapılmış bir cennet verilir. Birçok kapısı olup, kapıları altından, kırmızı yâkutlar ile süslüdür. Allahü teâlâ insanın her orucuna başka başka lutuflar ihsân eder. Oruçlu olduğu günün güneşinin doğuşundan batışına kadar yetmiş bin melek o oruçluya istiğfâr eder. Gecesinde ve gündüzündeki secdelerine, Cennet bağlarında dünyâda tasavvur edemediği ağaçlar dikilir ve gölgeliklerinde binlerce insan gölgelenir. (Muhyiddîn-i Arabî)
Ramazân-ı şerîfte yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennem'den âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere bütün sene bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ramazan Hilâli (Bkz. Rü'yet)

RÂSİH ÂLİM:
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan büyük din âlimi. (Bkz. Ulemâ-i Râsihîn)
Râsih âlimlerin dört hasleti vardır: 1)Allahü teâlâdan korkmak, 2)İnsanlara karşı mütevâzî (alçak gönüllü) olmak, 3)Dünyâya düşkün olmamak, 4)Nefsi ile mücâdele etmek. (İmâm-ı Mâlik)
Râsih âlimler, peygamberlerin vârisleri oldukları müjdelenmiş olan, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tam uyan, kendilerine nice gizli ve ince bilgiler ihsân olunan ve gizli ve açık ilimlere kavuşan âlimlerdir. İsrâ sûresinin seksen beşinci âyetinde meâlen; "Sizlere, ilimden pek az verildi" buyruldu. Burada bildirilen ilim ile şereflenen râsih âlimler perde arkasını seyretmektedirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Râsih ilimli âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân ettiği ilme (vehbî) veya (kalb ilmi)denir. Hadîs-i şerîfte; "İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)

RAÛF (Er-Raûf):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına karşı merhâmeti çok olan ve yaptıkları iyilikleri zâyî etmeyen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhâcirlerden (Mekke'den göç eden) ve Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler; "Yâ Rabbî! Bizi affet ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi affet. Kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen Raûf'sun, Rahîm'sin" derler. (Haşr sûresi: 10)
Kızgınlık ânında kim on defâ er-Raûf ism-i şerîfini söyler ve Peygamber efendimize salevât-ı şerîfe okursa öfkesi geçer, sâkinleşir. (Yûsuf Nebhânî)
2. "Ümmetine karşı çok merhâmet eden, acıyan" mânâsına Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, O'na çok ağır ve güç gelir. Size (îmânınıza ve hâlinizin salâhına, iyi olmasına) çok düşkündür. Mü'minlere karşı raûf ve rahîmdir. (Tevbe sûresi: 128)

RAVDA-İ MUKADDESE:
Mukaddes bahçe. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevveredeki mescidinin içinde kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberinin arasında kalan mübârek mekân, yer. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

RAVDA-İ MUTAHHERA:
Temiz bahçe. Medîne-i münevveredeki Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidinin içinde bulunan ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan 26 m. uzunluğundaki mübârek yer. Ravda-i mukaddese, Ravda-i mübâreke de denir.
Bu fakire göre yeryüzünün en kıymetli yeri, Kâbe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm denilen câmidir. Bundan sonra Medîne'deki Ravda-i mutahheradır. Üçüncü olarak Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki, Ravda-i mutahhera Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hacca giden müslümanlar Mekke'de hac vazîfesini yerine getirdikten sonra Medîne'ye gelirler. Mescide girmeden önce gusl abdesti alınır. Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyârete niyet edilir. Salevât-ı şerîfe ve duâ okuyarak Mescid-i nebîye geli nir ve minber yanındaki Ravda-i mutahherada iki rek'at tahiyyet-ül-mescîd namazı, iki rek'at da şükür namazı kılınır. Duâdan sonra Kabr-i şerîf ziyâret edilir. (Abdullah Mûsulî)

RAVDA-İ MÜBÂREKE:
Mübârek, bereketli bahçe. Medîne-i münevverede, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfi ile mescidin o zamanki minberi arasında kalan mübârek mekan, yer. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

RÂVÎ:
Rivâyet eden, nakleden; duyduğu veya gördüğü bir sözü, bir işi, bir olayı başkasına haber veren; Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, metin (hadîs-i şerîfin kendisini) ve senedi (nakledenleri) ile birlikte nakleden hadîs âlimi.
Hadîs râvîlerinden Ebû Hüreyre radıyallahü anhın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: "Kadın dört şey için nikâh edilir:Malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen, dindâr kadını seç; mes'ûd olursun." Bir başka hadîs-i şerîfte; "Abdestli olan vücûd âzâsına Cehennem ateşi dokunmaz" buyruldu.
Râvîlerin önde gelenlerinden hazret-i Âişe vâlidemize, Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Ey Âişe, yumuşak ol! Zîrâ Allahü teâlâ, bir ev halkına iyilik murâd ederse, onlara rıfk (yumuşaklık) kapısını gösterir."
Müksirûn denilen binden fazla hadîs nakletmiş olan râvîlerden Enes bin Mâlik, şu hadîs-i şerîfi bildiriyor: "Kendisinde şu üç sıfat bulunan, îmânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Küfürden (îmânsız olmaktan) kurtulup hidâyete (doğru yola) kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derece kerih (çirkin) ve kötü görmek."

RÂYE:
Bayrak, sancak. (Bkz. Livâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yirmi yedi kerre muhârebe yaptı. Bunlardan dokuzunda er olarak hücûm etti. Diğerlerinde başkumandanlık mevkiinde bulundu. Râyesi siyâh idi. Livâsı (sancağı) daha küçük olup, beyaz idi. (İmâm-ı Kastalânî)

RÂZI:
Memnûn, hoşnûd olan. (Bkz. Rızâ)
Kendisinden kocası râzı olduğu hâlde ölen her müslüman kadın Cennet'e girer. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Namazlarını vakitleri gelince hemen kılanlardan Allahü teâlâ râzı olur. Vakitlerinin sonlarında kılanları da affeder. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Leme'ât)
Üveys-i Karnî'nin yüksek mertebelere kavuşması, annesini râzı etmesi bereketiyle idi. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdu: "Üveys-i Karnî'nin bütün o kerâmet ve ihsâna kavuşması; annesine iyilik etmesiyledir" (Meşârik-ul-Envâr)

RÂZIK:
Rızk veren. Yiyecek, içecek gibi kendisi ile faydalanılan şeyi veren.
Hakîkatte hâlık (yaratıcı) ve râzık Allahü teâlâdır. İnsana, hâlık veya râzık demek ilhâddır (zındıklık, dinsizliktir). İnsanın aslî sıfatı, âcizlik ve ihtiyâçtır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi (zâtına âit olan sıfatı), kudret (her şeye gücünün y etmesi) ve gınâdır (başkasına muhtâç olmamasıdır). İnsanlara, yarattı ve yaratıcı dememeli; Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Allahü teâlâ öyle bir Râzıktır ki, kullarının günâhlarından dolayı onların rızıklarını kesmiyor. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 R - 2

REBÎ'UL-EVVEL:
Hicrî-Kamerî senenin üçüncü ayı, Peygamberimizin doğduğu ay.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, mîlâdın beş yüz yetmiş birinci yılı Nisan ayının yirmisine rastlayan, Rebî'ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki müsl ümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde mevlid kasîdeleri okunarak Resûlullah efendimiz hatırlanmaktadır. Peygamberimiz, nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyet verirdi. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştı. Bugün de, müslümanların bayramıdır. Neş'e ve sevinç günüdür. (İmâm-ı Kastalânî)

RECÂ:
Ümid etmek, Allahü teâlânın rahmetini ummak. (Bkz. Havf ve Recâ)
Peygamber efendimiz, ölüm döşeğinde yatan bir hastanın ziyâretine giderek, ona, kendisini nasıl hissettiğini sorar. Adam; "Günâhımdan korkuyor, fakat Allahü teâlânın rahmetinden de ümîdimi kesmiyorum" deyince; Resûlullah efendimiz; "Mü'minin kalbinde havf (korku) ile recâ toplandığı müddetçe, Allahü teâlâ o kuluna ümit verir ve onu korktuğundan emîn kılar" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn-Tenbîh-ül-Gâfilîn)

RECEB AYI:
Hicrî ayların yedincisi ve mübârek üç ayların birincisi.
Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikrâm edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette ikrâm eder. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (saygı gösterene) , Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız, yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. Fâiz alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk; müslüman olan ve şerîate dîne uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Receb-i şerîfin bir gün evvelinden, bir gün ortasından ve bir gün de sonundan oruç tutana Receb-i şerîfin hepsini tutmuş gibi, Hak teâlâ hazretleri lütf ve ihsânda bulunur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Receb ayının her gecesi kıymetlidir. Receb ayı Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. (Kutbüddîn İznikî)

RECM:
Taşlama; muhsan (evli) olup, zinâ eden kadın ve erkeği taşlayarak öldürme.
Recm olunacak müslüman erkek ve kadının, zinâ suçunun, dört şâhid ile isbât edilmiş olması veya kendileri tarafından dört kerre îtirâf (kabûl) edilmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Osmanlılarda, altı yüz sene içinde, bir kerre zinâ şâhidliği yapılmamış, bu sebeb ile hiç kimse, recm edilerek öldürülmemiştir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

REDDİYE:
Ferâiz yâni İslâm mîrâs hukûkunda, Eshâb-ı ferâiz adı verilen Kur'ân-ı kerîmde hisseleri bildirilen mîrâsçılar hisselerini aldıktan sonra terike (ölenin bıraktığı mal) artmış ise ve kalanı alacak kimse yoksa, artan terikenin yine aynı mirasçılar aras ında payları oranında taksim edilmesi. Bu sûretle hisse alanlara Eshâb-ı red denilir.
Zevc (koca) ve zevce (hanım) dışındaki Eshâb-ı ferâiz (belli pay sâhipleri) reddiye yoluyla mîrâsçı olur. Zevc ve zevceye red olunmayanlar denir. (M. Mevkûfâtî)

REF':
Yukarı kaldırma, yükseltme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kitabda İdrîs'i de (aleyhisselâm) an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu yüksek bir mekâna (göklere veya Cennet'e) ref' ettik. (Meryem sûresi: 56, 57)
Doğrusu Allah onu (Îsâ aleyhisselâmı) ref' edip himâyesine almıştır. Allah Azîz'dir. Hükmünde hikmet sâhibidir. (Nisâ sûresi: 158)
Biz, dilediğimizi derecelerle ref' ederiz ve her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır. (Yûsuf sûresi:76)
(Ey Resûlüm! Biz) Senin şânını (ismini ezân ve ikâmetlerde okunmakla) ref' etmedik (yükseltmedik) mi? (İnşirâh sûresi: 4)

RE'FET:
Acıma, merhamet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) gönderdik ve ona İncîl'i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalblerine de re'fet ihsân ettik. (Hadîd sûresi: 27)
Acımak ve şefkat duygusunu kalbine yerleştirmiş olan re'fet sâhibleri, himmetlerini zayıf ve âciz bir hayvana varıncaya kadar uzatırlar. Re'fet sâhibi olmak, Allahü teâlânın lütuf ve merhâmetinin eseridir. (Ahmed Rıfat Efendi)

REFÎK:
1. Dost ve arkadaş.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim Allahü teâlâya ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda, ihsânlarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlih kişilerle berâberdir. Bunlar ne güzel refiktirler. (Nisâ sûresi: 69)
Her peygamberin bir refîki vardır. Benim Cennet'teki refîkim Osman'dır. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ul-Muhrika)
Önce refîk sonra yol. (Şâh-ı Nakşibend) Yâ Rab! Kabrimi Ravda-i Cennet et, Yalnız bırakma, refîkim rahmet et.
(M. Sıddîk Gümüş)
2. Yumuşak huylu, rıfk sâhibi. (Bkz. Rıfk)
Allahü teâlâ refîktir, yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini yumuşak davranana ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Refîk-i A'lâ:
1. Allahü teâlâ.
Ölüm hastalığında Resûl-i ekrem, dünyâda kalmakla, âhirete kavuşmak husûslarında serbest bırakıldığı vakit; "Allah'ım, senden Refîk-i a'lâ'yı isterim" buyurmuştur. (Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)
2. Peygamberlerin, evliyânın, şehidlerin ve sâlih (iyi) kimselerin rûhlarının bulunduğu yer.
Rûhun, bedendeki hâlinden başka hâlleri vardır. Mü'min öldükten sonra, rûhu, Refîk-i a'lâda bulunur. Bedene ilgisi de vardır. Bir kimse, mezârdaki bedene selâm verse, Refîk-i a'lâda bulunan rûhu bu kimseye selâm verir. (Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dilediklerine kavuşup, Allahü teâlânın ihsân ettiği derecelere varıp, cenâb-ı Hakk'ın takdîri yerini bulunca, Azrâil aleyhisselâmın dâvetini kabûl edip, hicrî bin otuz dört senesi, Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü Ref îk-i a'lâ'ya kavuştu. Sihrind (Serhend) kabristanına defn edildi. (Bedreddîn Serhendî)
Allah'tan korkan takvâ sâhipleri için, başkalarının ortak olmıyacağı üstün makamlar vardır. Onlar, Refîk-i a'lâ'da yer alırlar. Çünkü onlar âlimlerdir. Âlimler ise, Peygamberlerin vârisleri olmaları bakımından peygamberlerle berâberdir. Refîk-i a'lâ' da bulunmak, peygamberler ve onlara katılanlara mahsûstur. (İmâm-ı Gazâlî)

REFREF:
İnce, yumuşak kumaş, bir çeşit döşek; Peygamber efendimizin mîrâc esnâsında (bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Cennet'i ve Cehennem'i gördüğü gece) bindikleri Cennet yaygısı.
Resûlullah efendimiz, mîrâc gecesinde, Cebrâil aleyhisselâm ile Burak adındaki beyaz hayvana bindi. Altıncı gökteki Sidret-ül-müntehâ ağacının yanına geldiler. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı ve; "Kıl kadar ilerlersem, yanar yok olurum" dedi. Resûlullah efendimiz, Cennet'i, Cehennem'i ve sayısız şeyleri gördü. Sonra Refref üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktı. Hicâb denilen yetmiş bin perdeden geçti. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede vazîfeli melekler vardı. Refref, Peygambe r efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. (Halebî) Söyleşirken Cebrâil ile kelâm Geldi Refref önüne verdi selâm.
(Süleymân Çelebi)

REGÂİB GECESİ:
Mübârek gecelerden. Receb ayının ilk Cumâ gecesi. Regâib, ragîbetin çoğuludur. Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.
Allahü teâlâ, Regâib gecesinde mü'min kullarına, ragîbetler yapar. Regâib gecesinde yapılan duâ red olmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler. (Seyyid Abdülhakîm)
Türkiye'de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek babası Abdullah'ın evlendiği geceye, Regâib kandili ismi veriyorlar. Regâib gecesine böyle mânâ vermek doğru değildir. Böyle mânâ ve rmek, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dokuz aydan önce dünyâyı teşrif etmiş olduğunu yâni doğduğunu bildirmek olur ki, bu da noksanlık ve kusurdur. Her bakımdan her insanın üstünde ve her bakımdan kusursuz olduğu gibi, Âmine vâlidemizi nû rlandırdığı zaman da noksan ve kusurlu değildi. Bu zamânın noksan olması tıp ilminde ayb ve kusur sayılmaktadır. (Seyyid Abdülhakîm)

REGÂİB NEMAZI:
Receb ayının ilk Cumâ gecesi olan Regâib gecesinde kılınan nâfile namaz.
Regâib, Berât ve Kadir gecesi namazını cemâatle (toplu olarak) kılmak mekrûhtur. Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır ve yapın diye emir buyurmamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

REHBER:
Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât. (Bkz. Mürşîd)
Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; insanların rehberi, her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve cenâb-ı Hakk'a kavuşturma yolunu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten men edici olması, misâfirperver ve gece leri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Târihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlad ı. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmiyenler, hâlıkı (yaratanı) evvelâ etraflarında aradı. Kendilerine en büyük fâidesi olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmağa başladılar. Kısacası, insan bir, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir. İslâm dînini tebliğ eden, en son ve en üstün peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. O'na verilen kitâb, Kur'ân-ı kerîmdir. O'nun doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, hadîs-i şerîf denir. Bir insan, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını anlayamaz. Bunun için, yetişmiş ve yetiştirebilen Mürşid-i kâmil denilen büyük din âlimlerine ihtiyaç vardır. Bun ların en üstünleri de dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir "rahmetullahi aleyhim ecmaîn". Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâblarını okumak lâzımdır. Bunların herbirinin kitâblarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna "Ehl-i Sünnet" îtikâdı (inancı) denir. (M. Sıddîk Gümüş)

REHN (Rehin):
Bir sebebden dolayı bir şeyi habsetmek, alıkoymak; ödenecek mal karşılığında bir malı, alacaklıda veya başka emin bir kimse elinde emânet bırakmak. İpotek etmek.
Rehn ancak mal borcu için verilir ve zor ile alınmaz. Rehn akd ile yâni îcâb ve kabûl (sözleşme) ile yapılır. (İbn-i Âbidîn)
Rehin bırakılan malın, satılmaya elverişli olması şarttır. Ağırlıkla ve hacim ile ölçülen her şey; altın, gümüş eşyâ, para rehn olarak verilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Rehin edilen şeyin satışı, rehn sâhibinin izni olmadan bâtıldır, geçersizdir. Teslîmi câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Rehn, borç ödeninceye kadar habs olunur. Önce borç ödenir; sonra rehn geri verilir. (İbn-i Âbidîn)
Alacaklı; rehnin, borçlunun mülkünden çıkmasına sebeb olamaz, satamaz, kiraya veremez. Rehni, ancak borçlunun izni ile kullanabilir. (Ali Haydar Efendi)
Borçlu, rehndeki malını, alacaklının izni olmadan satamaz. Satmak için isteyemez. (İbn-i Âbidîn)

REK'AT:
Namazın bölümlerinden her biri; bir namazda kıyâm, rükû ve iki secdenin toplamı.
Bir kimse kırk gün (cemâatle kılınan) namazın birinci rek'atini kaçırmazsa, ona iki berât (kurtuluş vesîkası, senedi) yazılır: Cehennem'den kurtulma berâtı ve nifâktan (münâfıklıktan) kurtulma berâtı. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Ağız misvâklanmış olarak kılınan iki rek'at namaz, misvaklanmadan kılınan yetmiş rek'at namazdan daha üstündür. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Beyhekî)
Âkil (akıllı) ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) olan her müslümanın her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Bu beş vakit namaz kırk rek'at eder. Bunlardan on yedi rek'ati farzdır. Üç rek'ati vâcibdir. Yirmi rek'ati sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Birinci rek'at, namaza durunca; diğer rek'atler ayağa kalkınca başlar ve tekrar ayağa kalkıncaya kadar devâm eder. Son rek'at ise, selâm verinceye kadar devâm eder. (İbn-i Âbidîn)
İki rek'atten az namaz olmaz. Akşamın farzı ile vitirden başka, her namaz çift rek'atlidir. (Tahtâvî)
Her bir rek'atte namazın farzları, vâcibleri, sünnetleri, müfsidleri ve mekrûhları vardır. (Bkz. İlgili maddeler) (Abdullah-ı Mûsulî)
Namazda rükûa yetişemeyen, o rek'ati imâmla kılmış olmaz. İmâm rükûda iken gelen, niyyet eder ve ayakta tekbîr getirip namaza girer. (Halebî İbrâhim)

REML (Remel):
Hac ibâdeti yerine getirilirken, tavâfın (Kâbe'nin etrâfında dönmenin) ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek, çalımlı yürümeleri.
Reml, haccın sünnetlerindendir. Resûlullah efendimiz, Mekke'yi feth edip Kâbe'yi tavâf esnâsında, Eshâbı (arkadaşları) ile birlikte reml yaparak tavâf ettiler. Bu şekilde yapmalarının sebebi; karşıdan onları seyreden ve müslümanların zayıf düştükleri kanâatinde olan Mekkeli müşriklere, mü'minlerin güçlü ve azimli olduklarını göstermek içindi. İşte bu sünnet, o hâdisenin hâtırâsıdır. (İbn-i Hümâm)
Kâbe'nin etrâfında yedi defâ tavâf eden (dönen) bir kimse, ilk üçünde reml yapar. Diğer dört tânesini de normal yürüyüşle yapar. Reml yapmaktan maksad; müşriklerin gözünü yıldırmak ve şecâat (kahramanlık) göstermektir. Reml'de efdâl olan, Kâbe'nin ya kınında olmasıdır. Kalabalık sebebiyle bu mümkün olmuyorsa, uzaktan yapmalıdır. Dış taraftan üç kere reml yapar, sonra da yaklaşarak mümkün olduğu kadar kimseye eziyet etmeden dört kere daha döner. Her dönüşte, hacer-ül-esved'i istilâm (selâmlama) da ha iyidir. (İbn-i Hümâm)

REMY-İ CİMÂR:
Hac ibâdeti esnâsında Kurban bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde Minâ'da bulunan ve Cemre adı verilen taş yığınlarına nohut büyüklüğündeki taşları atmak. Buna şeytan taşlama da denilmektedir.
Remy-i cimâr haccın vâciblerindendir. Kurban Bayramı günlerinde Minâ'da birbirlerinden birer ok atımı uzakta bulunan Cemre-i ûlâ (birinci cemre), Cemre-i vustâ (orta cemre) ve Cemre-i Akabe (Akabe cemresi) adı verilen taş yığınlarına, üç gün her biri ne yedişer taş atılır. Bu taşlar atılırken Allahü ekber denir. (Mehmed Zihni Efendi
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #26 : Haziran 02, 2009, 07:45:02 ÖS »
S - 3

SALÂ: Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir bid'attır. Okunması mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SALÂBET-İDÎNİYYE:Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, " Allah yolunda cihâd edenler, kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mânî olmamanın zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir. (Muhammed Hâdimî)
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre edecek devlet adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı olurlar). Onların bütün meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık d uyguları da, an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i dîniyyelerinden ileri gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça)

SALÂH: Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh etmesi câiz (uygun) olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf etmiyen) ve sâlih iyi veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise, müsâvî dağıtmalıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemi salâtının O'nu melekler arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu d a rivâyet edilmiştir.) (Ahzâb sûresi: 56)
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden men eder, alıkor. (Ankebût sûresi: 45)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Yanında bulunanlar; hayır, yâ Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur: Malının zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna kav uşamaz. Salât vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez. (Gaznevî)
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğulu salevâttır.
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ, kabûle lâyıktır. (Duânın başında ve sonunda olmak üzere) iki salât ile yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî)
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında şefâat değildir. Zîrâ bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede. Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene, mükâfâtta bulunmayı ve mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ e tmemizi emretmiştir. O hâlde, üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir şeyle mükâfattan aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip emr etti. (İbn-i Abdüsselâm)
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın fazîleti hakkındaki hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır. (Nişâncızâde)

Salât u Selâm: Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56)
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o kitabda bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü teâlâya onun günâhını bağışlaması için yalvarırlar) . (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir. İbâdetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salât u selâm okumayan, müslüman kardeş ine rastlayıp selâm vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn)

SALÎB: Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler, salîbe germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Nisâ sûresi: 156-158)
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara çizilmiş veya beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak mekrûhtur. Canlı şeklinde olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir. Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara benzemek niyeti olmasa dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

SÂLİH: İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamâna kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. (Münafikûn sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil, cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî seâdetin anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. ( Hâris el-Muhâsibî)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib)

Sâlih Amel: Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih)
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu şımartması ve işlediği günahların azâbı ndan emin olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

SÂLİH ALEYHİSSELÂM: Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61)
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) yalanladılar. Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm onlara dedi ki: "Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak) koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emin bir peygamberim. Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik. Onlar küfür ve günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan sonra, felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte Şam ile Hicâz arasındaki Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un torunları tekrar Âd kavminin he lâk edildiği yerlere gittiler. Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal verdi. Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar. Her türlü nîmetler içinde bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür ve azgınlık içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan sakındırdı. Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etti. Nûh aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda kimse tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı, büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine rağmen Sâlih aleyhisselâm yılmadan, t atlı bir dille kavmini îmâna dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli azâbla korkuttu. Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu.
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye başladılar. Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize göster dediler. Mûcize gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler. Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler. Deve olmasını istedikleri kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu mûcize üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten Semûdlular bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi öldürdü ler. Sâlih aleyhisselâma karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir dediler. Bir takım acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp birbirine haber verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip, kendisine inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın geleceğini bildirdi.
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk ettiler. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk et mesini emir buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti. Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i muazzama yanında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde)

SÂLİK: Tasavvuf yolcusu.
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep şerîate, İslâmiyete uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak) şerîatin emirlerinden biridir. İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâlikler in kalbleri tasfiye bulmadan (temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Sâlik-i Meczûb: Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar yâhut murâd olurlar. Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler. Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım olan her edebi, pir yardımı ile veya a rada pir olmadan, bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar. Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın sonsuz olan ihsânı, onun her zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak, işini görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür. Cezbe ve sülûk nîmetlerine kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Taş kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele geçmezse, sâlik-i meczûb da, büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı ile fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM: Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan, Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Bu na salât u selâm da denir. (Bkz. Salât)
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem derse) Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniye)

SALSÂL: Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden yarattık (Hicr sûresi: 26)
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce M uhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. (Altıparmak Muhammed Efendi)
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki uygunluğa, âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi?" dediler. (Muhammed Hirevî)

SALVELE: Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber efendimize okunan hayır duâ.
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele (hamd) ve salvele ile başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan duâ geri çevrilmez. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)

SÂM: Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü.
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh aleyhisselâm o zaman elli yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yâni Ken'an bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu. Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç oğlundan türedi. Nûh aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi. Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering boğazından Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde, Kisâî)
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı bâide denir. Âd, Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır. Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın soyundandır. Keldânîler, Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî, Nişâncızâde)

SAMED (Es-Samed): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1, 2)

SAN'AT: Ustalıkla, hünerle yapılan iş.
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at, terziliktir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî)
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed Rebhâmî)
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak ibâdet etmek olur. Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin Emrullah)
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı muayyen (belirli) kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

SANÂYİ' ŞİRKETİ: İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı siparişi, her ortak yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak, sözleşmedeki oranda ortaktır. (Ali Haydar Efendi)

SANEM: Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put)
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır.) (Tahtâvî)

SAPIK: Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse.
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de insanları saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya sapıklık olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted (dinden çıkan) olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî)
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vîl ederek (yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrıldığı için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mân âsı açık olan nasslara inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak, Cennet'e sokulacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının) yolunda gidenler Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlim lerinin, Kitâbdan (Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü her bid'at sâhibi, yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SARF SATIŞI: Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri yâni eline veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)

SARF VE NAHV İLMİ: Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.

SARIK: Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal. (Bkz. İmâme)
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bâzan siyâh sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı)

SARÎH: Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız (söz).
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh bir lafzı (sözü) şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında değil ise, mektup veya vekîli ile bildirince, bir talâk (boşama) olur. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde, karşısındakini suâl sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır. (Taşköprüzâde)

SAVM: Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)

SAVMEA: Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise)

SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten ibârettir.
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf ve sa'y eder, sonra ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i Âbidîn)
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. ( M. Zihnî Efendi)
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar tepeye çıkılır. (M. Zihnî Efendi)
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek.
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed Fârûkî)

SAYD: Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz müddet içerisinde size haram edildi. (Mâide sûresi: 96)

SAYHA: Şiddetli ses; korkunç gürültü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha yakaladı da yurtlarında çöküp helâk oldular. (Hûd sûresi: 94)

 S - 4

SEÂDET: Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.
Eshâbım için, fakir olmak seâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Sâlihlerle berâber olmak sonsuz seâdetin anahtarıdır (Ca'fer-i Huldî)
Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. (İmâm-ı Rabbânî)
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların ka bûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, seâdet alâmetlerindendir. (Ebû Ali Cürcânî)

Seâdet-i Ebediyye: Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak için müslümân olmak lâzımdır. ( İmâm-ı Mâverdî)
Cehennem'den kurtulmak ve seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere aleyhimüsselâm tâbî olmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEB' ETMEK: Kötülemek, dil uzatmak.
Eshâbımdan birini seb' edenlere, Allahü teâlâ, melekler ve bütün insanlar lânet etsin. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimsenin ana-babasına seb' etmesi büyük günâhlardandır." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bir kimse ana-babasına sebb eder mi?" dediler. Resûlullah efendimiz de; "Evet bir kimse başkasının babasına seb' ederse, o da onun babasına seb' eder. Başkasının anasına seb' ederse, o da onun anasına seb' eder" buyurdu.
Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılmış olan yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi, Ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde âdil değildirler. Çünkü ya mülhid olarak îmânları gitmiştir, yâhut bid'at sâhibi olmuşlar dır. Bunlar, Ehl-i sünneti seb' ederler ki, bu da büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Müslümanları seb' etmek, günahtır. Böyle olanın şâhidliği kabûl olmaz. (Alâüddîn Haskefî)

SEBBİYYE: Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler üç grupta toplanmaktadır:Birincisi; Tafdîliyye; hazret-i Ali Eshâbın en üstünüdür diyorlar. İkincisi; Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldu, diyorlar. Üçüncüsü; Gulât (azgınlar); hazret-i Ali t anrıdır, diyorlar. (Abdülazîz Dehlevî)

SEBE' SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.
Sebe' sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. On beşinci âyet-i kerîmede geçen Yemen'de yaşayan kabîlenin adı olan Sebe' kelimesinden dolayı, Sûret-üs-Sebe' denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın ilminin genişliği, Allahü teâlân ın Sebe halkına lütufları ve onların nankörlük göstermeleri yüzünden uğradıkları felâketler, güzel ve faydalı işlerden başka hiçbir şeyin insanı Allahü teâlâya yaklaştırmayacağı, âhirette izin verilenler hâriç kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey sevgili Peygamberim!) Seni, dünyâdaki, bütün insanlara ebedî seâdeti müjdelemek ve bu seâdet yolunu göstermek için gönderiyorum... (Âyet: 28)
Kim Sebe' sûresini okursa, hiçbir resûl ve nebî kalmaz ki, kıyâmet günü ona arkadaş olmasın ve müsâfeha etmesin. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SEBEB: Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb ettiren şey.
Allahü teâlâ, her şeyin yaratılması için belli şeyleri sebeb yapmıştır. Belli maddeleri, belli şeylere sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, birçok şeylerin yaratılmasına sebebdirler. Allahü teâlâ, bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek isterse, o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur ve o şey var olur. O dilemezse hiçbir şey var olmaz. Hikmetini, yaratmasını sebeblerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse, yalnız sebebleri görmekte, sebebler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da, onun felâketine sebeb olmaktadır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verir.Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını sebeb ile yaratır. Sebebleri değil de, bunların sâhibini görene sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde; "Kullarım beni zannettikleri gibi bulur." buyurmaktadır. Evliyâ (Allahü teâlânın sevdiği kulları) yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sir edeni görüp, sebebleri görmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Başkalarının günâh işlemelerine sebeb olmak, yalnız günah işlemekten daha çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebeb olana yazılır. (M. Hâdimî)
Vakt, namazın sebebidir. Vakit girince namaz farz olur. Vakt, namazın meydana gelmesinde doğrudan te'sirli olmayıp, sâdece namazın kılınması, onun var olmasını îcâbettirir. (Serahsî)

Sebeb-i Nüzûl: Kur'ân-ı kerîmin nüzûl (inme) sebebi. (Bkz. Esbâb-ı Nüzûl)

Sebeb-i Vürûd: Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi.
Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım olduğu gibi, hadîs-i şerîflerin de açıklanması, îzâhı için sebeb-i vürûdlarını bilmek lâzımdır. (İmâm-ı Süyûtî)

SEBEİYYE: Hazret-i Ali'ye tanrı diyen bozuk fırka. Bunlara Hurûfîler de denir.
Sebeiyye fırkasının kurucusu, Abdullah ibni Sebe'dir. Sebeiyye fırkasında olanlar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsine fâsık (günahkâr), hattâ kâfirdir (imânsız) dediler. İbn-i Mülcem, hazret-i Ali'yi öldürmedi. Şeytan, haz ret-i Ali'nin şekline girmişti. Şeytanı öldürdü. Hazret-i Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır dediler. İran'ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah Hurûfî isminde birisi, Sebeiyye yoluna daha birçok hurâfe ve yalan da katarak hurûfîlik ismini verdi. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEBÎL: Yol; su dağıtılan yer ve dağıtılan şeyler.
Eskiden işlek yollar üzerinde, gelip-geçenlerin su ihtiyâçlarını Allah rızâsı için ücretsiz olarak karşılamak üzere inşâ edilen çeşme.
İnsanlara insanca muâmeleyi şiâr edinen, onlara her an Allah rızâsı için hizmet vermeyi kendine vazîfe bilen müslümanlar, asırlar boyunca, inşâ ettikleri sebiller ve çeşmeler vâsıtasıyla, dînimizce çok sevâb olan su dağıtımını gerçekleştirdiler. Gene llikle câmi, türbe, mescid gibi umûma açık binâların bir parçası olarak; pâdişâh, harem mensupları, devlet büyükleri veya mâlî durumu elverişli olanlar tarafından inşâ edilen sebillerde, bayram ve kandil günleri, buzlu şerbet dağıtılırdı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlılar zamânında, bütün memleket arâzisi boyunca, hanlar ve kervansaraylar bulunur; buralarda ve hac yolunda, Kâbe-i muazzamada ve Medîne-i münevverede sebîl dağıtılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

SEB'İYYE: Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
Seb'iyye'nin kurucusu, Kaddah diye bilinen Meymun bin Deysan'dır. Kaddah, İran'ın Ahvâz şehri civârında mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstererek anlattı. Önce kendisinin Ali bin Ebî Tâlib'in (radıyallahü anh) kardeşi Ukayl'ın neslinden (soyundan) olduğunu söyledi. Ona tâbi olanlar yediciler mânâsına Seb'iyye ismini aldılar. (Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)

SEC': Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmin î'câzını (eşsizliğini, mûcize olduğunu) başka başka bildirdiler. Çok kimse, Kur'ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu acîbdir yâni bilinenlerden başkadır. Arab şâirlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mûcizedir dediler. Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısımları da böyledir. Sec'lerin Kur'ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, insan sözlerindeki sec' gibi değildir. İnsanlar, bunları Kur'ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabça'yı iyi bilen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kur'ân-ı kerîmdeki îcâz, hem belâgatının yüksek olmasından, hem de nazmının garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm (dizilme) olmasındandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SECÂVEND: Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini gösteren işâretler.
Kur'ân-ı kerîmin secâvendleri şunlardır: Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ Durmak fakat evlâdır sana. Ze: Câiz onda dahi durdular, Geçmeyi daha iyi gördüler. Tı: Mutlaka durmak nişânıdır, Nerde görsen, orda hemen dur. Sad: Durmakta ruhsat var dediler, Nefes almağa izin verdiler. Mim: Lâzım durmak burada elbet, Geçmede küfürden korkulur pek. Lâ: Durulmaz! demektir her yerde, Durma hiç! alma hem nefes de. Bu tertible oku, itmâm et Sevâbın cümleye ihsân et. (Ahmed İbni Kemâl Paşa)
Secâvendlerden ayn harfi rükû demektir. Hazret-i Ömer'in namaz kıldırırken ayakta okumayı bitirip, rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır. Lâ bulunan yerde durulursa evvelki kelime ile birlikte tekrar okunur. (M. Sıddîk Gümüş)

SECCÂDE: Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi, namazlık.
Üzerinde dînî yazı, hattâ bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi yere koymak, yere sermek tahrîmen mekruhtur (Harama yakın günâhtır). Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, o dînî yazıya hakâret etmek ve kıymet vermemek olur. Bunları, hakâret etmek için sermek veya kullanmak küfür olur. (Abdülganî Nablüsî)
Üzerinde Kâbe resmi, câmi resmi veya mübârek yazılar bulunan halıları, seccâdeleri yere sermek câiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara asmak câiz olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

SECDE: Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere koyma.
Kul şu yedi âzâ üzerine secde eder; yüzü, iki avucu, iki dizi, iki ayağı. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
Secde ettiğin zaman, yırtıcı kuşlar gibi, iki kolunu yere döşeme, avucuna dayan. Pazun ile koltuk arasını vücûduna yapıştırma. Böyle yaparsan, her uzvun secde etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emir buyursa idi, ben de kadının kocasına secde etmesini emr ederdim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kâbiliyeti verdi. Aksi takdirde ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi. (Sâdî Şîrâzî)
Secde yalnız, Kâbe'ye karşı Allahü teâlâ için yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Secde Âyetleri: Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60, Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i kerîmeleridir.
Secde âyetlerinden birini okuyanın veya işitenin, mânâsını anlamasa da, bir secde yapması vâcibdir. Başkasının okuduğu yerde bulunan, fakat işitmiyen kimse, secde etmez. Secde âyetini yazan, heceleyen, secde yapmaz. Secde âyet-i kerîmesinin tercümesi ni okuyan veya işiten bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar. Namaz kılması farz olan kimselerin secde âyetini işitince secde yapmaları vâcib olduğundan secde âyetini işiten cünübün, sarhoşun da abdest aldıkları zaman secde etmeleri lâzımdır . (İbn-i Âbidîn)

Secde-i Sehv: Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
Birkaç kere secde-i sehv îcâb etse, bir kere yapmak yetişir. (Halebî)

Secde-i Şükr: Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için yaptığı secde.
Secde-i şükr, tilâvet secdesi gibidir. Yâni abdestli olarak kıbleye karşı ayakta durup, elleri kulaklara kaldırmadan Allahü ekber deyip secdeye gidilir. Önce niyet etmek lâzımdır. Secdede önce Elhamdülillah, sonra secde tesbihi (sübhâne rabbiyel a'lâ ) okunur. Secde-i tilâvette ise "Elhamdülillah" okunmaz. Vakit namazlarından sonra secde-i şükr yapmak mekruhtur, yâni Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır. Bid'at olur. (Tahtâvî, M.Ma'sum-i Fârûkî)

Secde-i Tilâvet: Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması vâcib olan secde.
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, on dört secde âyetini ezberden ayakta okuyup, herbirinden sonra hemen secde-i tilâvet yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

Secde Sûresi: Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.
Secde sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. On beşinci âyetinde geçen Secde kelimesinden dolayı Sûret-üs-Secde denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın her şeyi güzel yarattığı, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette pişmân olacakları, hazret-i Mûsâ'nın İsrâiloğullarına yol gösterici olarak gönderildiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Mücâhid, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Secde sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İsrâiloğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât'taki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı (Âyet: 24)
Kim Secde ve Mülk sûrelerini yatsı namazından sonra okursa, sanki Kadir gecesini ihyâ etmiş (ibâdetle geçirmiş) gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SECİYYE: Ahlâk, tabiat, huy.
Bir insan İslâm âlimlerini görüp, doğru yolu öğrendikten sonra yolunu şaşırırsa, bu onun seciyyesinin bozukluğundandır. (İmâm-ı Rabbânî)

SEDD-İ ZÜLKARNEYN: Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan mübârek bir zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede Sedd-i Zülkarneyn ile ilgili meâlen şöyle buyurdu:
(Zülkarneyn) Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cûc tâifesi (topluluğu) bu yerde fesat (kâtil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasında sed yapsan" dediler. (Zülkarneyn); "Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz harâç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan âletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin" dedi. Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. Sonra (çalışanlara) üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; "Getirin bana üstüne erimiş bakır dökeyim" dedi. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn) "İşte bu (Sedd-i Zülkarneyn) Rabbimin va'di geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir haktır. (Kehf sûresi: 92-98) Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir Aceb hayretteyim ben Sedd-i İskender husûsunda
(Koca Râgıb Paşa)

SEFÂHET: Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.
Sefâhet kalb hastalıklarındandır. Sefâhet aklın az ve hafîf olmasındandır. İnsanı israfa alıştırır. (İmâm-ı Birgivî)
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmıyan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. (İmâm-ıRabbânî)

SEFER:
1. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Sizden biriniz hasta yâhut seferde olursa, bu hâldeki oruçlarını sonra tutsun. (Bekara sûresi: 185)
Sizden birisi sefere çıktığında kardeşlerine vedâ etsin. Zîrâ Allahü teâlâ onların duâları sebebiyle o kimse için bereket ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Seferde kavmin seyyidi (efendisi) onlara hizmet edendir. Hizmette önde olanın fazîletini, şehîdlik müstesnâ, kimse hiçbir şeyde bulamaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
2. Harbe gitme, savaş.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Eğer (dâvet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir sefer olsaydı elbette senin arkana düşerlerdi. Lâkin o meşakkatli mesâfe (Tebük seferi) onlara uzak geldi. Bununla berâber "Eğer gücümüz yetseydi sizinle berâber sefere çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar (bu sûretle) kendilerini helâke sürüklerler. Allah biliyor ki, onlar hiç şüphesiz ve muhakkak yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 42)

Sefer Der Vatan: Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçm esi.
Şahsı kötü bir kimse, nereye sefer ederse etsin, kötü çirkin vasıflar ondan gitmez. Bu sıfatların ondan gitmesi, ancak sefer der vatan ile mümkündür. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da vatan gibi olan yalnızlığa sefer eder gider. Dışardaki zihin dağınıklığı, kalbe sızamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

SEFERÎ: Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile, son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kil ometre) gitmeye niyyet eden kimse. (Bkz. Vatan)
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazlarını iki rek'at kılması Hanefî mezhebinde vâcibdir. Mest üzerine üç gün üç gece mesh edebilir. Oruç tutmayabilir. Kurbân kesmesi vâcib olmaz. Misâfir rahat ise orucunu bozmamalıdır. Seferî kimse, gitt iği yerde giriş ve çıkış günlerinden başka on beş gün kalmaya niyet ederse veya kendi memleketine girerse mukîm olur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde seferî olan, farzı dört rek'at kılarsa, son iki rek'at nâfile olur. Emri dinlemediği ve nâfilenin iftitâh (başlangıç) tekbirini ve farzın selâmını terk ettiği ve nâfileyi farz ile karıştırdığı için, günahkâr olur. (Alâüddîn Haskefî)
Hür kadının, zevci (beyi) veya ebedî mahrem (evlenmesi haram olan) akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. Şâfiî mezhebinde ka dınlar mahremsiz olarak, farz olan hacca gidebilir. (Hâdimî, Abdülganî Nablusî)

SEFERÎLİK: Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak. (Bkz. Müsâfir, Sefer)

SEFÎH: Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan. (Bkz. Sefâhet)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarınızı sefihlere vermeyiniz. (Nisâ sûresi: 5)
Bir kimsede üç şeyden biri bulunmazsa ameli (ibâdeti) kıymet ifâde etmez ve hesâba değmez. Haramdan alıkoyacak takvâ, Allah korkusu, sefihe uymaktan men edecek hilm (yumuşaklık) , halk arasında hüsn-i muâmele ile yaşıyacağı bir ahlâk. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen, sefîh kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın. (İmâm-ı Şâfiî)
Sefîh ve câhil bir kimse, konuşunca; ona cevap verme! Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır. (Muhammed bin İdris)

SEFÎNE-İ NÛH: Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.
Sefîne-i Nûh'un yapımı bitince, tûfân oldu. Nûh aleyhisselâma inanan mü'minler bu gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. (Nişâncızâde, Kisâî, Taberî)

SEHÂVET: Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak. (Bkz. Cömerdlik)
Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır.Cömerd olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu, Cennet'e götürmeden bırakmaz... (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfret)
Sehâvet, iyi huyların en yükseklerindendir. (Muhammed Hâdimî)

SEHER VAKTİ: Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar olan zamânın) son altıda biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfâr (tövbe) ederlerdi. (Zâriyât sûresi: 17,18)
Üç ses vardır ki, onları, Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur'ân-ı kerîm okuyanın sesi ve seher vaktinde istiğfâr edenlerin sesi. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ul-Ulemâ)
Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabûl olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı. Seher vakitlerinde ağlamayı ve istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş saymalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Seher vaktinde ibâdet eyle ki, yarın Sırat'tan geçerken her tarafın aydınlık olsun. (Süleymân bin Cezâ) Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, Göz yaşının seher vakti yaptığını, Düşman kaçıran süngüleri çok defâ, Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)

SEHV: Yanılma.
Ey dünyâ ile mağrûr olan zavallı, gündüzün sehv ve gafletle, gecen de uyku ve istirâhatle geçmektedir. Âkıbetin ise üzüntü, elem ve keder olacaktır. (Ömer bin Abdülazîz)

Sehv Secdesi: Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde. (Bkz. Secde)

SE'ÎR: Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Yahûdîlerden kimi Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi. O îmân etmeyenlere se'îr alevi kâfidir. (Nisâ sûresi: 55)

SEKAR: Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ben, onu (Velîd bin Mugîre'yi) Sekar'a atacağım. Sekar'ın ne olduğunu bilir misin? Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini helâk eder) hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm eder. (Müddessir sûresi: 26,27)

SEKER: Hurmadan elde edilen içki, bir nevi şarap.
Hurma su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna seker denir. Damlası haramdır. Eğer gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)

SEKERÂT-ÜL-MEVT: Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de (bakarsın ki) sekerât-ül-mevt, hak (gerçek) olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. (Kâf sûresi: 19)
Misvâk kullanmanın on beş kadar faydası vardır. Bunlardan biri de; sekerât-ül-mevtte, şehâdet kelimesini (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) söylemeye sebeb olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
İnsan, sekerât-ül-mevt hâlinde iken; cesedi terler, gözleri sür'atle iki tarafa gider, burnunun iki tarafı çekilir, göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır ve benzi sararır. (İmâm-ı Gazâlî)

SEKÎNE: Rahatlık. Kalb huzûru.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) , îmânları üstüne îmân artırsınlar diye mü'minlerin kalblerine, sekîne indirdi. Bütün göklerin ve yerlerin orduları Allahü teâlânındır. Allahü teâlâ, Alîmdir (her şeyi bilir) , Hakîmdir (hikmet sâhibidir) . (Feth sûresi: 4)
Eğer siz O'na (Resûlüme) yardım etmezseniz, bilin ki Allah vaktiyle O'na yardım ettiği gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri O'nu Mekke'den çıkardıklarında bizzat Allah O'na yardım etmişti. (Hicret esnâsındaResûlullah ancak) ikinin ikincisinden ibâretti. O zaman onlar (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına (Ebû Bekr-is-Sıddîk'a); "Mahzûn olma, zîrâ Allah'ın yardımı bizimle berâberdir" diyordu. Allah onun (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz (mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı... (Tevbe sûresi: 40)
İlim ve sekîne sâhibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz. İlim ile tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz) . (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâyı anmak için oturan kimseleri melekler kuşatırlar. Onları Allahü teâlânın rahmeti kaplar. Onlara sekîne iner. Allahü teâlâ onları kendi katında olanlar arasında anar. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)

SEKR: Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyet'te bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ve sekr hâli bulunmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin ve hâllerin hepsi yok olur. Yalnız İslâmiyet'in bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sekr hâlinde olan şeyler, vilâyet (evliyâlık) makâmlarında bulunmaktadır. Sahv (şuurlu olma) hâlinde olan şeyler ise nübüvvet yâni peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tam uydukları için, onların makâmının sa hvından (uyanıklığından) pay alırlar. (Muhammed Bâki-billâh)
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Hâlinde doğru ve istikâmet üzere olan sâlik (tasavvuf yolcusu), sekr ânında sevinçli ve hâlini gizleyici olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Şerîat bilgilerinin hepsi nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için baştan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler nasıl olursa olsunlar sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhipleri mâzûrdurlar yâni sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Hallâc-ı Mansû r "Enelhak" sözünü sekr hâlinde söylemiş olup, mâzûrdur. Yalnız sahv sâhipleri taklid olunur.Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar mâzûr olmaz, sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. (İmâm-ı Rabbânî)

SELÂM (Es-Selâm):
1. Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan), sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
Eceli gelmeyen bir hastaya elem ve hastalıkları için yüz yirmi bir defâ Selâm (es-Selâm) ism-i şerîfi okunursa, Allahü teâlânın izniyle o kimse şifâ bulur veya hastalığı hafifler. (Yûsuf Nebhânî)
2. İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet sizin üzerinize olsun" demesi, diğerinin de; "Ve Aleyküm selâm" yâni "Bana ettiğin bu gü zel duâ senin de üzerine olsun" diye söylemesi.
Birbirinize selâm veriniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizle sevişmedikçe tam îmâna kavuşamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? onu yaparsanız, sevişirsiniz. Aranızda selâmı çok yayınız. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp; "Elhamdülillah" deyince; "Yerhamükallah" diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Selâmda sünnet şöyledir ki; önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki ata binmiş olana, attaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve ni' meti çok olan önce verir. İki müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de birbirine cevâb vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincisinin verdiği selâm cevâb yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hattâ bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese de olur. (MuhammedRebhâmî)
İki müslüman karşılaşınca, birinin "Selâmün aleyküm" demesi sünnet, diğerinin cevap olarak "Ve aleyküm selâm" demesi farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
3. Sevginin ve muhabbetin ifâdesi olarak hayır duâ.
Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlullah'a salât ve selâm olsun. Biz bu dünyâdan gider olduk, Kalanlara selâm olsun. Bizim için hayır duâ, Kılanlara selâm olsun.
(Yûnus Emre)

SELÂMET: Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.
Kimi, selâmette olmak sevindirirse, onun san'atı susmak olsun. (Hadîs-i şerîf-Usûl-ü Aşere)
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ur-Râbih)
Sâlih ameller, İslâm'ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefsin arzûlarını terk eden temiz olur, âfetlerden selâmet bulur. (Ahmed Fârûkî)

SELÂMÜN ALEYKÜM: İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize olsun." mânâsına söylenen söz.
"Selâmün aleyküm" diyerek selâm vermek sünnet "Ve aleyküm selâm" diyerek cevap vermek farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)

SELEF: Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne (Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.

Selef-i Sâlihîn: Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri.
Zamânımız tarîkatçileri, câmilerde mevlid cemiyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar. Tekkelerde çalgı, tanbur dinliyorlar. Bunlar gibi nice bid'atleri, dinde olmayıp, sonradan dîne sokulan şeyleri tarîkatin îcâbı olarak yapıyorlar, dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla (açıktan günâh işleyenlerle) birlikte bulunuyorlar. Namazda kavmeye, celseye ve cemâate hattâ Cumâ namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i sâlihînin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu. Bunların hiçbiri İslâmiyet'te yoktu. (İmâm-ı Rabbânî)
Selef-i sâlihînin halefleri (sonra gelenleri) olan Ehl-i sünnet âlimleri zamânımıza kadar, hattâ bugün bile yazdıkları kitablarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan Ehl-i sünnet îtikâdı (îmân) bilgilerini savunmuşlardır. (Şeyhzâde)
Eshâb-ı kirâmdan sonra insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbiîn'den sonra insanların en üstünleri Tâbiîn'i gören ve onların sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tebe-i tâbiîn denir. Selef-i sâlihînden sonra gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullah'ın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmayan zekî, akıllı ve İslâmiyet'in hududlarını aşmayan bir kimse, başkalarının kötülemesinden korkmaz. (Muhammed Bahît)

SELEFİYYE: Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.
İlk devir müslümanları olan Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idiler. Ancak onlar, îmân ve îtikâd bilgilerini, icmâlî (kısaca), Halef denilen ve sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri ise, îtikâd bilgilerini tafsîlî yâni açık ve geniş ol arak bildirdiler. Bu iki tavır, mânâları kapalı olan müteşâbih âyetlerde daha açık görülür. Meselâ Kur'ân-ı kerîmde müteşâbih lafızlardan olan "yed" kelimesinin görünen mânâsı el; "vech" kelimesinin mânâsı yüz demektir. Fakat Allahü teâlâ hakkında bu iki mânâ mahzurlu olduğundan yed lafzını kudret, vech lafzını ise zât diye te'vil etmişlerdir (yorumlamışlardır). Hicrî dördüncü asırda Hanbelî mezhebinden dolayısıyle Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendilerine selefiyye veya selefî denilen bâzı kimseler, müteşâbih nassların (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine (görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir i nanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlihînin yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine Selefiyyeciler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın cisim olduğunu söyleyenlerin) fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i Teymiyye (v. 1328/728), bu fitneyi tekrâr alevlendirdi. İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devâm ettirdi. Hicrî on ikinci asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye'nin yolundakil er tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki, İslâmiyet'te selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet vel-cemâat yolu vardır. Ehl-i sünnetin ise Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu vardır. Asırlardan beri müslümanlar Ehl-i sünnet îtikâdını bu iki koldan öğrenerek gelmişlerdir. (Bkz. Mâturîdî, Eş'arî) (İbn-i Halîfe Alîvî, Zâhid-ül-Kevserî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELEM: İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal ver me borcu altına giren satıcıya müslemün ileyh, bu yolla satın alınan mala müslemün fîh denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen (belirlenmiş) bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. (Bekara sûresi: 282)
(Buradaki borç mânâsı umûmî olup, selem borcunu da bildirir. İbn-i Abbas (r.anh) onu (borcu) selem borcu diye tefsir etmiştir.)
Sizden selem satışı (selem akdi) yapan kimse, belirli bir vâdeye kadar ölçeği bilinen ve tartısı bilinen bir mal ile selem yapsın. (Hadîs-i şerîf-İhtiyâr)
Selem, söz kesilirken ve malı teslim edinceye kadar geçen zaman içinde, çarşıda benzeri hep bulunan ve sıfatı, iyilik ve aşağılık derecesi ve miktârı belli edilebilen, yâni hacm (ölçek), vezn (tartı), metre ve sayı ile ölçülen ve tayin edilince teayy ün eden (belli olan) malda sahîh (geçerli) olur. (İbn-i Âbidîn)
Selem yapılan mal, belli zamanlarda taksit ile verilebilir. Semen (para) pazarlık yerinde hepsi peşin teslim edilmelidir. Hepsi peşin verilmezse, selem sahîh olmaz. Selem müddeti en az bir aydır. (İbn-i Âbidîn)
Selemden iki taraf uyuşarak vaz geçebilir ve bâyi' (malı satan), semeni (parayı) veya mislini (benzerini) veya kıymetini geri verir. (İbn-i Âbidîn)

SELÎM AKIL: Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara mahsus, ileriyi gören akıl. (Bkz. Akıl)
Selîm akıl sâhibi, nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine uyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

SELVÂ: Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân ettiği bıldırcın eti. (Bkz. Men ve Selvâ)

SEM':
İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

SEMÂ': Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek. (Bkz. Simâ')
Hoş âhenk ve güzel nağmelerden doğan semâ' ve aynı şekilde okunan şiir ve gazelleri dinlemek; nefsine hâkim olan, onun isteklerine gâlib gelen ve her türlü gayr-i meşrû yâni dîne uygun olmayan işlerden sakınıp uzak duran kişiler için mübâhtır. (Mazhar-ı Cânı Cânân)

SEMÂHAT: Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.
Resûl-i ekreme, "Hangi amelin daha faziletli" olduğu soruldukta; "Sabır ve semâhattır" buyurmuştur. (İbn-i Hibbân)

SEMÂVÎ: Allahü teâlâdan gelen.
Malın iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Eğer malından en az nasibi olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allah yolunda sarfet. (Ebû Zer Gıfârî)

Semâvî Din: İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir semâvî din göndermiştir. Bu peygamberlere resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûlle re tâbi olan bu peygamberlere nebî denir. Bütün peygamberler hep aynı îmânı söylemişler, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat şerîatleri yâni kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğ undan, İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Semâvî Kitab: Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)

SEMEN: Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.
Altın ile gümüş semen olarak yaratılmıştır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar dâimâ semendirler. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
Kâğıt liralar fülûstur. Bunların zekâtını vermek lâzımdır. Fakat bunların kıymetleri altın ile gümüşün kıymetleri gibi hakîkî kıymet değildir. Îtibârî kıymettir. Hükûmetlerin verdikleri kıymettir. Verdikleri gibi geri de alırlar. Îtibârî kıymetleri g idince semen olmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Bir satışta semen gösterilmeden akd (sözleşme) yapı
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #27 : Haziran 02, 2009, 07:46:55 ÖS »
S - 6

SİCCÎN:
1. Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize inanmayanların) ve günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap; insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs amel defterleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin kitâbı muhakkak ki Siccîn'dedir. Siccîn'in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? yazılmış (mühürlenmiş) bir kitabdır. (Mutaffifîn sûresi: 7-9)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen Kâtibîn, bir kişinin amel defteri ile göğe çıkıp, Allahü teâlâya arz makâmına vardıklarında; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelinde ihlâs olmadığından yâni Allah rızâsı için yapmadığından, defterini Siccîn'e koyun" diye Allahü teâlâ vahy eder (bildirir). (Ebüssü'ûd Efendi)
2. Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
Mü'min öldükten sonra, kendisini rüyâda gösterebilir. Çünkü mü'minlerin rûhu serbest kalır. Kâfirlerin rûhları ise, serbest kalmaz. Siccîn'de haps olunur. (Selmân-ı Fârisî)
Bir insan eğer îmânsız gittiyse, üç yüz altmış Siccîn melekleri, Cehennem'den, katrandan daha kara zakkum yaprağı getirip, o îmânsız çıkan cânı (rûhu), ona sarıp, derhal Cehennem'e iletip yerini gösterirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Rûhlar, Siccîn'de iken, cesed olunmaksızın da azâb çekerler. (İmâm-ı Yâfiî)
3. Yerin altında veya Cehennem'in dibinde bulunan büyük bir taş.

SİDRET-ÜL-MÜNTEHÂ:
Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta değişik rivâyetler vardır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Muhammed aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmı hakîkî sûreti ile) diğer bir inişinde Sidret-ül-müntehâ'nın yanında gördü. (Necm sûresi: 13,14)
İbn-i Mes'ûd radıyallahü anh anlatıyor: "Resûl-i ekremin ayrılığı yaklaştığı sırada vâlidemiz hazret-i Âişe'nin evinde ziyâretine gittik. Resûl-i ekrem bize bakarak gözleri yaşardıktan sonra şöyle buyurdu: "Hoş geldiniz. Allah sizi mübârek etsin, korusun ve size nusret (kurtuluş) versin. Takvâyı (Allah'tan korkmayı) size tavsiye ederim ve sizi Allah'a emânet ederim. Ben sizi O'ndan açıkça korkuturum. O'nun memleketinde ve kulları arasında O'na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i me'vâya, Sidre-i müntehâya ve cenâb-ı Allah'a yönelme vakti geldi. Size ve benden sonra dînimize girenlere Allah'ın selâm ve rahmetini benden okuyun!" (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sehâvet (cömertlik), Allah'ın cömerdliğinden gelir. Cömerd olun ki, Allahü teâlâ da size cömerdlik etsin. İyi biliniz ki, cenâb-ı Hak cömerdliği bir insan sûretinde yarattı. Başını, Tûbâ ağacının gövdesine yerleştirdi. Dallarını da, Sidret-ül-müntehânın dallarına bağladı. Sonra bir kısım dallarını da dünyâya sarkıttı. Bu dallardan birine yapışanı, o dal çeker Cennet'e götürür. Dikkat edin, cömerdlik îmândandır. Îmân ise Cennet'tedir... (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûlullah efendimiz, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şek linde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem, Cennet'te bulunduğu makâmın ismi Vesîle'dir. Burası, Cennet'in en yüksek derecesidir. Cennet'teki herkese birer dalı yetişecek olan Sidret-ül-müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dall ardan gelecektir. (Nişâncızâde)
Saîd, Cennetlik kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. Birçok kat semâyı geçtikten sonra, Sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Orada bu kimdir diye sorarlar, Cebrâil aleyhisselâm, ya nımdaki bu kimse filandır diyerek, o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Burada bulunan melekler; "Hoş ve safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ" der. (İmâm-ı Gazâlî)

SİHR (Sihir):
Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü. (Bkz. Büyü)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Mûsâ aleyhisselâma inanan sihirbâzlar Fir'avn'a) "Bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret buyurması için Rabbimize îmân ettik" dediler. (Şuarâ sûresi: 50)
Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır. (İmâm-ı Nevevî)
Sihir insanları hasta eder, sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te'sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te'sir eder. Sihrin te'siri kat'î değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse te'sirini yaratır. İstemez se, hiç te'sir ettirmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir sâhir (büyücü) sihir ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak te'sir eder demek ve böyle inanmak küfrdür, îmânı giderir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)

SİLİS-ÜL-BEVL:
Devamlı idrar kaçırmak. İdrârını tutamamak. (Bkz. Özr)
Silis-ül-bevl sâhibinin özrü tam bir namaz vaktini kaplarsa yâni bir namaz vaktinin başından sonuna kadar zaman içinde abdest alıp farz namazı kılacak kadar bir vakit özrü durmayıp akarsa, o kimse özür sâhibidir. Her namaz vaktinde yeniden abdest alı p, namaz kılar ve diğer ibâdetlerini yapar. Silis-ül-bevl sâhibi, özrünü tutma imkânı bulursa, özür sâhibi olmaktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)
Silis-ül-bevlin ilâcı, bir kaba bir fincan nohut ve iki fincan sirke konur. Üç gün sonra, her gün üç kere üçer nohut yenir ve birer çay kaşığı sirke içilir. Yâhut bir kaşık üzerlik tohumu ve zencefil ve tarçın ve karabiber, ince toz edilip karıştırıl ır. Sabah aç karna ve yatarken bir çay kaşığı toz, su ile yutulur. (İmâm-ı Süyûtî)

SİLSİLE-İ ALİYYE:
Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü l-Hasen Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Ârif-i Rivegerî, Mahmûd-i İncirfagnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Bâbâ Semmâsî, Seyyid Emîr Külâl, Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn-i Attâr, Yâ'kûb-i Çerhî, Ubeydullah-ı Ahrâr, Kâdı Muhammed Zâhîd, Derviş Muhammed, Hâcegî İmkenegî, Muhammed Bâkî-Billâh, İmâm-ı Ahmed Rabbânî, Mâ'sûm-i Fârûkî, Seyfeddîn-i Fârûkî, Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Şemdînî, Se yyid Tâhây-ı Hakkârî, Seyyid Muhammed Sâlih, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm.
Hâcetlere (dilek ve isteklere) kavuşmak için, Fâtiha, üç ihlâs ve üç salevât ve sonra silsile-i aliyyeyi okuyup, sevâbını bu mübârek zâtların rûhlarına hediye etmeli, bunları vesîle yaparak duâ etmelidir. (Abdullah-ı Dehlevî) Duâ edeceğin zaman Silsile-i aliyyeyi oku hemen Sâlihleri söyleyince yağar rahmet-i ilâhî Selâm olsun, duâ olsun, bu garîbden dâimâ Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Rabbî!
(M. Sıddîk Gümüş)

SİLSİLET-ÜZ-ZEHEB:
Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz ve ilim alarak gelen büyük âlimler silsilesi. (Bkz. Silsile-i Aliyye)
Silsilet-üz-zehebe dâhil olan büyük âlimlerden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: "İnsanın yaratılışından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü ise; her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."

SİMÂ' (Semâ'):
Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve mevlidleri dinlemek.
Simâ' kalbe rikkat (incelik) verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli müslümana Allahü teâlâ merhamet eder. Simâ' için âlimler arasında ihtilâf vardır. Câiz değil diyenler de oldu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Simâ', evliyânın kalbindeki kabz (sıkıntı) hâlini bast (rahatlık) hâline çevirmek içindir. Gâfillerin (Allahü teâlâyı unutmuş olanların) simâ' dinlemeleri fıska (günaha) yol açar. (Abdullah-ı Dehlevî)
Yüksek sesle zikr yapabilmek için kalbinde yalan ve gıybet bulunmamak, boğazından harâm ve şüpheli şey geçmemiş olmak, gönlü riyâdan (gösterişten), süm'adan (şöhretten) pâk (temiz, uzak) olmak lâzımdır. İşte simâ' böyle kimselere faydalı olur. (Mahmûd İncirfagnevî)
Ey oğlum! İlim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. Çok simâ' eyleme. Simâ'ı inkâr etme ki, büyüklerin çoğu simâ' yapmışlardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Kur'ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm olan, nağme yapmak yâni sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki; harfler değişmekte, mânâ bozulmaktadır. Bunları nağme yapmadan ve Allah rızâsı için okumak şartı ile güzel sesle okumak câizdir. Fakat dinlerini kayırmayanlar bu şartları gözetmiyeceklerinden simâ'a müsâade etmemek bu fakîre daha uygun geliyor. (Ahmed Fârûkî)

SİNN-İ BÜLÛĞ:
Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
Sinn-i bülûğun başlangıcı, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları doldurmaktır. Müntehâsı (sonu), ikisinin de on beş yaştır. On beş yaşını tamamlayınca bâliğ sayılırlar. On iki ve dokuz yaşlarını doldurup da, bâliğ olmamış çocuğa mürâhık denir. ( İbrâhim Halebî)
Müslüman ana-babanın çocuğu sinn-i bülûğa erip, âkıl ve bâliğ olduğu zaman, yalnız "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" demekle müslüman olmaz. Îmânı bilmesi, anlatması da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek, inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca s öylemek demektir. Yâni Âmentü'yü okumak, mânâsını da bilmek ve anlamak lâzımdır. ( İbn-i Âbidîn)
Yedi ve on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya sinn-i bülûğa varan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların; başları, saçları, kolları, bacakları açık olarak yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere şarkı söylemeler i, yumuşak ve cilveli konuşmaları haram olur. (Hâdimî)

Sİ'R:
Fiyat, mala biçilen değer. (Bkz. Narh ve Kâr Haddi)

SÎRET:
Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
İki haslet var ki, bunlar münâfıkta (içi dışı başka olanda) bulunmaz; güzel sîret ve ahlâk ile din ilmi. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İnsan sîretle insandır, sûretle (görünüşle) değil. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Sîret-i Nebevî:
Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.
Sîret-i Nebevî'yi bütün müslümanların öğrenmesi ve o şekilde yaşaması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur. (Hâdimî)

SİRKAT:
Hırsızlık.
Herkesin elindeki mal kendi mülküdür. Sirkat, gasb, zulüm, rüşvet, fâiz, haraç ve hıyânet yollarından biriyle ele geçtiği açıkça bilinen mal, mülk olmaz. Bu malı satın almak, yemek, içmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî, A. Nablüsî)
Başkasının az veya çok malına sirkat haramdır. (Alâüddîn Haskefî)

SİYER:
Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.
İslâm târihinde ilk yazılan siyer kitabı Muhammed bin İshâk Yesâr'ın yazdığıdır. Türk edebiyâtında ilk yazılan siyer ise Erzurumlu Mustafa Darîr'in eseridir ve Mısır'da yazılmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

SÔFÎ (Sûfî):
Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.
Sûfînin kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Sôfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır. (Şems-i Tebrîzî) Sôfî, safâ üzere saf elbise giyendir. Resûlullah yolunda, izinde yürüyendir. Arzularını yenen, cefâyı zevk edinen Dünyâ lezzetlerini gerilere itendir.
(Ebû Ali Rodbârî)

Sôfiyye-i Aliyye:
Tasavvuf büyükleri.
Sôfiyye-i aliyyenin tasavvufa âit sözleri, mübârek kalblerine ve temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları mârifetler (bilgiler)dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı şer'iyye (İslâmiyet'in hükümleri) ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sôfiyye-i aliyyenin hizmetine ve onların muhabbetine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

SÔFİSTÂİYYE:
Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş vehm ve hayâl olduğunu iddiâ ederler. Bunlara inâdiyye denir. Bir kısmı eşyânın subûtunu (varlığını) inkâr eder. Eşyânın hakîkatinin îtikâda (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerle r. Meselâ; cevher olduğu îtikâd edilirse, cevher; a'raz olduğu îtikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı olmayan) veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna îtikâd edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara lâ edriyye denir. (Teftâzânî)

SOHBET:
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
Kişinin kendinden üstün olanla berâber olmasının hakîkati, o zâta hizmettir. Aşağısında olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir noksanı gördüğünde onu îkâz edip, kusurundan haberdâr etmektir. Aynı seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerini n hakîkati, başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını görmezlikten gelmektir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır. (Ahmed bin Ebü'l-Havârî)
Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmân kazandırır. (Sıbgatullah Arvâsî)
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet arasındaki velîlerin, bunlara en sonda kavuştukları bilinmektedir. Bunun içindir ki, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) en üstünü olan Veysel Karânî, hazret-i Ha mzâ'nın kâtili olan Vahşî'nin, Resûlullah'ın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, onlardaki feyz ve bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez. (Ebû Ali Sakafî)
İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu, düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır. (Muhammed bin Gâlib)
Nâkıs olanların yâni tasavvufta yetişmemiş olanların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî) Erenlerin sohbeti, ele giresi değil Sohbete kavuşanlar, mahrum kalası değil Sohbet, kalbi eder pâk ona imrenir eflâk Âdemi ârif eden tâc u hırkası değil.
(M. Sıddîk Gümüş)

SON PEYGAMBER:
Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Hâtem-ül-Enbiyâ)

SOSYAL ADÂLET:
Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi. (Bkz. Adâlet)
Sosyal adâlet, millî gelirin en uygun şekilde taksîmini sağlar. İstismârı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermâyenin çok küçük ve belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayât hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşm anlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hâl ve istikbâl (şimdiki durumu ve geleceği) bakımından kendilerini emniyette hissederler. (Abdülhakîm Arvâsî)

 S - 7

SÛ'-İ EDEB: Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.
Namaz ta'dîl-i erkânına uymadan yâni rükû ve secdeleri tam yapmadan kılınırsa, Allahü teâlâya münâcâtta (yalvarmada) sû'-i edeb edilmiş olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

SÛ'-İ EF'ÂL: Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
(Beykozlu Muhammed bin Recep Efendi)

SÛ'-İ FEHM: Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
(Diyarbakırlı Saîd Paşa)

SÛ'-İ HÂL: Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.
(Diyarbakırlı Sâid Paşa)
(Bir kimseyi aşağılamak için zahmet çekerek meşgûl olma. Çünkü, arkadaş kazanmaya kötü hâl mâni olur.)

SÛ'-İ HÂTİME: Îmânsız ölmek, kötü son.
Sû'-i hâtimenin birçok sebebleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Bu sebeblerden ikisi şöyledir: Birincisi; bâtıl bir bid'ate (Rüsûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkıp, ibâdet olarak yapılan şeylere) îtikâd etmek (inanm ak) ve ömrünü bu îtikâd üzre geçirmek. İkincisi; îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok, Allahü teâlânın sevgisinin az olması. Dünyâ sevgisi gâlib olunca tehlike başlamış demektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki, sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. (Senâullah-ı Pânî Pûtî)
Sû'-i hâtimenin sebeblerinden ikisi de şudur: 1) Îmânı kuvvetli olsa bile, çok günâh işlemek. 2) Günâhlar az olsa bile îmân zayıflığı. (Yûsuf Sinânüddîn)
Müslüman olmak nîmetine şükrü terk etmek, îmânının gitmesinden korkmamak, mü'minlere zulmetmek, haksızlık etmek; sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur. (Ebü'l-Kâsım Hâkim)

SÛ'-İ NİYYET: Kötü niyet.

SÛ'-İ ZAN: Kötü zan.
Sû'-i zan etmeyiniz. Sû'-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Müslümanlara sû'-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, doğru söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû'-i zannı terk eyle. Zîrâ sû'-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ el-Celâ)

SUHUF:
1.Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
Yüz suhûftan, on suhûfu hazret-i Âdem'e, elli suhûfu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdrîs aleyhisselâma, on suhûfu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Bunların hepsini Cebrâil aleyhisselâm indirmiştir. (Muhammed bin Kutbüddîn)
2. Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek olan defter. (Bkz. Amel Defteri)
Suhuflar getirilip açıldığında, gökyüzü yerinden koparıldığında her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar. (Et-Tekvîr sûresi: 10-14)

SULBİYYE: Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.
Sa'd bin Rebî'in hanımı, iki kızını yanına alarak Peygamber efendimizin huzûruna geldi: "Yâ Resûlallah! Bunlar Sa'd'ın sulbiyyesidir. Sa'd seninle katıldığı Uhud muhârebesinde şehîd düştü. Bu kızların amcası, Sa'd'ın bıraktığı malın hepsini aldı" ded i. Resûlullah efendimiz sustular. Nihâyet mîrâsa âit âyet-i kerîme indirildi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Sa'd bin Rebî'in erkek kardeşini çağırttı ve; "Sa'd'ın malının üçte ikisini onun sulbiyyesine ver. Zevcesine de sekizde birini ver. Sen de kalanını al" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

SULEHÂ: Sâlihler, günâh işlememeye gayret edenler. (Bkz. Sâlih)
...Benim velîm ancak Allahü teâlâdır ve sulehâ olan mü'minlerdir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
İyi huylu olmak, iyi huyunu korumak için sulehâ ile, güzel huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın huyu, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk hastalık gibi sârîdir (bulaşıcıdır). Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Hadîs-i şerîfte; "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kıyâmet gününde Arş-ür-rahmân altında, enbiyâ (peygamberler), evliyâ ve sulehâ ile birlikte gölgelenmek, mü'min için bir bayramdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ölüm hastasının yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta istemese de yanına sulehâ girip Yâsîn-i şerîf okumalıdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)

SULH: Barış.
Harb zamânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir hizmeti, sulh zamânındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile sulh yapmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

SULTÂN-ÜL-ULEMÂ: İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).
Bir kimse, bir günâh işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn-i Veled'in huzûruna çıksa, Allahü teâlânın izni ile gelenin bu durumu ona mâlûm olur; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri b ırakın, güzelce tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günâh kirleri temizlensin. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istiğfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle ve sevgi ile bakın ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz." buyururdu. (Molla Câmi, Ahmed Eflâkî)

SÛR: Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği, nasıl olduğu bilinmiyen boru.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır. (Hâkka sûresi: 13-16)
Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet (yaratılmışlar) tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62)
Meleklerin en üstünlerinden ikincisi, sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil aleyhisselâmdır. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu (dilediği) vakit; dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyah olur. Dağlar, toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverânla şiddetli bir şekilde hareket eder. Yerde ve gökte diri kimse kalmaz. Bütün canlılar ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Bütün bunlardan sonra, aradan kırk sene gibi bir zaman geçer. Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. O da sûru üfürür. Bu ikinci sûr ile, her bir rûh kendi cesetlerine girerler. Dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rû hları kendi cesetlerini bulur. İnsanlar, kabirlerinden kalktıkları vakit, yerleri dümdüz olmuş bir kâğıt sahifesi gibi görür... (İmâm-ı Gazâlî)

SÛRE: Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri yüzden az olan sûrelere mesânî (orta), kısa sûrelere de mufassal (yâni fasıllara ayrılmış) denilmiştir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre söyleyiniz. Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Bekara sûresi: 23)
Kim yatacağı zaman Kur'ân-ı kerîmden herhangi bir sûre okursa, Allahü teâlâ ona; uyanıncaya kadar her şeyden kendisini koruyacak bir melek gönderir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde, ayakta,Kur'ân-ı kerîmden bir âyet okumak, farzdır. Kısa sûre okumak daha sevaptır. (İbn-i Âbidîn)

SÛRET:
1. Tasvir, resim.
(Büyük olan ve hürmet mevkiinde bulunan) canlı sûreti ile köpek ve cünüp kimsenin bulunduğu eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Üzerinde sûret bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekrûh olup, harama yakın günahtır. Cansız sûreti bulunursa mekrûh olmaz. ( İbn-i Âbidîn)
Üzerinde sûret bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ böyle şeyler mühândırlar (aşağı, hordurlar), muhakkardırlar (hakir, kıymetsizdirler), muhterem değildirler. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan sûretleri, heykelleri haram etmiş, canlıların anatomik parçalarının ve bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, a stronomi, inşaat sûretlerini helâl etmiş, serbest bırakmıştır. İlimde teknikte lâzım olan sûretlerin yapılmasını, bunlardan faydalanmayı emretmiştir. İslâm dîni her şeyde olduğu gibi, sûretleri de faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayırmış, faydalı olanlarını emir, zararlı olanlarını yasak etmiştir. O hâlde inanmıyanların, müslümanlar sûrete günâh der, bu ise gericiliktir demesi körü körüne bir iddiâ ve iftirâdır. (Mustafa Sabri Efendi)
Ölüm hastasında ölüm alâmetleri görülünce, yanında çocuk, cünüp, özürlü kadın bulundurulmamalı, odada ve evde (asılı) canlı sûret bulunmamasına çok dikkat etmelidir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Kopya, nüsha.
Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. (Ahmed Fârûkî)
3. Dıştan görünen şekil, dış görünüş.
Allahü teâlâ sizin amellerinize, sûretlerinize bakmaz. Ancak niyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Zâhidâ! Sûret gözetme, içeri gelen cânâ bak. (Ahmed Kuddûsî)

SURRE: Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve değerli eşyâlara verilen ad. Bu hediyeleri götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye surre gönderme âdetini ilk olarak beşinci Osmanlı pâdişâhı Sultan Birinci Mehmed Han çıkarmıştır. (M. Sıddîk Gümüş)
Her sene surre alayı ile gönderilen paralar, Haremeyn'in idâresinde sarf edilirdi. Mekke emîri bu paradan aşîret reislerine de hediye ederdi. Aşîretler, Osmanlı Devleti'nin bu yardımından memnun olur, devlete karşı minnettar kalırlardı. Surrede paral ar dışında gönderilen ve pek nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa âvizeler, şamdânlar ve paha biçilmez el yazması mushaf-ı şerîf (Kur'ân-ı kerîm)ler, levhalar, örtüler, gümüş perde halkaları, elbiseler, Mekke emîrine mahsûs sırmalı kaf tan, mücevherli kılıç ve daha pekçok kıymetli hediyeler ise, Mekke ve Medîne'deki mübârek makamlara, seyyidlere, şeriflere ve fakirlere hediye edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

SÜÂL: Soru.
Kıyâmet günü, kulun amelinden ilk süâl namazdandır. Namaz süâlinden kurtulursa, kurtulmuştur. Kurtulmazsa; zarar ve ziyânda, büyük tehlikededir... (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Kabirde süâl meleklerine şöyle cevap verilir. Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim hazret-i Muhammed, dînim dîn-i İslâm, kitâbım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhe bidir. (Seyyid Abdülhakîm)

SÜBHA NAMAZI: Abdest aldıktan sonra Allah rızâsı için kılınan iki rek'at namaz.
Eğer bir kulum abdestsiz olursa bana cefâ etmiş olur. Abdest alınca iki rek'at namaz (sübha namazı) kılmazsa bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp duâ etmezse bana cefâ etmiş olur. Duâsını kabûl etmezsem ona cefâ etmiş olurum. Ben cefâ etmem, ben cefâ etmem, ben cefâ etmem. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, sübha namazı ile ilgili olarak şöyle buyurdu: Bir müslüman, güzelce abdest alır, kalkar kalbi ve bedeni ile yönelerek iki rek'at namaz kılarsa, Cennet ona vâcib olur. (Halebî)
Abdestin edeblerinden birisi, abdest aldıktan sonra iki rek'at sübha namazı kılmaktır. (İbrâhim Halebî)


"SÜBHÂNE RABBİKE" ÂYET-İ KERÎMESİ: Kur'ân-ı kerîm okuduktan, duâ ettikten, ders ve va'zlardan sonra okunmasının çok sevâb olduğu bildirilen "Bütün insanların üstünde, akılların ermediği, kemâllerin, üstünlüklerin sâhibi olan senin gibi bir peygamberi yaratan, yetiştiren Rabbin her aybdan münezzehtir, temizdir" mânâsına Sâffât sûresinin yüz sekseninci âyet-i kerîmesi.
Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol sevâb kazanmak isteyen kimse, bir meclisten kalkınca, Sübhâne Rabbike âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibban)
Kıyâmet günü bol sevâba kavuşmak istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne Rabbike âyetini sonuna kadar okusun. (Hazret-i Ali)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsiye buyururken, Kur'ân-ı kerîmdeki şeklini değiştirmemiş, hep Sübhâne Rabbike demiştir. Sübhâne Rabbinâ dediği hiç işitilmemiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

SÜBHÂNE RABBİYEL A'LÂ: "Yüce olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına secdede söylenen tesbih.
Secdede en az üç kerre sübhâne rabbiyel a'lâ denir. (İbrâhim Halebî)

SÜBHÂNE RABBİYEL-AZÎM: "Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen tesbih.
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne kor, sırtını ve başını düz tutar. Rükû'da en az üç kerre sübhâne rabbiyel-azîm der. (İbrâhim Halebî)
Rükû' tesbihi olan Sübhâne rabbiyel-azîm'de Zı ile Azîm denir ki, "Rabbim büyüktür" demektir. Eğer ince ze ile (azim) denilirse, "Rabbim benim düşmanımdır" demek olur ve namaz bozulur. (İbn-i Âbidîn)

SÜBHÂNEKE: Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.
Sübhâneke duâsının mânâsı şöyledir: "Ey Allah'ım! Seni noksanlıklardan tenzîh eder; bütün kemâl sıfatlarıyla tavsîf ederim. Sana hamd ederim. Senin ismin yücedir. (Ve senin şânın her şeyin üstündedir.) Senden başka ilâh yoktur.
Cemâatle namaz kılan kimse, imâm Allahü ekber diye tekbir aldıktan sonra, tekbir alır, sağ elini sol eli üzerine kor, sağ elin küçük ve baş parmaklarını, sol bilek etrâfına halka yapar, sübhânekeyi okur, başka bir şey okumaz. Yalnız kılarken sübhânek eyi okuduktan sonra Eûzü (Eûzü billâhimineşşeytânirracîm) ve Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumak sünnettir. Cemâate geç gelen, imâm yavaş okuyorsa, sübhâneke okur ve imâm selâm verdikten sonra kalkınca, tekrar okur. (İbrâhim Halebî)

SÜBHÂNELLAH: Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına, mübârek, kıymetli bir söz.
Her namazın akabinde, peşinden otuz üç defâ Sübhânellah, otuz üç defâ elhamdülillah, otuz üç defâ Allahü ekber demek sûretiyle "Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh lehülmülkü ve lehülhamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da affolunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
İki kelime vardır: Söylemesi çok kolaydır. Terâzide çok ağır gelirler. Allahü teâlâ bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânellahi ve bihamdihî sübhânellahil azîm. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sübhânellah demek, tövbenin anahtarıdır hattâ özüdür. Bunun için sübhânellah demek günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Bundan dolayı terâzide çok ağır gelir, hasenât, iyilik kefesini doldurur. Allahü teâlâya sevgili olur. Sübhânellah diyen ve hamd eden müslüman, Hak teâlâyı O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırınca ve kemâl ve cemâl sıfatlarının ancak O'nda olduğunu bildirince, kerîm ve ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın da, o kulu uygunsuz şeylerden uzaklaştırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur. (İmâm-ı Rabbânî)

SÜCÛD: Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma. (Bkz. Secde)

SÜDÜS: Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).
Südüs hisseyi yedi kimse alır. Ölenin babası, anası, sahîh dede ve nineler, oğlunun kızları, babadan kız kardeş, anadan kardeş. (M. Mevkûfâtî)

SÜFTECE: Tahrîmen mekrûh olan bir havâle şekli. Yolcuya borç verip, gittiğin yerde, falancaya ödeyeceksin demek.
Süftece yoluyla borc vermek tahrîmen mekrûhtur. Çünkü emânet olarak vermeyip süftece yolunu tercih etmenin sebebi, paranın yolda kaybolması, çalınması veya elinden alınması gibi tehlikelere karşı, alanın mes'ûliyetini sağlamak ve parasını emniyete al maktır. Çünkü emânet olarak verseydi, onun adına zâyi olacaktı. Borç olarak vermesiyle bunu alan nâmına olmasını sağlamış ve böylece verdiği borçtan menfaat te'min etme cihetine gitmiş olmaktadır. Bu ise mekrûhtur. Ödünç veren mektub yazıp, ödünç verdiği yolcunun gideceği yerdeki arkadaşını o yolcuya havâle etmektedir. İşte, ödünç verme esnâsında süftece denilen borç şekli şart koşularak borç verilirse, bu haramdır. Şartla alınan borç fâsiddir. Süftece şartı taşımadan, yolcuya ödünç vermek câizdir. (Mergînânî, İbn-i Âbidîn)

SÜHREVERDİYYE: Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i cehri (Allahü teâlânın adını sesli anmak) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulun an meşhûr mürşîdlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Ebû Ali Rodbârî yolundan Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye, Bedeviyye ve Sühreverdiyye hâsıl olmuştur. (Abdullah-i Dehlevî)
Sühreverdiyye yolunun kurucusu Şihâbüddîn-i Sühreverdî, oğluna şöyle buyurdu: "Ey oğul! Bu fânî dünyânın zînetine, süsüne, aldanıp gurûrlanma. Bir kimse dünyâya meyl ederse, helâk olur. Âhiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elinde iken Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez." (Hüseyin Vassâf Halvetî)

SÜKNÂ: Oturulacak yer, ev.
Nafaka, İslâmiyet'te, taâm (yiyecek, içecek şeyler), kisve (elbise, yâni giyecek şeyler) ve süknâ demektir. Zevcin (kocanın) zevcesine (hanımına) yapacağı bu masraflar şehrin âdetine, piyasaya ve akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle g öre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)

SÜKÛT: Susmak.
Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâdan kurtarmasıdır. İyilik olarak insana bu yeter. Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir. (Ebû Bekr bin Iyâş)
Konuşmak hoşuna giderse sükût et. Sükût hoşuna gidince konuş. (Bişr-i Hâfî)

SÜLEYMÂN ALEYHİSSELÂM: Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhisselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm) ne güzel kuldur. Hakîkaten o, (bütün vakitlerini zikr, tesbîh ve tövbe ile) Allahü teâlâya dönen bir kuldur. (Sâd sûresi: 30)
Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dâir) ilim verdik. Onlar da; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, (nübüvvet, kitap ve sâir ilimler ve hikmetle) bizi (kendilerine bu hasletler verilmeyen) mü'minlerin çoğu üzerine üstün kıldı" dediler. (Neml sûresi: 15)
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmet-il-Mehdî)
Süleymân'a (aleyhisselâm) verilen (o kadar) geniş mülk, onda huşûdan (Allah korkusu) başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı gözünü semâya bile kaldıramıyordu. (Hadîs-i şerîf-Arâis-ül-Mecâlis)
Süleymân aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Gazze'de doğdu. Babası vefât edince 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra peygamber oldu. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etti, bildirdi. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i A ksâ'yı yedi yılda pek san'atlı ve gösterişli olarak inşâ ettirdi. Saraylar inşâ ettirip kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Ticâret gemileri yaptı. Kızıldeniz ile Umman denizinde ticâret yaptırdı. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe' sultanı (melikesi) Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükm eder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine verilmişti. Kudret ve ihtişâm sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü ve Kudüs'te vefât etti. (İbn'ül-Esîr, Molla Miskîn, Nişancızâde)

SÜLÛK: Tasavvuf yoluna girmek.
Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe (nefsi kontrol) ve râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı çıkamaz. İslâmiyet'e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâ lık) dereceleri yıkılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya yakınlık hâsıl eder. Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdı r. Farzların kurb hâsıl etmesi için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ hâsıl olur, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar. Böyle insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk l âzımdır. Sülûk; tövbe ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)

Sülûk Yolu: İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri. (Bkz. Vilâyet Yolu)
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarının) hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pek az zât da, bu yoldan ermişt ir. Bu yolda sebebe, vâsıtaya lüzûm yoktur. Sâlik (tasavvuf yoluna giren), kâmil (yetişmiş) bir zâtın sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerler. İkinci yol, vilâyet yoludur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve diğer bütün evliyâ bu yoldan kavuşmuştur. Bu yola sülûk yolu da denir. Bu yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullah'tır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Ali'dir. Bu yolda, Resûlullah onu vekîl etmiştir. Hazret-i Fâtıma ve Hasen ile Hüseyn onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Ali'nin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasen ve Hüseyn bu vazîfeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile On iki imâma verildi. On iki imâmın sonuncusu o lan Muhammed Mehdî'den sonra başkasına verilmedi. Bütün evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye devâm etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu makam ona verildi. Vefâtından sonra da kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

SÜLÜS: Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse (pay).
Kur'ân-ı kerîmde eshâb-ı ferâizden yâni hisseleri takdîr edilenlerden (bildirilenlerden) sülüs hisseyi iki kimse alır. 1) Ana; meyyitin (ölenin) çocuğu, oğlunun çocuğu veya her türlü (ana-baba bir, baba bir veya ana bir) kardeşten birden fazla yok is e, ana sülüs hisse (pay) alır. 2) Anadan kardeşler birden fazla oldukları zaman sülüs alıp aralarında paylaşırlar, erkeği ve kadını hep aynı miktârda alır. (M.Mevkûfâtî)

SÜLÜSÂN: Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse (pay).
Hissesi nısıf (yarım) olanlardan zevcden (kocadan) başka olan birden fazla olunca, sülüsânı alıp, aralarında eşit olarak pay ederler. (M. Mevkûfâtî)

SÜMÜN: Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).
Ölüden kalan mîrasın sümün hissesini alacak olan yalnız bir kimsedir. O da Zevce (hanımı) olup, çocuğu veya oğlunun çocuğu bulunduğu zaman sümün hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

SÜNEN:
1. Sünnetler. (Bkz. Sünnet)
2. Hüküm bildiren hadîs-i şerîfleri toplayan hadîs kitablarına verilen isim.
Sünen kelimesi yalnız olarak söylenince, dört âlimin kitablarından biri anlaşılır. Bunlar; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce'dir. Bunlardan başkasının "Sünen" kitabı söylenirken, yazarının da adı birlikte söylenir; Sünen-i Dâre Kutnî, Sünen-i K ebîr-i Beyhekî gibi. (Taşköprüzâde)

SÜNNET: Yol, kânun, âdet.
1. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, nazmaza (ağıza su alma) , iştinşak (buruna su çekme) , tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ (önden ve arkadan necâset, pislik çıkan yerleri temizlemek) . (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Hakâyık)
2. Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i şerîfler.
Edille-i şer'iyye, din bilgilerinin elde edildiği kaynaklar dörttür: Kitab (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ-ı ümmet (bir asırda bulunan, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen müctehid denilen derin âlimlerin, dînî bir işin hükmünde bir leşmeleri, aynı sözü söylemeleri veya aynı işi yapmaları), ve kıyâs-ı fukahâ (hükmü, mânâsı nasstan yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîften açıkça anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye benzeyen başka bir şeyin hükmünden anlamak)dır. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet, Kur'ân-ı kerîmi tefsir etmekte, açıklamaktadır. Mezheb imâmları (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî), sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıklamışlardır. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet olmasaydı; sul ar ve tahâret (temizlik) bahislerini, namazların kaç rek'at olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. (İmâm-ı Şa'rânî)
3. Şerîat yâni İslâm dîni.
Sünnetimi terk edene, şefâatim harâm oldu. (Hadîs-i şerîf-Şerh-i Hadîs-i Erbaîn)
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Sünneti en iyi bilen, imâm olur. (Kudûrî)
Peygamber efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O'nun sünneti üzere yaşayabilmek için; önce doğru îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan sakınmak, daha sonra müstehâbları yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâya götüren en emîn yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olmaktır. (Ebû Ali Cürcânî)

Sünnet-i Gayri Müekkede: (Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.
İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rek'atlik sünnetleri, sünnet-i gayr-i müekkededir. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet-i Hasene: İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında) asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler .
Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Minâre, müstehab olan sünnet-i hasenedir. Çünkü, müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması sünnettir. Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid'atleri (dinde ortaya çıkan, yapılan yenilikleri) iki kısma ayırdılar. Sünnete muhâlif olmayan yeniliklere, yâni birinci asırda Eshâb-ı kirâm zamânında aslı bulunanlara, bid'at-ı hasene (güzel, beğenilen bid'at) dedi ler. Aslı bulunmayanlara (dinden olmayan ve ibâdet olarak yapılan şeylere), bid'at-i seyyie (kötü, çirkin bid'at) dediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise, aslı bulunanlara bid'at ismini bulaştırmadı. Bunlara, sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe yapmak böyledir. Bid'at ismini, yalnız aslı bulunmayanlara verdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Sünnet-i Hüdâ: Sünnet-i Müekkede. (Bkz. Sünnet-i Müekkede)

Sünnet-i Kifâye: Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen) sünnet.
Selâm vermek, î'tikâfa girmek (ibâdet niyyetiyle mescidde bir miktâr durmak) ve dînin izin verdiği işlerin evvelinde Besmele-i şerîfeyi söylemek, terâvih namazını câmide cemâatle kılmak sünnet-i kifâyedir. (Kutbüddîn İznikî)

Sünnet-i Müekkede: Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.
Sabah, öğle ve akşam namazının sünnetleri, yatsı namazının son iki rek'at sünneti, sünnet-i müekkededir. Ayrıca ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest alırken misvâk kullanmak, müekked sünnetlerdendir. (Abdülganî Nablüsî)
Namazda müekked sünneti terk, tahrîmen (harama yakın) mekrûh olur. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet-i Seniyye: Övülen, medh edilen sünnet; İslâm dîni. Resûlullah'ın yolu.
Seâdete (kurtuluşa) ermek için; sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden (dinde sonradan çıkan yeniliklerden, reformlardan) kaçınmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mest üzerine mesh etmenin câiz olduğu, sünnet-i seniyye ile sâbittir. (Abdullah Süveydî)
Kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin, kalbi karartan is teklerini yok eder. (Ahmed Fârûkî)

Sünnet-i Seyyie: İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at. (Bkz. Bid'at)
...Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Bid'atler, yâni dinde reformlar, sonradan ortaya çıkarılan yenilikler, sünnet-i seyyiedir. Namazdan sonra hemen Âyet-el-kürsî'yi okumak yerine salâten tüncînâ'yı ve başka duâları okumak sünnet-i seyyiedir. İslâm dîni, din bilgilerinde ve ibâdetlerind e değişiklik yapılmasını şiddetle yasak etmiştir. (Ali Mahfuz)

Sünnet-i Zevâid: Peygamber efendimizin, ibâdet olarak değil de, âdet olarak devâmlı yaptığı işler. Bunlara edeb de denir.
Resûlullah efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması sünnet-i zevâiddendir. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i zevâidi yapmak mecbûrî değildir. Fakat yapanlara çok sevâb verilir. Zevâid sünnetleri terk etmek mekrûh olmaz. Bununla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a tâbi olmak, dünyâda ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli seâdetl ere (kurtuluşa, huzûra) yol açar. (İbn-i Âbidîn)

Sünnet Olmak: Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.
Çocuğu sünnet ettirmek Peygamber efendimizin mühim sünnetlerindendir. İslâmiyet'in şiârı, alâmeti ve nişanıdır. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin bildirilmemiştir. Yedi ile on iki yaş arası en iyisidir. Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîr i söylenir. Sünnet olmayanlarda çeşitli hastalıklar olur. (Alâüddîn-i Haskefî)
Resûlullah efendimiz doğduğu zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. (İmâm-ı Kastalânî)
Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir. Hiç olmasa da olur. (Abdülganî Nablüsî)

SÜNNETULLAH: Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Fakat azâbımızı gördükleri zaman îmânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Kullar hakkındaki cârî olagelen sünnetullah budur. İşte kâfirler, burada hüsrâna uğramışlardır. (Mü'min sûresi: 85)

SÜNNÎ: Peygamber efendimizin ve Eshâbının inandığı gibi inanan ve Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olan müslüman. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında olan kimse. (Bkz. Ehl-i Sünnet vel-Cemâat)
Sünnî olanlar, amelde dört mezhebe ayrılmışlardır. Bu dört mezhebde bulunanlar, birbirlerinin Ehl-i sünnet olduklarını bilirler ve sevişirler. Dört mezhebden birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet olmaz. (Ahmed Fârûk) Müslümanlar hep sünnîdir; cümlenin reîsi Nu'mân (İmâm-ı a'zam) Cennet ile müjdelendi; îmânda bunlara uyan
(Kemahlı Feyzullah)

SÜRME: Kirpik diplerine sürülen bir çeşit siyah madde, kühl.
Üç şey, gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe ve (bakması helâl olan) güzel yüze bakmak. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eyler, bakardı. Geceleri mübârek gözlerine sürme çekerdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

SÜRYÂNÎLER: Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan topluluğu.
Süryânîler, katolik kısmından Yâkûbiye fırkasındandırlar. Monafisiyye (Hazret-i Îsâ'da ilâhî ve insânî özelliklerin birleşerek tek tabîat olduğunu savunanların) inancında olup, Îsâ aleyhisselâma tanrıdır derler. Urfa patriği olan Yâkûb-i Berdeî taraf ından kuruldu. Antakya patriği Mihâil-i Süryânî tarafından yayıldı. Sûriye'deki hıristiyanların bir kısmı süryânî bir kısmı da Marunîdir. (M. Sıddîk Gümüş)

SÜT ANNE: İki buçuk yaşından küçük olan çocuğu emziren kadın.
Süt çocuğu; süt annesi ve babası ve bunların nesep ve rıdâ'dan (sütten) olan mahremleri ile ebedî evlenemez. (M. Zihni Efendi)

SÜT KARDEŞ: Aynı kadından süt emmiş çocuk. (Bkz. Rıda')
İki buçuk yaşından küçük iki çocuk aynı kadından süt emince, süt kardeşi olurlar. Birbirleri ile evlenemezler. (M. Zihni Efendi)
Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde, bir kadından bir damla bile süt emen erkek ve kız, süt kardeşi olur. Kadın bunların süt anneleri olur. Şâfiî ve Hanbelî'de ise ayrı ayrı beş defâ içmedikçe süt kardeşi olmazlar. Hanbelî'de her yaşta içen süt kardeş olu r. Diğer üç mezheb imâmı iki buçuk yaşından yukarı iken içince, süt kardeş olmazlar dedi. (Abdurrahmân Cezîrî)
Öz kardeşinin süt kızı ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşinin öz kızı ile ve süt kardeşinin süt kızı ile evlenmek de haramdır. (Molla Hüsrev)
Süt annenin bu emmeden evvel veya sonra başka erkekten de, nesepten (soydan) veya rıdâ'dan (süt emmeden) olan çocukları ve süt babanın başka kadınlardan hâsıl olmuş ve olacak, nesepten ve rıdâ'dan çocuklarının hepsi, bu çocuğun süt kardeşleri olurlar . (İbn-i Hümâm)

SÜTRE: Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi çizmekle de olur.
Bir okla da olsa sütre kullanın. (Hadîs-i şerîf-Ni'met-i İslâm)
Sütre koymak müstehâbdır. (M. Zihni Efendi)
Cemâatle kılınan namazda, imâmın sütresi, arkasında bulunanlar için dahi sütredir. Çünkü Peygamber efendimiz Ebtah denilen yerde namaz kıldırırlarken, dikmiş oldukları anzeye (iki ucu demirli bir asâya) doğru namaz kıldılar. Hâlbuki cemâatin sütreler i yoktu. (M.Zihni Efendi)
İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri hac yolunda namaza durdukça, önünde sütre olarak kamçısını koyardı. (M.Zihni Efendi)

Ş - 1

ŞA'BÂN AYI: Arabî ayların sekizincisi, üç aylardan ikincisi.
Her kim Şa'bân-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda ona bir yer hazırlar. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Şa'bân-ı şerîf, bana mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri, Arş-ı a'lânın meleklerine, azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim! Gördünüz mü, benim kullarım, Habîbimin (sevgilimin) ayına nasıl tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim ve celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nâil eyledim." (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

ŞÂFİÎ:
1. İmâm-ı Şâfiî'nin meşhur adı, Şâfiî mezhebinin kurucusu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
2. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinde olan kimse.

Şâfiî Mezhebi: Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin mezhebi, yolu. (Bkz. İmâm-ı Şâfiî)
Hanefî mezhebinden sonra en çok mensûbu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayatta iken Mekke, Medîne ve Filistin'de yaşayan müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun doğu ve güneydoğu bölgelerinde daha yaygındır. (İslam Târihi Ansiklopedisi)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde ise cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)
Şâfiî ve Mâlikî mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır. (İmâm-ı Şârânî)
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi velîler, herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Bunlardan Bâyezîd-i Bistâmî, Şâfiî mezhebinde idi. (Abdülhak Dehlevî)

ŞÂHİD: Şâhidlik eden, görüp bilen. Birinin başkasında hakkının bulunduğunu isbat için şehâdet (şâhidlik) ederim demek sûretiyle hâkimin huzûrunda ve hasmın karşısında haber veren. (Bkz. Şehâdet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Dâimâ adâletle hareket ediniz. Adâleti yerine getirmeğe çalışınız. Allah için şâhidler olunuz. (Nisâ sûresi: 135)
Yalancı şâhid, daha şehâdet ettiği yerden ayağını kaldırmadan kendisine göklerde ve yerde bulunan melekler lânet ederler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Şâhidin âdil olması, yâni büyük günâh işlememesi ve küçük günâha devâm etmemesi lâzımdır. (Sadrüşşerîa)

ŞÂHİK-UL-CEBEL: Dağda, çölde veya baskı ve zulüm rejimleri altında yaşayıp da peygamberleri ve onların getirdikleri dinleri işitmemiş kimseler.
Şâhik-ul-cebel olanların peygamberliğe ve peygamberlerin gönderilmiş olmasına inanmaları mümkün değildir. Bunlara peygamber gelmemiş gibidir. Bunlar mâzur görüldü. Peygambere inanmaları emr olunmadı. Şâhik-ul-cebel olanlar için Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin on beşinci âyetinde; "Peygamber göndermeden önce azâb yapmayacağız" buyruldu. Bunlar hayvanlar gibi hesâbdan sonra ölecekler, Cehennem azâbı ve Cennet nîmeti görmeden ebedî olarak yok edileceklerdir. Kâfirlerin bâliğ olmayan (ergenlik çağın a ulaşmamış) çocukları için de durum böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

ŞAKÎ: Cehennemlik. Bedbaht; şirk (Allahü teâlâya eş, ortak koşması) veya isyân etmesi sebebiyle kâfir veya fâsık olan kişi. Zıddı saîd'dir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şakî olanlara gelince: Onlar Cehennem ateşindedirler ki, orada onların (çok acı) bir nefes alıp vermeleri vardır. (Hûd sûresi: 106)
Evliyânın sevmesi, seâdetin sermâyesidir. Zîrâ onlar dâimâ Allahü teâlâ iledirler. Onlarla berâber bulunanlar, şakî olmazlar. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allahü teâlânın indinde saîdlerden mi yoksa şakîlerden miyim? diye düşünmek, böylece ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır. (Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî)

ŞAKÎK: Ferâiz ilminde yâni mîrâs hukûkunda ana-baba bir erkek kardeşler (Benül-a'yân). Ana-baba bir kız kardeşe şakîka denir.
Şakikler ve Benü'l-allât yâni yalnız baba bir kardeşler; oğul, oğul oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamazlar yâni ölüden kalan maldan alamazlar. (Muhammed Mevkûfâtî)

ŞAKK-I KAMER: Ayın yarılması, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ayı ikiye ayırması mûcizesi.
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüklerinden birisi de, Şakk-ı kamer mûcizesidir. Bu mûcize başka hiçbir peygambere nasîb olmamıştır. Muhammed aleyhisselâm elli iki yaşında iken, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip; "Peyga mber isen ayı ikiye ayır" dediler. Muhammed aleyhisselâm, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabâsının îmân etmesini çok istiyordu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Allahü teâlâ, kabûl edip, ayı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihr yaptı dediler. Îmân etmediler. (Nişâncızâde)
Apollo-10, ayın her tarafını fotoğraflarla tesbit ettikten sonra, Apollo-11 ile gelecek olan ay fâtihlerinin iniş yerlerini belirledi. Apollo-11'in çektiği fotoğraflarda, ayın etrâfını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu görüldü. Fransız gazeteleri bunu; "Bu kanal, Şakk-ı kameri işâret etmiş olamaz mı? şeklinde, resim altı haber olarak verdiler. Papalığın îkâzı üzerine, bu haberden bir daha söz edilmemiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

ŞAKK-I SADR: Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek göğsünün yarılması hâdisesi.
Şakk-ı sadr hâdisesi iki defâ vukû bulmuştur. Birincisi, Peygamber efendimiz küçük yaşta ve süt annesi Halîme Hâtun'un yanında iken, ikincisi Mîrâca çıkarken. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "(Habîbim) göğsünü (kalbini) senin için (açıp da) genişletmedik mi?" buyruldu. (İnşirâh sûresi: 1) Muhammed aleyhisselâm, süt annesinin yanında bulunduğu sırada çocuklarla birlikte iken, Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu arkası üstü yatırdı. Göğsünü açıp kalbini yardı. Kalbinden bir parça et çıkarıp attı ve; "Senin v ücûdunda şeytânın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi), seni vesveseden ve şeytânın hîlesinden emîn ettik" dedi. Sonra bir leğen içerisinde zemzem suyu ile kalbini yıkadı ve göğsünü kapatıp ayağa kaldırdı. Bu hâli gören çocuklar koşup durumu Halîme Hâtun'a haber verdiler. Yanına geldiklerinde ayağa kalkmış ve benzi sararmış vaziyette idi. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.anh) "Ben Resûlullah'ın göğsünde bu yarılmanın izini gördüm" demiştir. İkinci Şakk-ı Sadr ise, Mîrâc gecesi vukû bulmuştur. Bu gece, Cebrâil aleyhisselâm gelip Resûlullah'ın mübârek göğsünü yardı.Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir leğen getirdi. Resûlullah'ın mübârek kalbine boşalttı ve göğsünü kapattı. Peyga mber efendimiz hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: "Cebrâil gelip göğsümü yardı. Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra, içi hikmet ve îmân dolu altın bir tas getirip göğsümü boşalttı, sonra kapattı." Bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir . Yine bu iki kitabda Enes bin Mâlik'ten şöyle rivâyet edilmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İşte şuradan şurama kadar yâni boğazın altındaki çukurdan göğüste kıl biten yere kadar yardı. Kalbimi çıkardı, içi îmân dolu altın bir tas getirdi. Kalbimi yıkadı sonra da iç organlarımı yıkadı. Sonra kapattı." (Senâullah-ı Pânî Pûtî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

ŞÂMÂNÎLER: İyi ve kötü ruhların bütün âlemi te'siri altında tuttuğu inancına dayanan sapık bir yolun mensupları.
Şâmânîler, güneşte bulunuyor dedikleri bir tanrıya ve cinne ve meleklere tapınır. En büyüğüne şeytan derler. Bugün Sibirya'daki ve Okyanus adalarındaki vahşîler arasında yaygındır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

ŞÂN:
1. Hâl, durum.
Eshâbımın ismini işitince, susunuz. Şânlarına yakışmayan sözleri söylemeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazâya rızâ, evliyânın şânındandır. (Fakîrullah)
Haramlardan sakınmak; akıllıların şânı, şereflilerin tabîatındandır. (Hazret-i Ali)
2. İzzet, îtibâr, şeref.
Gaddârlık (Zulüm, vefâsızlık), herkes için kötü bir şeydir. Şân, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir. (Muhammed el-Âmidî)

ŞÂRÎ': Kullarının dünyâ ve âhiret seâdetine (mutluluğuna) kavuşmaları için Peygamberleri aleyhimüsselâm vâsıtasıyla emir ve yasaklarını bildiren Allahü teâlâ. Şâri-i mübîn de denir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmesi (ulaştırması) g erektiğinde, kapalı hususları açıklaması bakımından Peygamber efendimize de Şâri' denilir.
Allahü teâlâ Şâri-i Mübîndir. Dinleri gönderen ve değiştiren O'dur. İnsanların din ismi altında uydurduğu eğri yollara din denmez. Dinlere âit kânunları da koyan Allahü teâlâdır. Dinleri yayanlar ise, peygamberlerdir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

ŞART: Bir işin veya hükmün yapılmasını îcâbettirmeyen, fakat yapılmaması ile de o iş veyâ hükmün meydana geldiği şey.
Şâhitlerin bulunması; nikâhın sıhhati, mûteber olması için şarttır. Şâhid bulunmadıkça, nikâh meydana gelmez. Fakat şâhidlerin bulunması, nikâhın bulunmasını icâbettirmez. Şâhidler bulunduğu hâlde, nikâh yapılmayabilir. Yine namazın sahîh olması için , abdest şarttır. Fakat abdest, namazın vâcib olmasını, mutlaka kılınmasını îcâbettirmez. (Serahsî)

ŞAVT: Hac esnâsında sa'y denen vazîfeyi yaparken, Safâ'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya her bir geliş ve tavaf yaparken Kâbe'nin Hacer-ül esved köşesinden başlayan ve başlanılan yere gelince sona eren her bir dönüş.
Şavt sona erip Hacer-ül esved taşına gelince şu duâ okunur: Allah'ım! Rahmetinle beni mağfiret eyle. Borçtan, yoksulluktan, sıkıntıdan ve kabir azâbından bu taşın Rabbine sığınırım. (İmâm-ı Gazâlî)
Tavâf yedi şavttan ibârettir. Sa'y dahi yedi şavttır. Safâ'dan Merve'ye her gidiş bir şavt olduğu gibi, Merve'den Safâ'ya her geliş dahi bir şavttır. Böylece dört gidiş ve üç geliş olur. (M. Zihni Efendi)

ŞA'YÂ ALEYHİSSELÂM: İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yayıp, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirdi.
Mûsâ aleyhisselâmdan sonra hak yoldan ayrılıp, bozuk yollara sapan İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberlere ya kısa dönemler hâlinde tâbi oldular veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Şa'yâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ et mek üzere peygamber olarak gönderildi. Şa'yâ aleyhisselâmın peygamberliği Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ aleyhimüsselâmdan önce idi. Şa'yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirip nasîhat etti. Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bi ldirdi. Şa'yâ aleyhisselâm zamânında, İsrâiloğu
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #28 : Haziran 02, 2009, 07:48:34 ÖS »
T - 3

TEADDÜD-İ ZEVCÂT: Birden fazla kadınla evlenmek; poligami.
Şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni teaddüd-i zevcât'ı emretmemiş, ancak izin vermiştir. Yâni teaddüd-i zevcât farz değil, sünnet de değil ancak mübahtır, dinde izin verilen bir husustur. Kadını boşamak ve teaddüd-i zevcât İslâm dîninde vâcib değildir . Mendûb da değildir. İhtiyâç olduğu zaman izin verilmiştir. Erkekler teaddüd-i zevcât yapmaya emrolunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeye mecbûr değildirler. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâm düşmanlarının ve Avrupalıların müslümanlığa ve müslümanlara saldırmalarının sebeplerinden biri de teaddüd-i zevcâttır. Halbuki müslümanlar dörde kadar kadınla evlenirken, Avrupalılar sayısız kadın ve metreslerle düşüp kalkıyorlar. Ayrıca İslâmi yet teaddüd-i zevcât için şartlar koymuştur. Bu şartları herkes yerine getiremez. Bunun içindir ki, müslüman erkeklerin birden fazla evlenmesi sınırlıdır. Zâten teaddüd-i zevcât bir emir değil, şartlara bağlı bir izindir. Teaddüd-i zevcâtın yasak olduğu yerlerde, fuhşun, zinânın çoğaldığı görülmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâmiyet'i incelerken, teaddüd-i zevcât bahsini buldum. Yaptığım incelemeler netîcesinde anladım ki, İslâmiyet'ten önce Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiçbir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadın ın sosyal mevkiini ıslâh etmek ve düzeltmek için bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti te'min etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînât vermeyi emretmiştir. Kimsesiz kalan kadınlar da teaddüd-i zevcât sâyesinde bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Ayrıca şartlarını yerine getiremeyecek erkekler için teaddüd-i zevcât haramdır. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman İngiliz radyosunda Dear Sir adlı proğramda bir zavallı İngiliz kadınının "Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki bu yalnı zlıktan kurtulayım" diye yalvardığı ve feryâd ettiği hatırıma geldi. Bu da gösteriyor ki, İslâm'da teaddüd-i zevcât bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. (Bayan Maviş B. Jolly)

TEAKKUL: Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.
Hikmetten (ilimden) yedi şey meydana gelir: 1)Zekâ, 2)Sür'ât-ı selim, yâni ihtiyâc olunca, lâzım olan şeyi hemen anlama, 3)Zihin açıklığı, istediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmek, 4)Dikkat, 5)Teakkul, 6)Tehaffuz yâni unutmamak, rûhun anladığı şeyl eri unutmaması, 7)Tezekkür, hâfızadaki bilgileri istenilen zamanda hatırlamaktır. (Ali bin Emrullah)

TEÂLÂ VE TEKADDES: Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine hamdolsun. O'nun seçtiği kullarına selâm olsun. Sevgili oğlum! Fırsat ganîmettir. Yâni, zaman çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamanları faydasız şeylere sarfetmemelidir. Allahü teâlâ ve tekaddesin râzı olduğu, beğen diği şeyleri yapmakla geçirmelidir. Beş vakit namazı, dünyâ işlerini düşünmeyerek ve cemâatle kılmalıdır. Ta'dil-i erkâna (şartlarına) uygun olarak kılmaya dikkat etmelidir. Teheccüd (gece) namazını kaçırmamalıdır. Seher vakitleri istiğfâr (tövbe) et melidir. Gafletten, nefse uymaktan lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hatırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEÂMÜL: İ'tiyâd, alışkanlık olarak yapılagelen şey. (Bkz. Örf ve Âdet)

TEASSUB (Taassub): Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) Resûlullah'ın huzûrunda oturmakla, O'nun mübârek sözlerini işitmekle; teassub, mevki arzûsu ve dünyâya düşkün olmak, hepsinin kalblerinden sıyrılmış gitmişti. Hırs, kin ve kötü huydan kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. ( Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mezhebsizler bir mezhebi taklîd eden müslümanları kötülemek için ilmî kelimelere yanlış mânâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ mezheb bilgilerini açıklamaya ve bunları isbât etmeye teassub diyorlar.Teassub, mezheb kavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlb uki İslâm âlimlerine göre bir mezhebe bağlanmak, Peygamber efendimizin sünnetine ve dört halîfenin sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, teassub değildir. Bunun aksini yapmak teassub olur. Dört mezhebi taklîd edenler hiçbir zaman böyle teassub yapmad ı. Hiçbir asırda mezheb teassubu olmadı. (M. Sıddîk Gümüş)

TE'ÂTÎ: Yalnız bir taraftan veya her iki taraftan teslim etmekle yapılan alış-veriş.
Satıcı, bu malı bin liraya sana sattım dese, müşteri dahi bir şey söylemeden alsa, bu te'âtî yoluyla câiz olur. Satıcı malı verse, müşteri de parasını verse, ikisi de hiçbir şey söylemese, alışveriş yine câiz olur. (İbrâhim Halebî)

TEAYYÜN: Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.
Teayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır.Benzerini hattâ daha iyisini alması için müşteri zorlanamaz. ( Hamza Efendi)

Teayyün-i Evvel: İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.
Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri, teayyün-i evveldedir. (Muhammed Bâkî-billah)

Teayyün-i İmkânî: İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Ço ğu bu ismin teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûbî: Bir şeyin, insanın hakîkati.
Îsâ aleyhisselâm gökten inerek, âhir zaman Peygamberinin dînine uyunca, onun teayyün-i vücûbisi kendi makâmından yükselerek, ona uyduğu için, hakîkat-i Muhammedî'nin makâmına gelir. O'nun dînini kuvvetlendirir. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûdî: Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.
Teayyün-i ilmî, teayyün-i vücûdîden evveldir ve onun husûsiyetlerinden bir husûsiyettir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEBÂREKE SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi. (Bkz. Mülk Sûresi)
Ey oğul! Yatacağın zaman, Tebâreke sûresini oku. Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdu ki: Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma. Zîrâ ölürsen kabirde sana yoldaş olur. Her gece Tebâreke sûresini okuyan kimse, Kadr gecesini ihyâ etmiş gibi sevâbına nâil olur, kavuşur. (Süleymân bin Cezâ)
Mü'minlerden dokuz kimseye de kabir süâli olmaz:Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp sabrederek başka sebeble ölen, sıddîklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi ölenler. Her gece Tebâreke ve Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyanlara kabir süâli olmaz. (Muhammed bin Alkamî)

TEBÂREKE VE TEÂLÂ: Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.
Allahü tebâreke ve teâlâ lutf ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp bitmez tükenmez mubâhları bırakıp, İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşarak şüpheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Âdet üzere alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyet'in hudûdunu gözeten haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri âdet üzere bozuk ibâdet ed enlerden ayıran fark, Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEBASBUS: Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.
Dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemek tevâdûdur. Çünkü eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. Mevki ve servet sâhiblerinin tevâdû' göstermeleri iyi olur. Sevâb olur.Tebasbus günâhtı r. Dilencilerin tevâdûları böyledir. (Ali bin Emrullah)

TEBBET SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.
Tebbet sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyettir.Tebbet, kurusun mânâsında bedduâdır.Sûre, Ebû Leheb hakkında inmiştir. (İbn-i Hişâm, İbn-i Abbâs)
Tebbet sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ebû Leheb'in iki eli kurusun. (zâten) kurudu (helâk oldu ya) . Ona, ne (babasından mîras kalan) malı, ne kazandığı fayda vermedi. O yakında alevli bir ateşe girecek, karısı da odun hammalı olarak, boynunda bükülmüş bir ip de olduğu hâlde. (Âyet: 1-5)
Kim Tebbet sûresini okursa, umarım ki, Allahü teâlâ onunla Ebû Leheb'i bir yerde birleştirmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Siyâsete karışmış olan din adamlarından Hüsâmeddîn Peçeli, tefsirinde bilhassa Tebbet sûresinin ittihâdcıları methettiğini yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Resûlullah efendimizin mübârek kerîmeleri Rukayye çok güzel idi. Ebû Leheb'in oğlu Utbe'ye nikâh edildi. Tebbet sûresi gelince, Utbe düğünden önce boşadı. Vahy gelerek hazret-i Osman'a nikâh edildi. (Nişâncızâde)

TEBCÎL ETMEK: Ta'zîm, hürmet etmek ve saygı göstermek.
Kâfirlere (müslüman olmayanlara) ancak iş düştüğü zaman selâm verilebilir. Kâfiri tebcîl etmek için selâm verenin ve kâfiri ta'zim edenin, kıymet verenin, meselâ üstâdım gibi sözlerle saygı gösterenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

TEBE-İ TÂBİÎN: Peygamber efendimizin Eshâbını gören ve sohbetinde bulunmakla Tâbiîn denen büyükleri görmekle şereflenenler. (Bkz. Tâbiîn)
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin toplam zamânı yaklaşık iki yüz yıldır. Bu devir, Resûlullah efendimiz tarafından övülmüştür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Namazın, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyler okumak olduğu, Peygamber efendimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmıştır. Eshâb-ı kirâmın Tâbiîn'e, onların da Tebe-i tâbiîne bildirdikleri bu husûslar her asırda bulunan İslâm âlimleri tarafından bizlere kadar gelmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tebe-i tâbiînden olan ve zamânında, Kûfe'nin en çok ibâdet edeni diye tanınan Muhammed bin Nadr el-Hârisî buyurdu ki: "İlmin evveli sükûttur. Sonra onunla uğraşmaktır. Sonra ezberlemek, sonra onunla amel etmek, sonra da başkalarına öğretmektir."
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için sever."

TEBERRÎ: Uzaklaşmak, uzak durmak.
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî (dostluk, yaklaşma) olmaz. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsus şeylerden, meselâ bel ine zünnâr bağlamak ve bunun gibi kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî etmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Her akşam yatarken tecdîd-i îmânda bulunmalı ve "İslâm dînine muhâlif (aykırı, uymayan) herşeyden teberrî ettim" demelidir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEBERRU': Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.
Teberru' ancak kabz (teslim almak) ile tamâmlanır yâni mülkolur. Şöyle ki: Akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşta) olan bir kimse, birisine bir şey hibe, hediye veya sadaka olarak verse, o kimse de onları ele geçirip, teslim alsa, kendi mülkü ve onun malı olur. Fakat kabzetmedikçe mülkü olmaz. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)
Kadının ev işlerini yapması zevcine (kocasına) teberru' ve ihsândır. Çok sevâbdır. Yapmazsa günâha girmez. Zevc bunları zorla yaptıramaz. (Abdülganî Nablüsî)

TEBERRÜK: Bereketlenme, mânen istifâde etme, faydalanma.
Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, onun kabrine gidip iki rek'at namaz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir. (İmâm-ı Şâfiî)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbâtını teberrük niyeti ile her gün okumalıdır. Çünkü insan farkına varmadan kalbden dünyâ sevgisini çıkarır. (Abdullah-ı Dehlevî ve Abdülhakîm Arvâsî)

TEBESSÜM: Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.
Peygamber efendimiz güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Güldüğü zaman nûru duvarlar üzerinde ziyâ (ışık) verirdi. Ağlaması da gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi yüksek sesle de ağlamazdı. (Abdullah-ı Dehlevî)
Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfte saf bağlayıp Ebû Bekr-i Sıddîk'ın arkasında sabah namazını kılarken, Peygamber efendimiz mescide girdi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekr'e uyup ar kasında namaz kıldı.
Rükû ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. (Halebî)

TEBLÎĞ: Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız olarak bildirmeleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (Peygamberler) Allahü teâlânın insanlara gönderdiklerini tebliğ ederler. O'ndan korkarlar. Allah'tan başka kimseden korkmazlar. (Ahzâb sûresi: 39)
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bilmemiz vâcib olan sıfatlar yedidir: 1) Emânet (güvenilir olmak), 2)Sıdk (doğruluk), 3) Teblîğ, 4) Adâlet (âdil olmak), 5) İsmet (hiç günah işlememek), 6)Fetânet (diğer insanlardan daha akıllı olmak, 7)Emn-ül-azl (peygamberlikten azl olunmamak, atılmamak). (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem 632 (H.10) yılında vedâ haccı denilen son haccı yaptılar. Bu sırada vedâ hutbesini îrâd buyurdular. Hutbenin sonunda "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!." Eshâb-ı kirâm; "Allahü teâlânın dînini tebliğ ettin. Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz" dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine çevirip indirdiler ve; Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!" buyurdular. (İbn-i Hişâm)

TEBŞÎR: Müjdeleme, sevindirici bir haber ulaştırma.
Eğer ölüyü ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahi kırpık gibi görür isen; bilmiş ol ki, o kimse, âhirette kavuşacağı sürûr (sevinç, neş'e) ile tebşîr olunmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ölen kimse sa'îd yâni Cennetlik ise, bir takım melekler başlarında Cebrâil aleyhisselâm olduğu hâlde, o kimsenin rûhunu alıp, altıncı kat semâyı geçtikten sonra, surâdikat-i celâl denilen, celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulduğunda; Cebrâil aleyhisselâm, yanımdaki filândır diyerek o kimseyi onun hoşuna gidecek şekilde tanıtır. O anda; "Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere emr-i ma'rûf yapan (iyiliği emreden), Allahü teâlânın dînini O'nun kullarına öğreten, miskinlere ve darda kalanlara yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun" denir. Sonra meleklerden bir cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile tebşîr edip, onunla müsâfeha ederler. (İmâm-ı Gazâlî)

TEBZÎR: Malı, İslâmiyet'in ve aklın uygun görmediği yerlere dağıtma, isrâf.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede buyurdu ki:
Akrabâya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Malını tebzîr etme. Çünkü tebzîr edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine (karşı) çok nankördür. (İsrâ sûresi: 26,27)
Tebzîr'in haram olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin; hasisliği (cimriliği), isrâftan daha çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasisliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu, yaratılıştan , mal biriktirmeği sevdiği içindir. (İmâm-ı Birgivî)

TECDÎD-İ ÎMÂN: Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.
Lâ ilâhe illallah diyerek tecdîd-i îmân yapınız. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Îtikâdında (inancında) veya sözünde veya işinde küfre (îmânın gitmesine) sebeb olacak bir şey bulunan kimsenin tecdîd-i îmân etmesi lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Kadın ve erkek her müslümanın, her gün sabah ve akşam tecdîd-i îmân duâsını okuması lâzımdır. Zevc ile zevcenin (hanımın) birlikte okumaları iyi olur. (Birgivî)
Nikâh yapmadan önce, îmânında şüphe olunan erkeğe ve kıza, îmânın altı şartını ve İslâm'ın beş şartını sormalı, bilmiyorlarsa öğretmeli, ezberden okutmalı ve Kelime-i şehâdet okumalıdırlar. Tecdîd-i îmân ettirmeli ondan sonra nikâh yapmalıdır. Şâhitl erin de böyle îmânlı olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek yanılarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi iyi olur. Tecdîd-i nikâh (nikâhı yenilemek) lâzım olmaz. (Hâdimî)
Her gün tecdîd-i îmân müstehabtır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak veya yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günah ve her ne meydana gelmiş ise ben onların hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini kabûl ettim. Peygamber efendimiz senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabul ettim. Dilim ile söyledim kalbim ile tasdik ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer söz ve işlerim dîne aykırı ise, ondan da pişman oldum, vazgeçtim" demeli ve Âme ntü duâsını okumalıdır. (Ahmed Hilmi Efendi)

TECDÎD-İ NİKÂH: Nikâhı yenileme, tâzeleme.
Erkek veya kadın bir müslüman, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden (tehdîd edilmeden, istekle) ciddî olarak veya hezl (şaka ve güldürmek) için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi îmânı gider, mürted olur (dinden çıkar). Buna küfr-i inâdî denir. Bu şekilde mürted olanın evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tövbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise tekrar hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken kıldığı namazları, oruçları zekâtları kazâ etmez. Daha öncekileri kazâ eder. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur, iki şâhit yanında tecdîd-i nikâh yapmaları lâzım olur. (Abdülganî Nablüsî)
Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh duâsı şöyledir: "Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne ven-nikâha tecdîden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah." Câmide cemâatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra imâm efendi bunu cemâat ile birlikte okursa, cemâat birbirlerine şâhit olmuş, nikahları da tâzelenmiş olur. (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)

TECELLÎ: Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.
Evliyâ herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyye'ye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, tecellîler keşfler, ve muhabbet-i zâtiyye bu ağacın meyveleri gibidir. (Rükneddîn-i Çeştî)
Zât-ı ilâhînin (Allahü teâlânın) tecellîsi bu dünyâda yalnız Muhammed aleyhisselâma nasîb oldu. Başkalarına ise âhirette nasîb olacağı bildirildi. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ insanın kalbine tecellî eder. Fakat bu tecellî Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

Tecellî-i Cemâl: Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.
Cennet'te mü'minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cumâ günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kere tecellî-i cemâl ile şerefleneceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Tecellî-i Ef'âl: Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri (görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i Emrin ilk adımında olan tecellîler.
Tecellî-i ef'âl sâhibi, her işte arada olan vâsıtaların var olmasının bahâne olduğunu, asıl yapanın Allahü teâlâ olduğunu bilir. (Abdülhakîm bin Mustafa)

Tecellî-i Sıfat: Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.
Seyyid Nûr'un bir teveccühü (bakması) ile tâliblerin (kendisine talebe olanların) kalbleri zikre başlardı. Tecellî-i sıfat hâsıl olurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Tecellî-i Sûrî: Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi.
Başkalarının yolun sonunda kavuştukları ve Hakk-ul yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tecellî-i sûrî, sâliki yâni tasavvuf yolcusunu fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de fenâya kadar götürmez. (İmâm-ı Rabbânî)

Tecellî-i Zât: İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.
Tecellî-i zât,Peygamberlerin sonuncusuna (Muhammed aleyhisselâma) mahsûstur. O'nun yanısıra başka peygamberlere ve O'na çok uyan bu ümmetin evliyâsında da hâsıl olur. Başka peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmaz. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin hayır lısı olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahrâriyye büyükleri, vecdlerin İslâmiyet'e uygun olmasına dikkat ederler. Zevkleri, mârifetleri İslâmiyet terâzisi ile ölçerler, çocuklar gibi ceviz, kozalak sayılan vecdlere, hâllere aldanıp da İslâmiyet'in güzel cevherlerini elden kaçırmazlar. Tasa vvufçuların İslâmiyet'e uymayan sözlerine aldanıp bağlanmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında değişiklik olmaz.Başkalarının şimşek gibi çakıp geçen tecellî-i zâtî bunlara devamlıdır. Çabuk geçer, gayb olan huzûra kıymet vermezler. "O yüksek insanlara, ticâret, alış-veriş Allahü teâlâyı unutturmaz." (Nûr sûresi: 24) meâlindeki âyet-i kerîme bunların hâlini bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

TECEMMÜL: Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak, şükr etmek ve nîmeti göstermek için zînetlenmek, süslenmek.
Tecemmül etmek, müstehâbdır.Helâl şeylerle zînetlenmek mubâhtır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe dört yüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. (İbn-i Âbidîn)

TECESSÜS: İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bâzı zan (vardır ki) günâhtır. Tecessüs etmeyiniz. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin. (Hucurât sûresi: 12)
Sû-i zan etmeyiniz (kötü zanda bulunmayınız). Sû-i zan, yanlış karar vermeye sebeb olur. Tecessüs etmeyiniz. Münâkaşa etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tecessüs etmek harâmdır. ( Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin muhtâc olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmesi câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan (kötü zan) ve tecessüs etmemelidir. İkisi de harâmdır. Fakat çalışmayıp câmide oturarak, Allahü teâlâya tevekkül ediyorum diyene de inanmamalıdır. Bu kimse, çalışmayı terk ettiği için günâh işlemektedir. (Abdülganî Nablüsî)

TECHÎZ: Vefât edenin (ölenin) yıkanmasından kabre defnedilmesine kadar yapılması lâzım gelen şeyler.
Meyyitin (ölü kimsenin) techîzi, tekfini ve cenâze namazı farz-ı kifâyedir. Müslümanların bâzısı bu vazîfeleri yerine getirirse, diğerlerinin üzerinden bu vazîfeleri yapmak düşer. (Hâdimî)
Meyyitin bıraktığı maldan ilk önce onun techîz ve tekfînine harcanır. Bu harcama işinde isrâftan ve cimrilikten kaçınılır. (Muhammed Mevkûfâtî)

TECRİBE (Tecrübe): Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.
Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşları) bir gün Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Yemen'e gidenlerimiz orada hurma ağaçlarını başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi, yoksa Yemen'de gördüğümüz gibi mi aşılayalım?" diye sordular.Peygamber efendimiz; "Tecrübe edin. Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse her zaman o usûl ile yapın" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ahlâkı değiştirmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkündür. Hadîs-i şerîfte; Ahlâkınızı iyileştiriniz" buyruldu. İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emretmez. Tecrübeler de böyle olduğunu gösteriyor. (Muhammed Hâdimî)
İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar fenni sever, fen adamlarının tecrübelerine inanır. Fakat fen adamıyım diyen fen taklidcilerinin ve din düşmanlarının iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. (Seyyid Abdülhakîm)

Tecribî İlimler: Tecribe ve müşâhede (gözlem) ile elde edilen bilgiler, ulûm-i akliyye (aklî ilimler).
Bâzılarının İslâmiyet'ten ayrı ve uzak gördükleri tecribî ilimler, fenler, vesîkalar ve senetler hep İslâm dîninin birer şûbesi, dallarıdır. Yâni dînimiz tecribî ilimleri, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde tabîatı yâni canlı -cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
İslâm bilgileri başlıca iki kısma ayrılır. Birincisi ulûm-i nakliyyedir. Bunlara din bilgileri de denir. İkinci kısmı ise ulûm-i akliyyedir.Bunlar matematik, mantık gibi tecrübî ilimlerdir. Bunlar his organlarıyla duyularak, akıl ile incelenerek, tec rübe ve hesâb edilerek elde edilir.Bu bilgiler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm ilimlerinden ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yâni tecrübî ilimlerin iyi öğrenilmesi; ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

TECVÎD: Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîde uygun okuyana şehîd sevâbı verilir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevâb verilir. Tecvîdsiz on sevâb alır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kırâati güzel olan imâm olur.Yâni Kur'ân-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvîd ile okumasını bilen olur. Sesi güzel ve tegannî eden (harfleri değiştirerek okuyan) değil. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmi okurken riâyet edilecek on edepten altıncısı; Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd üzere okumaktır. Harfleri kelimeleri bozarak tegannî etmek, haramdır.Harfler bozulmazsa, mekrûh olur. (Halebî, İmâm-ı Gazâlî)
Din adamlarının insanlara yapamayacakları fetvâları bildirmeleri de fitneye sebeb olur. Köylüye ve ihtiyâra, tecvidsiz namaz kılınmaz demek de böyledir.Çünkü bunlar artık öğrenemez ve namazı büsbütün bırakırlar. Hâlbuki, tecvidsiz namazın câiz olduğu na fetvâ verenler vardır. Bu fetvâ zayıf ise de namazın terkedilmesinden iyidir. (Abdülganî Nablüsî)

TECVÎZ: İzin verme, yapılmasına rızâ gösterme. Câiz görme. (Bkz. Câiz)

TEDBÎR: Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek hareket etmek.
Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İnsan bu âlemde; sebeblere yapışmakla vazîfelidir. Allahü teâlânın kendisi için takdîr buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbîrin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazîfesidir. (Fahreddîn-i Râzî)
Kul tedbîr alır, takdîri bilmez; kişinin tedbîri ile Allahü teâlânın takdîri değişmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî) Tez olma teemmül kıl, Her hâle tahammül kıl, Allah'a tevekkül kıl, Tedbîri bozar takdîr.
(İbn-i Kemâl)

Tedbîr-i Menzil: İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili husûslardan bahseden ilim.
İslâm ahlâkı üçe ayrılır: Birincisi; insan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilm-i ahlâk. İkincisi, tedbîr-i menzîl. Üçüncüsü; insanın cemiyetteki vazîfelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğreten siyâset-i medîne yâni sosyal terbiye. (Ali bin Emrullah)

TEDEBBÜR: Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Onlar, Kur'ân-ı kerîmi tedebbür etmezler mi? Yoksa (münâfıkların) kalbleri üzerinde (kat kat) kilidler mi var? (Muhammed (aleyhisselâm) sûresi: 24)
Kur'ân-ı kerîmi tedebbür, onun emirleri ve yasaklarını düşünmek demektir. Bu ise, kalb huzûru ve Kur'ân-ı kerîmi okurken zihni toplamakla olur. Kur'ân-ı kerîmi tedebbür için, helalden az yimek ve hâlis niyet şarttır. (İmâm-ı Gazâlî)
Tedebbür, huzûr-ı kalbden yâni, kalbin dünyâ meşgâlelerinden kurtulmasından sonra gelir.Kur'ân-ı kerîm okumaktan maksad, O'nun âyetleri üzerine tedebbür etmektir. Bunun için, Kur'ân-ı kerîmi ağır okumak sünnettir. (İmâm-ı Gazâlî)

TE'DÎB:
1.Terbiye etme, edeblendirme. (Bkz. Edeb)
Kişinin çocuğunu te'dîb etmesi, sadaka vermesinden daha hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Rabbim beni en güzel bir edeb ile te'dîb etti. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
2. Suçluyu cezâlandırma.

TEDVÎN: Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.
Birinci asrın sonuna doğru ilk defâ hadîs tedvîn eden zât, İbn-i Şihâb-ı Zührî'dir. Daha sonra hadîs tedvîn edenler şunlardır: Mekke'de Abdullah bin Cüreyc, Medîne'de Muhammed bin İshâk yâhut İmâm-ı Mâlik, Basra'da Rebî bin Sâbih, Kûfe'de Süfyân-ı Se vrî, Şam'da Abdurrahmân Evzâî, Vâsıt'ta Hüşeym bin Beşîrü's-Selmâ, Yemen'de Ma'mer bin Râşit, Horasan'da Abdullah bin Mübârek. Bunlardan başka daha birçokları vardır. (Zerkânî)
Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekr'den ve hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Yâni, Tâbiînden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkün değildi. Çünkü Eshâb-ı kirâmın mezhebleri (ictihâdları ve dînî cevapları, fetvâları) tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitablara geçmiş değildi. (İmâm-ı Kurâfî, Menâvî)

TEENNÎ: İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.
İşlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Acele ile verilen kararlara şeytan karışır. Hadîs-i şerîfte; "Acele şeytandandır. Teennî Rahmân'dandır" buyruldu. Nefsin istediği bir şey hâtırına gelince, şeytan; "Fırsatı kaçırma, hemen yap!" der. O da, yapar. Allahü teâlâdan kalbe gelen ilhâma uyan kimse ise; "O şeyi yapmaktan Allah râzı olur mu?" der. Sevap mı, günâh mı olacağını düşünür. Günâh değil ise, yapar. Böylece teennî etmiş olur. Yalnız beş şeyde acele etmek lâzımdır:
1) Misâfir gelince önüne yemek getirmelidir.
2) İnsanlık îcâbı bir günâh işleyince, hemen tövbe ve istiğfâr etmelidir.
3) Beş vakit namazı vakti çıkmadan, erken kılmalıdır.
4) Kız ve oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğretmeli, bülûğa erişince, geciktirmeden evlendirmelidir.
5) Ölen şahsın defnedilmesinde acele etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)

TEFÂHÜR: Öğünme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Biliniz ki, dünyâ hayâtı; elbette la'b (oyun) ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve tefâhür ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)
Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme: Mücâdele, tefâhür ve riyâ (gösteriş) için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak veya lüzûmu yok veya bilmesem de olur demek sûretiyle de ilmi terk etme! (Hazret-i Ömer)
Zînet eşyâsını, başkalarına gösteriş, üstünlük sağlamak için kullanmak tefâhür olur. Tefâhür haramdır. (Ali bin Emrullah)
Bu dünyâda tefâhür; mal, evlâd ve mevki gibi şeylerle olur. Halbuki bunların hepsinin bir emânet olduğu ve bir gün yok olacağı bellidir. O hâlde bunlara gönül bağlamak niye? (Ahmed Rif'at)
Tefâhürden zevk duyarak büyüklenen kişi, malından soyunmuş olsaydı, hakîkatte kendisinin tefâhür edecek ve büyüklenecek hiçbir şeye sâhib olmadığını, yalnız bir vücûdu olup onun da göçe dönüşe (ölüme) hazır vaziyette beklediğini görür ve değerini anl ardı. (Ahmed Rif'at)

TEFEKKÜR: İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve nîmetlerini düşünme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (o selîm akıl sâhipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar) iken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Bu tefekkür edenler şöyle derler) "Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azâbından koru." (Âl-i İmrân sûresi: 191)
İşte biz tefekkür eden bir kavim (topluluk) için âyetleri (delilleri) böyle açıklarız. (A'râf sûresi: 24)
Varlıklardaki nizâmı tefekkür ederek Allahü teâlâya îmân ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsanın günahlarını tefekkür etmesi ve bunlara tövbe etmesi, tâatlarını, ibâdetlerini düşünüp bunlara da şükr etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki (yaratılmışlardaki) ve kendi bedenindeki ince san'atları, düzenleri, birbirlerine olan bağlılıklarını tefekkü r ederek de Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Aklı başında olan kimsenin tefekkür vazifesini hiç ihmâl etmemesi lâzımdır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi bâtıl yâni boş, faydasız yaratmamıştır. İnsanların anlayamadıkları, göremedikleri faydalar, anlayabildiklerinden kat kat daha çoktur. Tefekkür dört türlü olur demişlerdir. Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel san'atları, faydaları tefekkür etmek, O'na inanmağa ve sevmeye sebeb olur. O'nun vâd ettiği sevâbları tefekkür etmek, ibâdet yapmaya sebeb olur. O'nun haber verdiği azâbları tefekkür etmek, O'ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun nîmetlerine, ihsânlarına karşılık nefsine uyarak günâh işlediğini, gaflet (Allahü teâlâyı unutma hâli) içinde yaşadığını tefekkür etmek, Allah'tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur. Allahü teâlâ yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. (Muhammed Hâdimî)

TEFE'ÜL:
1. Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet, işâret olarak görmek. Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz saymaktır. (Bkz. Teşe'üm)
İslâm'da teşe'üm (uğursuzluk) yoktur. En hayırlısı tefe'üldür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tefe'ülü sever, fakat uğursuz saymayı sevmezdi. (İbn-i Hanbel)
2. Falcılık.
Zamânımızdaki bâzı falcılar, tefe'ül ederek hayrı ve şerri öğrendiklerini, sanki gaybı bildiklerini iddiâ ediyorlar. Buna Kur'ân falı, Danyâl falı diyorlar. Bu yaptıkları fal oklarıyla kısmet aramak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)

TEFSÎR: Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi yapabilen âlime müfessir denir. (Bkz. Müfessir)
Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına tâbi olmamız emredildi. (Hâdimî)
Tefsîr ve fıkıh kitaplarına hakâret eden; bunları beğenmeyen, kötüleyen kimse kâfir olur. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)
Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma açıklamışlardır. Bu sebeble Kur'ân-ı kerîmin hakîkî tefsîri, Peygamber efendimizin bu açıklamalarıdır. Tefsî r âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmin tefsîrine dâir, Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlerle yaptıkları tefsîrlere, rivâyet, me'sûr ve naklî tefsîr denildi. Ayrıca bu tefsîrler esas alınarak Kur'ân-ı kerîmin lisan ve daha başka bilgilere göre de açıklamaları yapıldı.Bu açıklamalara te'vîl denildi. Bunlara ma'kûl, re'y ve dirâyet tefsîri denir. Te'vîllerin doğruluğu, naklî tefsire uygunluğu ile anlaşılır.Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'vîlleri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir.Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uymazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; " Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)

TEFVÎZ: Ismarlama, havâle etme.
1. Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek. Hak, şerleri hayr eyler, Zannetme ki, gayr eyler, Ârif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler Sen Hakk'a tevekkül kıl, Tefvîz et ve râhat bul, Sabreyle ve râzı ol, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
2. Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de denir.
Tevfîz, zevcenin arzusuna bırakılarak; "Ne zaman istersen" diye ilâve edilirse, zevce istediği zaman kendini boşayabilir. (Mehmed Zihnî)

TEGÂBÜN SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin altmış dördüncü sûresi.
Tegâbün sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dokuzuncu âyette geçen ve aldanma mânâsına gelen Tegâbün kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; insanların mü'min ve kâfir olarak iki kısma ayrıldığı, mal ve çoluk-çocuğun bir imt ihan olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Atıyye, Râzî)
Tegâbün sûresinde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihan etmek için verildi. Allahü teâlâ iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecir verecektir. (Âyet: 15)
Kim Tegâbün sûresini okursa, ansızın ölüm ondan uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TEGANNÎ: Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.
İlk tegannî eden şeytandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Tegannî ile sesini yükselten kimseye Allahü teâlâ iki şeytan musallat eder. Bu şeytanlar o kimsenin omuzları arasında dururlar ve bitirinceye kadar göğsünü tekmelerler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ, Taberânî)
Lokman sûresindeki Levh-el-hadîs âyet-i kerîmesi tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdullah bin Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) talebesinden olan İmâm-ı Mücâhid, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) büyüklerindendir.Bu âyet-i kerîmenin tegann îyi yasak ettiğini bildirdi. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (r.anhüm) bu âyet-i kerîmenin tegannî için olduğuna yemin etmişlerdir. İmâm-ı Mücâhid, Furkân sûresi yetmiş ikinci âyet-i kerîmesinde; "Günahları af ve mağfiret edilecek olanlardan biri; tegannî, şarkı okunan yerlerde bulunmayanlardır." buyruluyor dedi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi, ezânı, mevlidi mûsikî ile tegannî ederek okumak, mânâyı bozuyor ve zararlı oluyor. Meselâ (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyüktür, demektir. Sesi uzatarak (Aaaallahü ekber) şeklinde okunursa, Allah acabâ büyük müdür? demek olur ki, böy le söylemek küfürdür, îmânı giderir. (İbn-i Âbidîn)
Başkalarını hicveden (kötüleyen) ve fuhş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri tegannî ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de harâm olur. (Âlim bin A'lâ)
Vâz, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk bildiren şiirleri tegannî ile okumak câizdir. Devamlı böyle vakit geçirmek mekrûh olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı, ezânı tegannî ile okumak ise sözbirliğiyle harâmdır. Tegannî; harfleri, kelimeleri değiştirmekte, mânâyı bozmaktadır. Bunları kasd ile bile bile değiştirmek harâm olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri ve ilâhîleri, mânâyı bozmayacak güzel sesle okumak müstehâbdır. (Muhammed Bağdâdî)
Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile tecvide göre okumalıdır. Tegannî ile kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEHADDÎ: Meydan okumak.
Âlimlerin çoğuna göre peygamberlerin mûcize gösterirken açıkça tehaddî etmeleri şart değil ise de mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Evliyâ, peygamberlik iddiâ etmedikleri ve onların kerâmetlerinde tehaddî bulunmadığı için mûcize olmazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEHARRÎ: Bir şeyi anlamak için araştırmak.
Sofradakiler, içeri gelen kimseyi yemeğe çağırsalar, âdil bir müslüman da, yedikleri eti mürted kesti veya içtiklerinde şarâb karışık dese, çağıranlar âdil ise, oturur. Âdil değilseler oturmaz. İkisi âdil ise, yine oturur. Biri âdil ise, teharrî eder . Karar veremezse, oturup yer, içer ve suları ile abdest alır. (İbn-i Âbidîn)

TEHÂVÜN: Gevşeklik.
Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni ve Peygamber efendimizin sünnetini terk edeni ârif, velî zan etme. (Cüneyd-i Bağdâdî)

TEHAVVÜL: Değişme. Bir hâlden başka bir hâle geçme.
Sıcak havada tazyik azalır, barometre düşer. Soğukta ise yükselir. Bu tazyik tehavvülü sıhhat için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı bildiğimiz hastalıkların dörtte biri mevcûd olmazdı. (Seâdet-i Ebediyye)

TEHECCÜD NAMAZI: Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on iki rek'at arasında kılınan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsûs fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da, Kur'ân-ı kerîm ile teheccüd (namazı) kıl. (İsrâ sûresi: 79)
Teheccüd namazına devâm ediniz. Zîrâ sizden önceki sâlihlerin kıldığı bir namazdır ve Rabbinize sizi yaklaştırıcıdır ve günâhların keffâretine ve nefsi günahtan alıkoymaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-ül-İslâm)
Teheccüd namazını zarûret olmadıkça elden kaçırmamalıdır. Peygamber efendimiz muhârebelerde bile teheccüd kılardı. Kazâ namazları olan, teheccüd yerine kazâ namazı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. (Hâdimî, İbn-i Nüceym)

TEHEVVÜR: Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın aşırısı. Atılganlık.
Tehevvür sâhibi hiddetli, sert olur. Bunun aksine hilm (yumuşaklık) denir. Halîm (yumuşak) kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecana gelmez. Korkak olan, kendisine zarar verir. Gadablı kimse ise hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Tehevvür, insanı küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfte; "Gadab, îmânı bozar" buyruldu. Burada bildirilen gadabdan maksat tehevvürdür. Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâ için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba gelirdi. (M. Hâdimî)

TE'HÎR: Geciktirmek, geri bırakmak. (Bkz. Takdîm ve Te'hîr)
Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulm eder. Tövbeyi te'hîr etmemelidir. (İmâm-ı Mücâhid)
İyi, hayırlı işler akla gelince bunu te'hîr etmeden hemen yerine getirmelidir. Zîrâ insanın nefsi ve şeytan bu hayırlı işi yaptırmamak için araya binbir sebeb koyar. (M. Hâdimî)
Yavrucuğum tövbeni te'hîr etme! Zîrâ ölüm âni gelir. (Lokman Hakîm)

TEHİYYÂT (Tahiyyât): Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.
Son rek'atte otururken, tahiyyât okumak namazın vâciblerindendir. Üç ve dört rek'atli namazların ikinci rek'atinde otururken, tahiyyât okumak ise sünnettir. (Halebî)
Son rek'atte tahiyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Tahıyyâtın mânâsı; yapılan bütün tâzimler, hürmetler ve ibâdetler Allahü teâlâya mahsustur ve ey Muhammed aleyhisselâm! Selâmet ve Allah'ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şe hâdet ederim ki Allahü teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilâh yoktur ve Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir. (Harputlu İshâk Efendi)

TEHİYYET-ÜL-MESCİD: Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet için kılınan iki rek'at nâfile namaz.
Câmiye girenin tahiyyet-ül-mescid olarak iki rek'at namaz kılması, söz birliği ile sünnettir. Sesli Kur'ân-ı kerîm okunuyorsa tehiyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevî)
Mescide girdiği esnâda kılınan farz veya sünnet ile tehiyyet-ül-mescid sevâbı dahi hâsıl olduğu gibi, abdesti müteâkib (sonra) kılınan farz veya sünnet ile de bu fazîletler meydana gelir. (M.Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)

TEHLÎL: "Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.
Tesbîh (sübhânallah), tehlîl ve takdîse (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yüceliğini, noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemeye) devâm edin. Bunlardan gaflet etmeyin. Şaşırmamak için parmak uçları ile hesâb edin.Zîrâ onlar, kıyâmet gününde sorguya çekilir ve şehâdet ederler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd ve Tirmizî)
İnsan için boş sözlerden kaçıp, tesbîh (sübhânallah) ve tehlîle devâm etmek, daha hayırlıdır. Öyle olur ki, Allahü teâlâ, onun karşılığında Cennet'te bir köşk verir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hacca giden kimse, Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner; tekbir (Allahü ekber), tehlîl ve salevât getirir. Sonra, iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ eder. (Ebû Bekr Ali)
Fısk meclislerinde (günah işlenen yerlerde), alay edenler arasında tesbîh (sübhânallah), tehlîl, zikr (Allahü teâlâyı anma), tekbîr (Allahü ekber), hadîs ve benzerlerini okumak günâhtır. (Halebî)

TEKÂSÜR SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir. Tekâsür, çokluk ve çoklukla övünmek demektir. Sûrede, insanların âhiret günü Cehennem'i görecekleri ve suâle tâbi olacakları bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Tekâsür sûresinde meâlen buyruldu ki:
O gün dünyâda kazanıp harcadığınız nîmetlerden hesâba çekileceksiniz. (Âyet: 8)
Tekâsür sûresini okuyan kimse, bin âyet okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Kadîr)

TEKÂYÂ: Tekkeler. Tekkenin çoğulu. (Bkz. Tekke)

TEKBÎR:
1. Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan), yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da (kâfirleri, Allahü teâlânın azâbı ile) korkut! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret! Sûr'a üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur... (Müddessir sûresi: 10)
2. "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânellah), otuz üç tahmîd (Elhamdülillah), otuz üç tekbîr ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallah) söyleyiniz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Her namazdan sora otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere el-hamdülillah, otuz üç kere (tekbîr) Allahü ekber deyip, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehu lehülmülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr, demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da af olunacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Envâr li-A'mâl-il-Ebrâr)
Tekbîr kelimesi, Allahü teâlânın, kullarına yaptığı şükürlerden çok yüksek olduğunu, O'na yakışan şükür yapılamıyacağını ifâde etmektedir. (Ahmed Fârûkî)
3. Ramazan ve Kurban bayramlarında okunan; "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd" sözü. Buna Teşrîk tekbîri de denir. (Bkz. Teşrîk Tekbîri)

Tekbîr-i Tahrîme: Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah (namaza başlama) tekbîri de denir.
Tahrîme tekbîri, namazın şartlarından yâni dışındaki farzlarındandır. Kadınlar iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sonra tekbîr-i tahrîmeyi söyler. Sonra sağ eli sol elin üstünde olarak, göğüse kor. Bilek kavramazlar. AAAllahü veya ekbaaar gibi uzun söylenirse, namaz olmaz. İmâmdan önce ekber denirse, namaza başlanmış olunmaz. (İbn-i Âbidîn)

Tekbîr-i Zevâid: Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid tekbiri.
Tekbîr-i zevâid bayram namazlarında şöyle alınır. Birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra söylenir. Bu sırada eller üç defâ kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincide, iki yana uzatılır, üçüncüde göbek altına bağlanır. İkinci rek'atte ise, Fâtiha ve zamm -ı sûre okunduktan sonra, rükûa gitmeden, ayakta iken yine üç tekbir alınır. İki el yine kulaklara kaldırılır, eller üçünde de yanlara bırakılır. Namaza âit olan dördüncü tekbirde elleri kulaklara kaldırmayıp, rükûa gidilir. (Halebî-i Kebîr)

TEKEBBÜR: Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük gösterme.
Allahü teâlâ tevâdu' üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Allahü teâlâ; "Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu' edenleri severim" buyuruyor. Âciz, elinden bir şey gelmeyen zavallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır?Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan aşağıl ığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek (göstermek) mecbûriyetindedir. Bunun için her an, her yerde aczini göstermesi, tevâdu' üzere bulunması lâzımdır. Tekebbür etmek harâmdır.Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan nefsini ne kadar aşağılarsa, Allah indinde kıymeti o kadar artar. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ indinde kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Mal, evlâd, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. (M. Hâdimî)
Tekebbür edene tekebbür sadakadır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKFÎN: Kefenleme.
Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) bir genci Cehennem korkusu yakaladı. Hattâ bu korkudan sokağa bile çıkamaz oldu. Peygamber efendimiz bu gencin ziyâretine gitti ve genci kucakladı. Daha sonra bu genç vefât etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bunun techîz ve tekfînine bakın. Zîrâ Cehennem korkusundan ödü çatlamıştır." (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TEKFÎR: Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.
Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bir kimsede küfre sebeb olan iş veya söz görülünce, hemen tekfîr etmemelidir. Küfrü irâde ettiği, istediği açıkça anlaşılmadıkça sû-i zan (kötü zan) etmemelidir. Bir kimsenin bir işinde veya sözünde doksa n dokuz küfr ihtimâli olsa, bir tâne de îmân ihtimâli olsa, bu kimse tekfîr edilmez. Müslümana hüsn-i zan edilir, hakkında iyi zan beslenir. (Kutbüddîn İznikî)

TEKKE: Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler, yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

TEKMÎL MAKÂMI: Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını yetiştirebilmek derecesine ulaşma.
Tasavvuf yolunda nihâyete kavuştuktan sonra geriye dönenler, irşâd (öğretme, yetiştirme) ve tekmîl makâmına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için Hak'tan halka dönerler. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎN: "Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
Allahü teâlânın sübûtî (zâtında bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak bulunan) sıfatları sekiz tânedir. Bunlar; hayât (diri olmak), ilim (bilmek), semi' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylem ek) ve tekvîndir. Bu sekiz sıfata sıfât-ı hakîkiyye denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyyeden bir tânesi de tekvîndir. Allahü azîm-üş-şân hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan başkası için yarattı demek küfr olu r. İnsan bir şey yaratamaz. (Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda bulunan âlimler) buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ, ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı Ki briyâ (büyüklük), Ganî olmak (başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtâç olmak) ve Tekvîn sıfatlarıdır." (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎR SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.
Tekvîr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen ve güneşin dürülüp, ziyâsının (ışığının) gitmesi mânâsına olan Tekvîr kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede, kıyâmetin kopmasına dâir on iki önemli hâdise bildirilmektedir. (Râzî, Senâullah Dehlevî)
Tekvîr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Güneşin karardığı, yıldızlar yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zaman... Her nefis, hayır ve şerden ne hazırlamışsa artık hepsini görüp bilecektir. (Âyet: 1-3, 14)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse, Tekvîr, İnfitâr ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Nesâî)

TELBİYE: "Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni'mete vel-mülke lâ şerîke leke" sözlerini söylemek. (Bkz. Lebbeyk)
Erkekler hac ve umre için ihrâmda bulunduğu müddetçe, arkadaşları ile karşılaştığı vakitte, toplantı yerlerinde, tepelere yükselip, vâdilere indikte, vâsıtaya biniş ve inişlerde yüksek sesle telbiye okur. Kadınlar telbiyeyi hafif sesle söyler. (Saîdüddîn Fergânî)

TELFİK: Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.
Bir ibâdeti veya bir işi yaparken, birkaç mezhebi telfik etmek, dört mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Bu iş, karıştırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh (doğru) olmaz, bâtıl (geçersiz) olur. Dîni oyuncak yapmış ol ur. (Abdülganî Nablüsî)
İşlerini, mezhebleri telfik ederek yapmak câiz değildir. Çünkü böyle yapmak İslâmiyet'in dışına çıkmak olur. (İmâm-ı Ebü'l-Hasen Subkî)

 T - 4

TELVÎN: Tasavvuf yolundaki taleb enin kalbinde meydana gelen değişik haller.
Kıymetli kardeşim Hâfız Mahmûd'un şerefli mektûbu geldi. Hâllerinin telvînlerinden bir şeyler yazmışsınız. Bu yolun başında da sonunda da sâlikler (tasavvuf yolcuları) hâllerin telvîninden kurtulamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEMELLUK: İfrât (aşırı) derecede tevâzû.
Temelluk, müslüman ahlâkından değildir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adiy)
Temelluk ancak üstâda ve tabibe karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. (M. Hâdimî) Muallim ile tabîbe, Temelluk etmek lâzımdır. Tabîbin tedâvisine, Ve te'allüme (öğrenmeye) hâdimdir.
(M. Hâdimî)

TEMENNÎ: Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını dileme.
Temennî insanı tembelliğe götürür. Recâ (sebebine yapıştıktan sonra o işin olmasını beklemek) ise, çalışmaya sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Müslüman temennî sâhibi değildir. Çalışır, sebeplere yapışır, ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül eder (her şeyi O'ndan bekler). (Mustafa Sabrî)

TEMETTU' HAC:
Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra memleketine dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'. (Bkz. Hac)
Temettû' hac sevâbı, ifrâd haccından çoktur. (İbn-i Âbidîn)

TEMÎME: Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.
Temîme ve tivele (muhabbet hâsıl etmek için okumak veya üzerinde bir şey taşımak) şirktir. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)

TE'MÎNÂT: Güven ve garanti vermek. (Bkz. Emân)

TEMKÎN: Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.
Kalb, telvinden (değişik hallerden), hâllere kul olmaktan kurtulmuş ve temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller artık nefse gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Temkîne eren kimse üstünlerin üstünü olur. (Mevlânâ Hâce Emkenegî)

Temkîn Zamânı: Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yük sek tepesinde bulunan bir kimsenin gördüğü ufuktan (zâhirî ufuk) güneşin üst kenarının batması veya doğması mûteberdir. Bu ikisi arasında güneşin yarı çapı, bulunan yerin inhitât-ı ufku (ufuk alçalması), güneş ışıklarının kırılması ve güneşin paralaksı kadar fark vardır ki bu farka temkin denir. Temkin zamânı, enlem derecesine, mevsimlere ve yüksekliğe göre değişirse de Türkiye için ortalama 10 dakikadır.
Güneş tepede iken yâni öğle namazının vaktinden temkin zamânı kadar evvel olan zaman içinde her namazı kılmak haramdır. (Ahmed Ziyâ Bey)
Temkîn zamânı değiştirilemez. Temkîn zamânı azaltılırsa, öğle ve daha sonraki namazlar vakitlerinden evvel kılınmış olur. (M. Sıddîk Gümüş)

TEMLÎK:
1. Mülk olarak vermek.
Zekât vermek, malı müslüman fakire temlik etmekle olur. (İbn-i Âbidîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakiri bir gün sabah akşam doyurur. Altmış günlüğü bir fakire, bir günde toplu verirse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakiri sabah, altmış başka fakiri de akşam doyuru rsa, sabah doyurduklarını akşam veya akşam doyurduklarını sabah bir daha doyurmalıdır. Yâhut bunlardan altmışının her birine Sadaka-i fıtır miktârı mal temlîk eder. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
2. Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.
Temlik haberini başkası ile veya mektubla zevceye ulaştırma hâlinde zevce, haberi aldığı mecliste kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü)

TEMYÎZ: İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz denir.
Temyiz sâhibi olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Temyiz sâhibi olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse bile sahih (geçerli) değildir. Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu olduğunu söyle mesi, ödünç, sadaka hediye vermesi böyledir. (Ali Haydar Efendi)
Bunamış ihtiyarlar da temyiz sâhibi çocuk gibidir. Alış-verişlerini velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veya canı telef ederlerse öderler. (Ali Haydar Efendi)

TENÂSÜH: Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa, Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.
Tenâsüh, îmânı giderir, Tenâsüh vardır diyen, İslâm dînine inanmamış olur. Yâni müslümanlıktan çıkar. Rûhların, cisim şekil alarak iş görmelerini, bâzı kimseler tenâsüh sanmıştır. Hâşâ ve kellâ (aslâ), hiç tenâsüh değildir. Yâni ruhlar, başka bir bed ene girmemiştir. Bu hâl, birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Derezîlerin (Fâtımî hükümdârı Hâkim biemrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imâmlığına yâni peygamberliğine inananların) îmânları bozuktur. Tenâsühe inanırlar. Şaraba ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeye, namaza, oruca ve hac ca inanmazlar. (İbn-i Âbidîn)
Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine de te'sir eder, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bundan haberi olmaz. Vaktiyle Roma'da ve Peşte'de, son zamanlarda Adana'da konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bâzı kimseler bu çocukların iki rûhlu olduğunu veya başka insanın rûhunu taşıdığını yâni tenâsüh sanmıştır. Böyle zannetmenin yanlış olduğunu dînimiz açıkça bildirmektedir. Cinler putun yâni heykelin içine girip de konuşurlardı. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrîf ettiği, İslâmiyet'in başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözleri duyup, çok kimsenin müslüman olduğu Mir'ât-ı Mekke târih kitâbında yazılıdır. Abdülhakîm Arvâsî)

TENEŞİR: Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.
Teneşir (serîr) etrâfında önce buhur yakılıp üç defâ dolaştırılır. Beş defâ da olur. Buhur bir ottur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen ağacın zamkı da karıştırılıp bir kap içindeki ateş üzerine konur, bu kap, teneşir etrâfında dolaştırılır. (Halebî, Tahtâvî)
Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay gelen şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Teneşir üzerinde kıbleye karşı yatırmak sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎH: Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak tutmak.
Kim her gece yatarken; "Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber" diye yüz defâ okursa, tenzîh, tesbih, hamd ve tekbir söylemiş olur. Bunu çok okumakla, kusurlarının, günâhlarının affedilmesini istemiş olur. (Ahmed Fârûkî)

TENZÎHEN MEKRÛH: Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.
Dinde müekked, kuvvetli olmayan sünnetleri ve müstehabları yapmamak tenzîhen mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla yapmaya devâm ederse, azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm kalmaya sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûhtur. (M. Hâdimî)
Namazda gözleri yummak tenzîhen mekrûhtur. Zihin dağılmasın diye yumulursa mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎL: İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde indirildiği ve dünyâ semâsında bulunduğu rivâyet edilen yer) denilen makâma topluca indirilmiştir ki, buna inzâl, buradan Peygamber efendimize vahy yoluyla parça parça indirilmiştir ki, buna da tenzîl denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın tenzîlidir. (Yâsîn sûresi: 5)

TERAKKÎ:
1. İlim, fen ve san'atta yükselme, ilerleme.
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. (M. Sıddîk Gümüş)
Müslümanlar İslâmiyet'e yapışıp bağlandığı müddetçe terakkî etmişler, İslâmiyet'ten uzaklaştıkça da, zelîl ve hakîr olmuşlardı. (Nur Muhammed Bedevânî)
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )

Çevrimdışı P.u.S.u

  • Katılımcı Üye
  • *
  • İleti: 226
  • Rep Gücü : 106
  • Cinsiyet: Bay
  • Hayırlı Cumalar Dilerim
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dini Sözlük
« Yanıtla #29 : Haziran 02, 2009, 07:49:39 ÖS »
V

VÂCİB: Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.
Vâcibin terk edilmesi, tahrîmen mekrûhtur. Yâni harama yakın mekrûhtur. Vâcibi yapmayan, tövbe etmezse, Cehennem'de azâb çeker. (İbn-i Âbidîn)
Namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmaz. Fakat günâh olur. Unutarak yapmayan secde-i sehv (unutma secdesi) yapar. Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı sûreyi (Fâtiha'dan sonra okunan sûreyi) unutan, üçüncü ve dördüncü rek'atlerde okuy up, sonra secde-i sehv yapar. Son rek'atte oturmayıp, ayağa kalkan secde etmeden hatırlarsa, hemen oturur, oturmayı geciktirdiği için secde-i sehv yapar. (Tahtâvî)

Vâcib-ül-Vücûd: Varlığı mutlaka lâzım olan Allahü teâlâ.
Vücûd var olmak demektir, yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur. Hep vardır. Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki ma'bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız yoktan var eden ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanm aktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur.Her şeyi var eden ve kendi varlığının sonu, sınırı bulunmayan ve nasıl olduğu akıl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet (ilahlık) ve hâlikiyyet (yaratıcılık) için lüzumlu sıfatları bilinen bir varlıktır.Kendi kendine var dır ve bir tânedir. O'ndan başka hiçbir şey kendi kendine var olamaz. Her şeyi var eden ve varlıkta durduran yalnız O'dur. Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir. Bütün varlıkların var olması için, O'nun var olması lâzımdır.Her şeyi var etmesi ve böyle düzgün hâlde durdurması için lâzım olan kemâl sıfatları vardır. Noksanlık, ayb ve kusur O'nda olamaz. (İmâm-ı Gazâlî)

VÂCİD (El-Vâcid): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.
El-Vâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi kuvvet bulur. (Yûsuf Nebhânî)

VA'D: Söz verme, söz verilen şey.
1. Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah mü'min (inanan) erkeklere ve mü'min kadınlara kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere ağaçları altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetinde güzel meskenler (kalacak yerler) vâ'detti. Allahü teâlânın onlardan râzı olması (ise) , hepsinden daha büyüktür. (Çünkü bu her seâdetin başıdır). (Tevbe sûresi: 72)
2. Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.
Münâfıklık alâmeti üçtür. Yalan söylemek, va'dini ifâ etmemek (yerine getirmemek), emânete hıyânet etmek. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Nifak yâni münâfıklık; zâhirin (dışın) bâtına (içe) uymaması demektir. Münâfığın sözü özüne uymaz. İnanılacak şeylerde münâfıklık yapmak küfrdür, inançsızlıktır. Cehennem'de sonsuz kalmayı gerektirir. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak haramdı r, günâhtır. Îmânı gidermez. İnanılacak şeylerde münâfıklık, diğer küfrden (inançsızlıklardan) daha kötüdür. Îfâ etmek, yerine getirmek niyetiyle va'd yapmak câizdir, hattâ sevâbdır. Böyle va'di îfâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır. Va'di yerine getirmemek tenzihen mekrûhtur. Va'dinde durmaya gücü yetmezse münâfıklık olmaz. Kendine mal veya söz yahut sır emânet edilen kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur. (İbn-i Hacer)

VA'DE:
1. Bir iş için önceden tâyin edilen zaman, târih.
Taksitle mal alırken, paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını eşit miktarlarda vâde ile ödemek için, yâhut peşinsiz hepsini belli vâdelerde eşit taksitlerle ödemek için sözleşerek satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Ödünç verirken zaman tâyin etmemelidir. Çünkü zaman tâyin ederse, malı misli ile veresiye satmış olur.Bu ise fâiz olur. Bir vâde ile ödünç vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti beklemeden alacağını istemek câizdir. (Hamzâ Efendi, Uşâkî, İbn-i Âbidîn)
2. Ecel.
Va'desi gelen ölür. Her ölen âhirette mutlaka diriltilecektir. Diriltildikten sonra mîzân ve hesab vardır. Hesâbları görülenler Cennet'e veya Cehennem'e sevk olunacaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

VAD'I HAML: Doğum yapmak.
Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden evvel nikâh etmek sahîhtir. Fakat vad'ı haml edinceye kadar vaty etmek (yaklaşmak) câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz. (İbn-i Âbidîn)

VÂDİ-Yİ URENE: Arafât ovasında bulunan bir vâdi.
Arefe günü Arafât'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde öğle ile ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak, haccın farzlarındandır. (Mevkûfâtî)

VAHDÂNİYYET: Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, ortağı olmaması. (Bkz. Sıfat)
Vahdâniyyet sıfatı ve diğer zâtî sıfatların hiçbiri varlıkların hiçbirinde yoktur. Yalnız Allahü teâlâya mahsûsturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiçbir sûrette bağlantıları yoktur. (Hâlid-i Bağdâdî)

VAHDET-İ VÜCÛD: Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.
"Vahdet-i vücûd vardır. Her şeyde Allahü teâlâyı görüyoruz ve her şey O'dur" diyen tasavvuf büyükleri; her şey Allahü teâlâ ile birleşmiş, O, her şeyden ayrı değil, her şeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikte var oldu, işte O görünüyor gibi şeyl eri demek istemiyorlar. Böyle söylemek îmânı giderir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı değildir. Onlara benzer değildir. O, hep var idi, hep öyledir. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına, yarattıklarına benzemez, O'nun varlığı lâzımdır. O'ndan başkası olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin her şey O'dur demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır. Her şey Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelmiştir demektir. Tasavvuf büyükleri hâricde, eşyânın varlığını vehmî, hayâl olarak biliyor. Böyle vücûd devamlıdır.Yâni bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhiretin sonsuz hayâtını bu vücûda (varlığa) bağlı bilirler. Âlimler eşyâyı hâricde mevcud bilir, âhiretin sonsuz hayâtı, bu eşyâya göre olacaktır der. Bununla berâber eşyânın hâricde varlığını Hak teâlânın varlığı yanında zaif, kuvvetsiz, hattâ yok bilir. Görülüyor ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhiret işlerini, bu varlık üzerine kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sofiyye, bu varlığa vehmî diyor. Çünkü, bunlar, tasavvuf yolunda yükselirken, hiçbir şey görmüyor. Hak teâlânın varlığından başka, bir şey gözlerine görünmüyor. Âlimler ise, bunların varlığına vehmî demekten kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Vahdet-i vücûd, tasavvufun ince mes'elelerindendir. Felsefecilerin akıllarına göre bahsettikleri vahdet-i vücûddan tamâmen başkadır. Çünkü, tasavvuftaki vahdet-i vücûd tatmakla anlaşılan bir hâldir.Bunu o yüksek makâma yükselenler bilir. Felsefeciler in bahsettiklerine gelince, o akl ile anlaşılan bir şeydir. (Abdülhakîm Arvâsî)

VÂHİD (El-Vâhid): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır. (O'nun ortağı yoktur.) O, Vâhid'dir. Kahhâr (her şeye gâlib) dir. (Ra'd sûresi: 16)

VÂHİME KUVVETİ: His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet.
Düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülüp, hissedilince, bunlardan dostluğu ve düşmanlığı vâhime kuvveti anlar. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun kurdun düşmanı olduğunu anlamaz, ondan kaçmaz, yavrusunu da korumazdı. Vâhime kuvvetiyle anlaşılan mânâlar hâfıza ile saklanır. (Ali bin Emrullah)

VAHY (Vahiy): Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) boş şey söylemez. Yalnız vahyedileni söyler. (Necm sûresi: 3)
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, îmânı ve ibâdet esaslarını, güzel ahlâkı içine alan ilâhî kitablara inanmak, dînimizin üçüncü temel şartıdır.Yüce Rabbimiz peygamberleri vâsıtası ile hepsini ilâhî kitablarda bildirmiştir. Allahü teâlâ bu ku tsal kitabları, bâzı peygamberlere melek vâsıtasıyla okutarak, bâzılarına ise yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek vahyetti. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu ilâhî kitabların hepsi O'nun kelâmı (sözleri) dır. (M. Sıddîk Gümüş)

Vahy Kâtibi: Peygamber efendimize gelen vahyi, O'nun emri ile yazan sahâbîlere verilen isim.
Eshâb-ı kirâm arasında kırk kadar vahiy kâtibi vardı.Meşhûr vahiy kâtibleri şu Sahâbîler idi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye, Hâlid bin Velîd, Abdullah bin Zeyd, Zeyd bin Sâbit ve diğerleri. (İbn-i Hacer Askalânî)

Vahy-i Gayri Metlûv: Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî. (Bkz. Hadîs)

Vahy-i Metlûv: Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek peygamberlere okuması.
Vahy-i metlûvun kelimeleri de, mânâları da Allahü teâlâdan gelmiştir. Kur'ân-ı kerîm vahy-i metlûvdur. (İmâm-ı Süyûtî)

VA'ÎD: Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şimdi, benim dünyâda ve âhirette va'îdimden korkanlara va'z-u nasîhat et! (Kâf sûresi: 45)
Mekke müşriklerinden önceki kavimler, Peygamberlerini tekzîb ettiler (yalanladılar). Onlara va'îdim hak (vâcib) oldu. (Kehf sûresi: 14)
... Allah'ım, ey sağlam ipin ve dosdoğru işin sâhibi! Senden va'îd gününde, emniyet ve sonsuzluk gününde Cennet'ini dilerim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

VAKF (Vakıf):
1. Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı)malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfedene vâkıf, vakfedilen şeye mevkûf, vakfın menfaati kendisine bırakılana mevkûfun aleyh, yapılan sözleşmeye de vakfiye denir.
Vakf dünyâda insanlara ihsân (iyilik) ve ikrâm etmek, âhirette de sevâb kazanmak gâyesiyle kurulur. Vakf, ibâdet değil, kurbettir. Yâni sevâb kazanmak niyeti ile yapılan mubâh bir iştir. (İbn-i Âbidîn)
Abdullah ibni Ömer buyurdu ki: Babam Ömer (r.anh) Hayber topraklarındaki mülkü olan bahçesini, tasadduk etmek yâni sadaka olarak vermek istiyordu. Peygamber efendimize ne yapmasını sormuştu. Peygamber efendimiz: Mülkünü vakıf yoluyla sadaka et ki satılmasın, hîbe edilmesin, mîrasçılara kalmasın ancak gelirleri veya mahsûlü hayır işlerine harcansın" buyurdu. Babam da böyle yaptı. O bahçenin mahsûlü Allah yolunda harbedenlere, köle âzâd etmeye, misâfirlere ve yolculara, yolda kalmışlara, bahçeyi i şleyenlere ve idâre edicilerine harcandı. (İbn-i Âbidîn)
2. Kırâatte yâni Kur'ân-ı kerîm okurken duracak yerde durmak, kelimeyi kendisinden sonra gelenden ayırmak.
Zellet-ül kârinin (yanlış okumanın) biri de, vakıf ve geçilecek yerde olur. Bu şekilde hatâda, mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

VAKFE: Durma; haccın farzlarından olup, Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazından sonra bir miktar durmak.
Vakfe, Arafat'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde yapılır. (İbn-i Âbidîn)

VÂKIA SÛRESİ: Kur'ân-ı kerîmin elli altıncı sûresi.
Vâkıa sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Doksan altı âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyette geçen Vâkıa kelimesinden alır. Sûrede, kıyâmet ve âhiret hâllerinden, Cennet ve Cehennemden vb. konulardan bahs edilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Râzî)
Vâkıa sûresinde meâlen buyruldu ki:
Îmânları ileri olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir. (Âyet: 10)
Kim her gece Vâkıa sûresini okursa, ona fakirlik aslâ isâbet etmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

VÂKI'ÂT HABERLERİ: Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler.
Hanefî mezhebinde vâkı'ât haberlerini ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, Nevâzil kitabını yazmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde namazda hareketsiz olmak lâzım olduğundan, otururken parmakla işâret edilmez. Vâkı'ât haberlerinde böyle bildirilmektedir. (İbn-i Âbidîn)

VÂKIF:
1. Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse. (Bkz. Vakf)
Vâkıfın müslüman, hür, akıllı ve bâliğ yâni ergenlik çağına ulaşmış olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Şart-ı Vâkıf (Vâkıfın koyduğu şart), nass-ı şârî (din sâhibinin koyduğu kânun) gibidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Bir işten haberi olan.
Meşveret olunan kimsenin vâkıf olmadığı şeyi veya vâkıf olduğunun aksini söylemesi günâhtır. Hatâ ile söylemesi günâh olmaz. (M. Hâdimî)
3. Arafât'ta vakfeye duran.

VAKT (Vakit):
1. Namazın dışındaki farzlardan birisi.
Namazın dışındaki yedi farzdan birisi olan vakt üç şeyle tamam olur.
1) Her namazın vaktinin evvelini bilmekle,
2) Her namazın âhir (son) vaktini bilmekle,
3) Namazı mekrûh olan vakte vardırmamakla. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Farzları vaktinde sünnetlerle birlikte kıl. (Fakîrullah)
Beş vakt namazı, vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Zaman
Kim vaktini câmide geçirmeyi âdet ederse, Allahü teâlâ da ona ülfet eder (onu himâyesine alır) . (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem "Yârın yaparım diyen helâk oldu" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Vakt insanı havanda gibi döğer, ezer. (Üstâd Ebü'l-Kâsım)
Vakt keskin bir kılıç gibidir.Kıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

VÂLÎ (El-Vâlî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.
El-Vâlî ism-i şerîfini söyleyen, yıldırım ve başka âfetlerden kurtulmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

VALLÂHÎ: Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.
Yemin yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle, müslüman yemîni olmaz. Allahü teâlânın isimleri ile yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. İsmin başında be, te, ve harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa, yemin olur. Mes elâ billahî, tallahî, vallâhî demek gibi. Birisi hakkında "Vallâhî dövmeyeceğim" diye yemîn eden kimse, bir kerre döğerse yemîni bozulur, keffâret denen cezâyı verir ve yemin biter. İkinci defâ döğerse bir daha keffâret vermez. (Alâüddîn Haskefî)

VÂRİDÂT-I İLÂHİYYE: Allahü teâlâdan gelen feyzler ve ilhamlar.
Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi âdet-i ilâhiyye içinde yâni bir sebeb altında meydana gelmektedir. (Abdülhakîm bin Mustafa)
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine teveccüh (nazar) ederek feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı bir bakışta vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. (Raûf Ahmed Müceddidî)

VÂRİS:
1. Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan almaya hak kazanan.
Bir kimse maraz-ı mevtte (ölüm hastalığında), vârislere veya başkasına hediye verse, ölünce, alacaklıları geri alıp paylaşırlar. (Hacı Reşîd Paşa)
2. İlim ve ma'rifette mîrasçı.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

VASÎ: Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği kimse.
Ölüm hastası, küçük çocuğuna bırakacağı malını, bu çocuğun ihtiyâçlarına sarf etmesi için birini vasî tâyin edince, çocuk âkıl (akıllı), bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına gelmiş) olduğunda, reşîd olduğu (malını, dînin ve aklın beğendiği yerlerde kullan dığı) görülmedikçe vasîden malları alamaz. (İbn-i Âbidîn)
Emîn (güvenilir) olmayan, fâsık (açıkça haram işleyen) veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) vasî yapılırsa, kâdı (hâkim) bunları değiştirir. (Kâdıhan)
Vasî muhtâc olunca, yetimin malından yiyebilir. Kimseye hibe edemez. Helâk (telef)ederse, azl olunur (vasîlikten alınır). (Kâdıhan)

VÂSİ' (El-Vâsi'): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ mülkün sâhibidir. Mülkünü dilediğine verir. Allah Vâsi'dir, her şeyi bilir. (Bekara sûresi: 247)
El-Vâsi' ism-i şerîfini söyliyen, fakirlik sıkıntısına düşmez. Hırs, gayz ve hasedden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

VASİYETNÂME: Vasiyet yazılan kâğıt.
Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyetnâme yazmalıdır. Vasiyetnâmeyi maraz-ı mevtte (ölüm hastalığında) yazmak vâcib, sıhhatte iken yazıp yanında taşımak müstehaptır (iyidir). (Senâullah-ı Dehlevî)
Hazırlanan vasiyetnâmede evlâdına, ahbâbına, son nasîhatini yapmalıdır. Kendinde hakkı bulunanlardan, helallaşmalarını, alacaklarını, vereceklerini, borçlarının ödenmesini, iskat yapılmasını, hac borcu varsa vekil gönderilmesini, cenâze hizmetindeki ve defnden sonraki isteklerini bildirmelidir. Zevcesine olan (mehr-i müeccel) borcunun ödenmesi için vasiyet etmeyi unutmamalıdır. (Senâullah-ı Dehlevî, Abdülhakîm-i Arvâsî)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî'nin, oğlu Abdurrezzak'a vasiyetnâmesi şöyledir:
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara muvaffâkiyet ihsân eylesin. Sana Allah'tan korkmanı ve O'na itâat etmeni, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim. Ey oğlum! İyilerle berâber ol. Âliml ere, evliyâya hürmeti gözet. Din kardeşlerinle iyi geçin. Küçük ve büyüklere nasîhat et. İhlâs üzere ol. İhlâs; insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır.

VASİYYET (Vasiyet): Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine vasiyet yapılan şahsa mûsâleh denir.
Bir müslümanın üzerinden iki gece geçer ve bu gecelerde vasiyet edeceği bir şey olup da vasiyetini yazmaması ona lâyık değildir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhu Alel Mezâhib-i Erbea) (Hadîs-i şerîfte sâdece iki gecenin bildirilmesi vasiyet yazmakta acele etm eği teşvik içindir.)
Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyet yazmalıdır. Bir kimse vasiyetini iptal edebilir. Vasiyetini inkâr etmesi iptal olmaz. Vasiyeti kabûl eden, öldükten sonra reddedemez. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken, kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının keffâreti yapılması için vasiyet etmesi lâzımdır. (Halebî)

VASL:
1. Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma. Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir. Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
2.Birleştirme. İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya İki temel bilgiyi vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsından en büyük payı alan.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
(Sıla:İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, şerîat ile tarîkati birleştiren mânâsına gelen, hadîs-i şerîfle bildirilmiş ismidir.)

Vasl-ı Uryânî: Tasavvuf yolculuğunun sonunda Allahü teâlâya kavuşma hâli. Nihâyete erme.
Vasl-ı uryânîde sâlik (tasavvuf yolcusu), vücûdunun her zerresi ile Allahü teâlâyı zikr eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Vasl-ı uryânî, nûrânî perdelerin tamâmen yanmasından sonradır. (İmâm-ı Rabbânî) Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur, Gideyim, vasl-ı uryânî ancak böyle bulunur.
(Mevlânâ)

VATAN: İnsanın yerleştiği, oturduğu yer, memleket.
Vatan sevgisi îmândandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Hanefî mezhebinde üç türlü vatan vardır: Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet, vatan-ı süknâ. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı Aslî: İnsanın doğduğu veya evlendiği veya ayrılmamak niyeti ile yerleştiği yer.
Vatan-ı aslî birden fazla olabilir. Bir kimse, vatan-ı aslîye girince mukîm olur. Namazlarını dört kılar. (İbn-i Âbidîn)
Sefere çıkmak, vatan-ı aslîyi bozmaz. Vatan-ı ikâmette veya vatan-ı süknâda bulunmak, vatan-ı aslînin bozulmasına sebeb olmaz. Vatan-ı aslî ancak vatan-ı aslî ile bozulur. Bâliğ (ergenliğe ulaşmış) çocuğun, ana-babasının bulunduğu yer, doğduğu yer bi le olsa, buradan ayrılıp başka yerde çıkmamak üzere yerleşse veya evlense orası vatan-ı aslîsi olur. Zevcesini bir yerde yerleştirip, sonra kendisi başka yere devamlı kalmak üzere yerleşse ikisi de vatan-ı aslîsi olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı İkâmet: Geçici olarak ikâmet edilen yer. Hanefî mezhebinde on beş gün veya daha çok kalıp sonra çıkmaya niyet edilen yer.
Bir kimse, okumak veya vazîfe yapmak için bir yerde senelerce kalmaya ve sonra buradan çıkmaya niyet ederse, vatan-ı ikâmet olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı Süknâ: Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek senelerce oturulan yer.
Misâfir, vatan-ı süknâda farzları hep iki kılar. Burada iken mukim sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

VATY ETMEK: Erkeğin hanımına yaklaşması; cimâ etmek.
Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden (doğum yapmadan) evvel nikâh etmek sahîhtir, olur. Fakat doğum yapıncaya kadar vaty etmek câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz. (İbn-i Âbidîn)

VA'Z (Vaaz): Öğüt, nasîhat; emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yâni iyiliği emr, kötülükten menetme.
İnsanlara va'z edici olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kazâ ve kadere îmân etmek yetişir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Va'z edenlerin, din adamlarının, cemâatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları fitne olur. Herkese anlayabileceği kadar söylemelidir. (M. Hâdimî)

VECD: Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.
Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) zâhirini (dışını, bedenini), dînin emir ve yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi, bâtın (kalb) işlerine, Allahü teâlânın rızâsından başka düşünceleri kalbinden çıkarmaya , kibir, hased (kıskançlık), kin gibi mânevî hastalıklardan temizlemeye çalışması da, kalbde ve rûhta vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâller ve vecdler, matlûbun (aranılanın) başlangıcıdır, maksad değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

VEDÂ HACCI: Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yüz bin kişiden fazla sahâbinin katılmasıyla yaptığı son haccı.
Peygamber efendimiz Vedâ haccında Arafât vâdisinin ortasında öğleden sonra, Kusvâ adındaki devesinin üstünde Vedâ hutbesini okuyup Eshâb-ı kirâm ile vedâlaştı. Mekke'de on gün kalıp vedâ haccını tamamladı ve vedâ tavâfı yaparak Medîne'ye döndü. Vedâ haccından sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip Resûlullah'ın bildirdiği ve emrettiği şeyleri oralarda anlattılar. (İbn-i Hişâm)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Vedâ haccında, Vedâ hutbesini okuduğu gün, Mâide sûresinin "Bugün dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i vermekle râzı oldum" meâlindeki üçüncü âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Peygamber efendimiz bu âyeti, Eshâb-ı kirâma okuyunca, hazret-i Ebû Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; "Bu âyet-i kerîme, Resûlullah'ın vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum" buyurdu. (Altıparmak, Halebî, İbn-i Hişâm)

VEDÂ HUTBESİ: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesinde yaptığı Vedâ haccı sırasında îrâd buyurduğu (okuduğu) hutbe.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesi Zilhicce ayının dokuzuncu (Arefe) günü Arafat vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adındaki devesinin üstünde 124 bini aşkın sahâbîye hitâben Vedâ hutbesini okuyup, Eshâb-ı kir âmı ile vedâlaştı.
Peygamber efendimiz Vedâ hutbesinde buyurdu ki:
... Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allahü teâlânın emâneti olarak aldınız, onların nâmûslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin , kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
... Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı (haramlardan, yasaklardan sakınması) çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. (İbn-i Hişâm)

VEDÎ: İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.
Vedî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî mezhebinde gusül (boy) abdesti de lâzım olur. (Halebî)
Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde vedî, guslü (boy abdestini) gerektirmez. (Şa'rânî)
Vedî, Hanefî mezhebinde kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

VEDÎA: Güvenilen kimseye saklamak için verilen mal. Emânet.
Vedîa söz veya hâl ile yapılan îcâb ve kabûl netîcesinde olur. Veren ve alan, diledikleri zaman fesh edebilir (vazgeçebilir). (Mecelle)
Vedîa, sâhibinden izinsiz kullanılamaz; âriyet, kirâ ve rehin ve ödünç verilemez ve sâhibinin borcu, onun izni olmadan ödenemez. Bunları izin ile yapabilir. (Ali Haydar Efendi)

VEDÛD (El-Vedûd): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden, onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.
El-Vedûd ism-i şerîfini söyliyen karı-kocanın birbirine karşı sevgi ve muhabbeti çoğalır. (Yûsuf Nebhânî)

VEFÂ: Sözünde durmak. (Bkz. Ahd)
Muâz bin Cebel şöyle rivâyet etmiştir:Resûl-i ekrem bana; "Yâ Muâz! Allah'tan kork! Doğru konuşmak, sözüne vefâ, emâneti edâ, hıyâneti terk, komşuyu himâye, öksüze acımak, yumuşak konuşmak, herkese selâm vermek, kanatları alçaltmağı (tevâzu'u) sana tavsiye ederim." dedi. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

VEHHÂB (El-Vehhâb): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına) ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yâ Rabbî! Bizi doğru yola hidâyet ettikten (ilettikten) sonra kalblerimizi şek ve şüpheye saptırma, meylettirme. Bize, kendi tarafından rahmet (tevfîk, îmân, hidâyet ve doğru yolda devâm etmek) ver. Şüphesiz sen, Vehhâb'sın. (Âl-i İmrân sûresi: 8)
El-Vehhâb ism-i şerîfini kim duhâ (kuşluk) namazından sonra söylerse, başkasına muhtaç olmaz. Kalblerde heybet hâsıl eder. (Yûsuf Nebhânî)

VEHHÂBÎLİK: Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda olana Vehhâbî denir.
Vehhâbîliğin kökü hicrî dördüncü asırlara uzanır. Bu sırada, Hanbelî mezhebinden, dolayısıyla Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih (mânâsı kapalı) âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere zâhirî (görünen) mânâlarına yapışarak, kendi akıllarına göre yanlış mânâ verdiler. Teşbih ve tecsim (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme)gibi bozuk bir inanışın içine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin) yolunda olduklarını söyliyerek, kendilerine selefîler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebül-Ferec İbn-ül-Cevzî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri onların selef-i sâlihîn yolunda olmadıklarını, bozuk mücessime fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını önlediler. Hicrî yedinci asırda İbn-i Teymiyye aynı fitneyi tekrar alevlendirdi. Bu bozuk yol, İbn-i Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye ve başkaları ile devâm etti. Nihâyet hicrî on ikinci asırda (mîlâdî on sekizinci yüzyıl ortalarında) İbn-i Teymiyye'nin kitablarını okuy arak te'sirinde kalan ve İngilizlere aldanan Muhammed bin Abdülvehhâb ile tekrar ortaya çıkarıldı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Vehhâbîlik denilen fikirlerini 1744 senesinde Necd bölgesinde yaymaya başladı. Bu bölgenin ileri gelenlerinden Muhammed bin Suûd ona yardımcı oldu. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîliğin bozukluğuna dâir eserler yazdılar. Buna rağmen vehhâbîler, Hicâz ve Irak taraflarını da hâkimiyetleri altına alınca, Sultan İkinci Mahmûd Han zamânındaki Osmanlı Devleti'nin Mısır vâlisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğlu Ahmed Tosun Paşa tarafından mağlûb edilerek, Mekke ve Medîne'den çıkarıldılar ve büyük bir darbe yediler. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin zayıflaması üzerine yirminci yüzyılın başlarında tekrar ortaya çıkan vehhâbîler, 1932'de Suûdi krallığını kurdular. Vehhâbî inanışını yaymak için çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)
Vehhâbîliğin belli başlı husûsiyetleri şunlardır: Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Farzı yapmıyan meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatları ile el, yüz v.b. ifâdeleri t e'vîl etmezler, zâhirî (görünen) mânâlariyle anlarlar. Bunun için teşbih ve tecsîme (Allahü teâlâyı yarattıklarına benzetme inancına) düşerler. Onlara göre Allahü teâlâdan başkasından şefâat (yardım) istemek şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır). Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın rûhlarından şefâat istiyen onların mezarlarını ziyâret edip, onların hürmetine diye vesîle ederek duâ eden İslâmiyet'ten çıkar. Tasavvuf yoluna girmek bid'attir, sapıklıktır. Kur'ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyyeden başka kaynak kabûl etmezler. İcmâ ve kıyâsı ve dört hak mezhebden birine bağlanmayı red ederler. Peygamber efendimizin hırka ve sakal-ı şerîflerinin ziyâret edilmesini şirk sayarlar. Amelde Hanbelî, îtikâdda selefî olduklarını söylerler. (Ahmed Zeynî Dahlân, Ebû Hâmid bin Merzûk, Hamdullah Decvî)

VEHM: İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.
Mü'minleri haram işleyici yâni fâsık zannetmek, sû-i zan olur. Sû-i zan haramdır. Haram işlediğini öğrenerek, bilerek sevmemek, sû-i zan olmaz. Buğd-i fillâh olur, sevâb olur. Din kardeşinin ayıbını görünce ona hüsn-i zan etmeli, te'vîline, iyi şeyle yorumuna çalışmalıdır. Onu ıslâh etmelidir. Kalbe gelen düşünce, sû-i zan olmaz. Zan etmek, yâni kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Sâlih veya fâsık olduğu bilinmeyen mü'mine hüsn-i zan etmelidir. Fâsık (kötü) ve sâlih (iyi) olmasının ihtimâli müsâvî (eşit) ise, şek, şübhe olur. Müsâvî değilse, vehm olur. Bunlardan kaçınmak lâzımdır. (Hâdimî)

Vehm Mertebesi: Var olmayıp, var görünen.
Nokta-i cevvâleden (dönen nokta) meydana gelen dâirenin varlığı, vehm mertebesindedir. Yâni, bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, elimiz etrâfında çevirirsek, dönen taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş nokta-i cevvâledir. Görünen dâire vehmde vardır. Aslında dâire yoktur, yalnız bir görünüştür. Allahü teâlâ bütün mahlûkları bu mertebede yarattı. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Böylece var olmaları görünüş değil, doğrudur. Mertebe-i vehm'den kurtulup, nefs-i emrî olmuşlardır. Yâni yalnız geçici bir görünüş olmayıp, kalıcı bir varlık olmuşlardır. Vehm mertebesi şaşılacak bir varlıktır. Nefs-i emr (hakîkat, gerçek) mertebesindeki varlığa benzemez. Onunla ilgisi ilişiği yoktur. Nokta-i cevvâle nefs-i emr mertebesinde yâni gerçekten vardır. Bundan hâsıl olan dâire ise mertebe-i vehmdedir, gerçek olarak yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

VEKÂHET: Hayâsızlık, utanmazlık, edebsizlik, yüzsüzlük.
Vekâhet kalb âfetlerinden (hastalıklarından)dir. (Muhammed Hâdimî)
Vekâhet ile îmânın bir arada durmayacağını, bir gün belki ânında îmânı yok edeceğini düşünmedin ise, nefs-i emmâreye hoş gelen şeylerin Allahü teâlâ tarafından gadab edilen şeyler olduğunu hâlâ anlayamadınsa ve "Din, edebden ibârettir" mübârek sözünü tutmadın ise, İslâm ipine, yâni baştan başa edeb olan İslâm dînine sarılmadın ise yazıklar olsun sana! (Hâdimî)

VEKÂLET: Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl denir. (Bkz. Vekîl)
Vekâlet, îcâb ve kabûl ile olur. Yâni müvekkilin seni vekil yaptım ve vekilin de kabul ettim sözleri ve yazıları ile olur. (Ali Haydar Efendi)

VEKAR (Vakar): Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.
Mü'min vakar sâhibi olur, yumuşak olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âlimlerin vakâr sâhibi olmaları, şereflerine uygun giyinmeleri lâzımdır. (Hâdimî)
Vakar sâhibi dünyâ işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sarp kaya gibi olur. (Hâdimî)
Her mubah iyi niyetle yapılınca tâat olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. Bir kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmiye saygı için, câmide yanında oturan müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, İs lâm'ın vekarını, şerefini korumak için niyet edince her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
İlmin süsü ve kıymeti, vakardır. Âlim kişi, kibirli, sert ve kaba olmaz. (İmâm-ı Şa'bî)
Çok gülmek heybeti, çok şaka vakarı ve şahsiyeti giderir. İnsan neyi çok yaparsa onunla bilinir. Meselâ çok güler ve şaka yaparsa hafif olarak bilinir. (Ahnef bin Kays)
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle, İslâm'ın vekarını, kıymetini gösteriniz. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

VEKÎL (El-Vekîl):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine güvenilmeye) lâyık olan.
Bir kısım kimseler mü'minlere; "Düşmanlarınız size karşı toplandılar, aman onlardan sakının" dediklerinde, bu, onların îmânlarını bir kat daha artırmış ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir" demişlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 173)
Allah her şeyin yaratanıdır. O, her şeye vekîldir. (Zümer sûresi: 62)
Bir şeyden korkan el-Vekîl ism-i şerîfini söylerse, emniyet bulur.Kendisine hayır ve rızk kapıları açılır. (Yûsuf Nebhânî)
2. Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.
Vekil asıl gibidir. (Atasözü)
Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye ve al ve dilediğine ver, hepsi helâl olsun denilse yedikleri helâl olur. Aldıkları, başkasına verdikleri helâl olmaz. Çünkü, miktârı bilinmeyen ta'âmın yemesini helâl etmek câizdir. Fakat miktârı b ilinmeyen malı almak için vekîl etmek ve meçhûl, belli olmayan ve ayrı olarak teslimi mümkün olan malı ayırmadan hediyye etmek sahîh (muteber) değildir. (Muhammed Berdûsî-zâde)
Vekil edenin, işi yapabilecek kimse olması, vekîlin de âkıl (akıllı) olması şarttır. Bâliğ (ergenlik çağına ulaşmış) olması şart değildir. (Ali Haydar Efendi)
Alış-verişe, borç vermeye veya ödemeye vekîl olan kimsenin teslim aldığı mallar kendinde emânet olur. (Ali Haydar Efendi)
Vekîl, sâhibinden ayrıca izin almadıkça veya istediğini yap diyerek umûmî vekil edilmedikçe başkasını kendine vekîl, yapamaz. Yalnız zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını vekil yapabilirler. (Ali Haydar Efendi)
Her şeye vekîlimsin denilen umûmî vekil, talak, hediye, sadaka ve vakftan başka her şeyi, sâhibi adına yapabilir. (Ali Haydar Efendi)
Vekîlin vekil olmayı kabûl etmesi şart değildir. Red etmezse, kabûl ettiği anlaşılır. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Kurbanını hayır cemiyetine hediye etmek isteyen bir kimse, kurbanını veya parasını götürüp bu işle vazîfeli me'mura teslim ederken; "Allah rızâsı için bayram veya nezir (adak) kurbanımı kesmeye ve dilediğine kestirmeye ve etini ve derisini dilediğine vermeye seni vekîl ettim" demelidir. Vekil de kurban kesilirken sâhiblerinin ismini söyleyerek kasapları vekil eder. (Fetâvây-ı Hindiyye)

VELED-İ ZİNÂ: Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk.
Çocuğun dîni, yanında bulunan ana-babasından dîni daha iyi olanı gibidir. Veled-i zinâ için de böyledir. Yalnız veled-i zinâya babası nafaka vermez ve baba tarafından mîrâs almaz. (İbn-i Âbidîn)
Akıllı çocuğun, âmânın, veled-i zinânın, vakitleri ve ezân okumasını bilen câhil köylünün ezân okuması kerâhetsiz (mekruh olmayıp) câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Veled-i zinânın imâm olması mekruhtur. (Alâüddîn-i Haskefî)

VELÎ (El-Veliyyü):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri sevmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ mü'minlerin velîsidir. (Âl-i İmrân sûresi: 68)
Her Cumâ gecesi el-Veliyyü ism-i şerîfini söyliyenin işleri kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya bunların vasî tâyin ettikleri kimse.
Eskiden müslümanlar dînî nikâhın dört mezhebe uygun yapılmasına çok dikkat ederlerdi. Şâfiî ve Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinde nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliğa olan kıza da velînin izin vermesi lâzımdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Ba ba yoksa, babanın babası ve onun babasıdır. Bunlardan sonra erkek kardeşidir. Bundan sonra, erkek kardeş oğlu, sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu ve onun oğludur. (Saîdüddîn Fergânî)
3. Vasî. Meyyitin (ölünün) hayatta iken, öldükten sonra namaz keffâreti ve daha başka işlerini yapması için vasiyyet ettiği kimse veya vârislerden (mîrâsçılarından) biri.
Bir kimse, ağır hasta olursa, öldükten sonra namaz keffâreti yapılması için vasiyyet etmesi, velîsinin de bu vasiyyeti yerine getirmesi lâzımdır. (Tahtâvî)
4.Allahü teâlânın rızâsını kazanmış sevgili kulu; her şeyi Allahü teâlâ için seven ve her işi O'nun rızâsı için yapan, her an Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren. (Bkz. Evliyâ)
Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş gibi olur. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât)
Allah'ın velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hâtırlanır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Velîlerin kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb erişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Eğer insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de Allahü teâlânı n bir velî kulu olabilir. (Dâvûd-i İskenderî)
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp, onun sözlerinden Ehl-i sünnet îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu daha kuvvetli olur. (Echûrî) Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil, Biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur. Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, Her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur. Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun, Şer' ile âdâb ile her zaman âmil olur.
(Erbâb-ı dil: Gönül ehli. Mâil: Meyleden, akan Nişan: Alâmet Kâil olmak: Kabûl etmek, Şer'i din: İslâmiyet. Âdâb: Edebler. Âmil olur: Yapar) (M. Sıddîk Gümüş)

VELÎME: Düğün yemeği.
Peygamber efendimiz Abdurrahmân bin Avf'a (r.anh) "Bir koyun da olsa velîme yap" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhü alel Mezâhib-il-Erbea)
Velîme sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Velîme dâvetine gitmek için şartlar vardır. Çağıranın yemeği şüpheli ise veya İslâmiyet'in yasak ettiği şey, meselâ ipek sofra örtüsü, gümüş kap ve tavanda, duvarda canlı resmi varsa veya çalgı çalınıyorsa, oyun kumar gibi şeyler varsa çağırılan yere gidilmez. Bu yasakların bulunduğu yemeğe gitmek harâm veya mekrûh olur. Çağıran zâlim ise veya Ehl-i sünnet değil ise, fâsık (açıkça günâh işleyen) ise, kötülük yapan ise veya övünmek için, gösteriş için çağırıyorsa gitmek câiz (uygun) olmaz. (İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Rebhâmî)

VERÂ': Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.
Hiçbir şey verâ gibi olamaz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Dîninizin direği verâdır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhibleri (dünyâya düşkün olmayanlar)dir. (Ebû Hüreyre)
Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz: Gıybet etmemek, mü'mine sû-i zân etmemek, kötü bilmemek, kimse ile alay etmemek, yabancı kadınlara, kızlara bakmamak, doğru söylemek, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, ken disine yaptığı ihsânları nîmetlerini düşünmek, malını helâl yere harc edip, harâmlara vermemek, nefsi keyfi için, mevkî-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmek, beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmak. (İmâm-ı Rabbânî)
Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. (Hasan-ı Basrî)

Verâ-ül-Verâ: Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir terim.
Allahü teâlâ verâ-ül-verâdır. Hiçbir şeye benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl neyi düşünür ve neyi hayâl ederse etsin, O değildir. Bu husûsu en iyi anlatan, Şûrâ sûresi on birinci âyet-i kerîmesindeki "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur..." kelâmıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

VERÂSET: Maddî ve mânevî olarak vâris olmak. (Bkz. Vâris)

VERESİYE SATIŞ: Bedelini, parasını sonra ödemek üzere yapılan alış-veriş.
Veresiye satışta satılan malın bedelinin ödeneceği zamânı belirtmek lâzımdır. "Ne zaman istersen ver, paran olduğu zaman ver." şeklinde ifâde ile veresiye satış yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Eskiden ticârette ihsân sâhipleri, fakirlere veresiye verip, parası olmayandan istememeyi niyet ederlerdi. En iyi olanlar ise fakirler için, hiç defter tutmazlardı. Bunlar, fakir bir şey getirirse alır, getirmeyenlerden bir şey istemezlerdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Fâiz illeti bulunan yâni, ölçülen ve tartılan mallar aynı cinsten oldukları takdirde veresiye satışları fâiz olup, câiz değildir. (Muhammed Rebhâmî)

VESENİYYE: Putperestlik, puta tapma inancı. Taştan yapılmış heykellere tapınma. Taştan yapılmış heykele vesen, bu heykele tapana vesenî denir.
Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye (dinsizler), seneviyye (iki ilâh olduğuna inanan mecûsîler), felâsife (felsefeciler), veseniyye ve ehl-i kitâb (hıristiyanlar, yahûdîler). İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Yâni semâvî kitabları yoktur. Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Guatama tarafından değiştirilmesi ile hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar Veseniyye inanışına sâhibdirler. (İbn-i Âbidîn)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar ve veseniyye inancında olanlar ve bütün müşrikler kitablı kâfirlerden fenâ (kötü)dır. (Alâüddîn Haskefî)
İdris aleyhisselâm diri olarak Cennet'e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Resmini yapıp seyr eylediler. Daha sonra gelenler bu resimleri tanrı sandı. Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece veseniyye meydana çıktı. V eseniyye inanışı İslâmiyet'in zuhûruna kadar devâm etti. İslâmiyet gelince veseniyyenin kökünü kazıdı. İslâmiyet zâtında ve sıfâtlarında aslâ Allahü teâlâya şerîk, ortak kabûl etmez. (Mirhaund, Nişâncızâde)

VESÎLE: Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! O'na yaklaşmak için vesîle arayınız! (Mâide sûresi: 35)
Hazret-i Ömer, kuraklık sebebiyle kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Abbâs'ı vesîle ederek; "Allah'ım! Biz kıtlığa düştüğümüz zaman, Resûlullah'ı vesîle ettiğimizde, sen bize yağmur verirdin. Şimdi Resûlullah'ın amcasını vesî le ediyoruz, bize yağmur ver" der, Allahü teâlâ da onların bu dileklerini kabûl edip, yağmur verirdi. (Enes bin Mâlik)
Duânın kabûl olması için; Peygamberleri ve sâlih (makbûl, kıymetli) kulları vesîle etmelidir. (İbn-ül-Cezerî)
İbâdetler, duâlar, mübârek zâtlar, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hep vesîledirler. (Senâullah Dehlevî)

VESK: Bir deve yükü miktârında bir hacim ölçeği.
İmâm-ı a'zam'a göre, her sebzenin ve meyvenin, az olsun çok olsun mahsul topraktan alındığı zaman öşrünü vermek farz olur. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre uşr (topraktan alınan mahsûlün zekâtını) vermek için, topraktan çıkan mahsûlün, bir sene dayanıklı olması ve miktârının beş veskten çok olması lâzımdır. Fetvâ, İmâm-ı a'zam'a göre verilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî)

VESVESE: Zararlı olan şüphe, kuruntu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Cinden olsun insanlardan olsun insanların göğüslerine (kalblerine) vesvese veren hannâsın (şeytânın) şerrinden (kötülüğünden) insanların Rabbine... sığınırım. (Nâs sûresi)
Şeytan kalbe vesvese verir. Allah'ın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, gusül (boy) abdesti alırken ve necâset (pislik) temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek verâ değildir. Sıddıklar böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırdı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek gösteriş yapmağa yol açar ve nefsin hoşuna gider. (İmâm-ı Gazâlî)
Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Vesvese; duâ ederek, zikr ederek azalır ve yok olur. Vesvese ve ilhâm devamlı olmaz. (Muhammed Hâdimî)

VEYL: Vay hâline, yazıklar olsun.
1. Bir kimse veya topluluğun işledikleri kötülükler sebebiyle karşılaşacakları azâbı, kötü hâlleri ve acınacak bir hâlde bulunduklarını ifâde eden bir söz.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ölçüde ve tartıda hîle yapanlara veyl olsun. (Mutaffifîn sûresi: 1)
(Ey Habîbim!) De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. (Yalnız) bana şu vahy olunuyor; sizin ilâhınız ancak tek ilâhtır. Onun için hepiniz O'na (îmân ve tâatle) yönelin. O'ndan mağfiret isteyin. O Allah'a ortak koşanlara veyl olsun. (Fussilet sûresi: 6)
2. Cehennem'de bir vâdinin adı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hayır biz hakkı bâtılın tepesine atarız da onu parçalar. Bir de bakarsın o anda (bâtıl) mahv olmuştur. (Allah çocuk edinmiştir, melekler Allah'ın kızlarıdır gibi) Allah'a isnâd ettiğiniz (noksan) vasıflardan dolayı sizin için veyl vardır. (Enbiyâ sûresi: 18)
Çok müslüman evlâdı, babaları yüzünden veyl ismindeki Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslümanlığı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler Cehennem'e gideceklerdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

VİLÂYET (Velâyet): Evliyâlık, velîlik makâmı, Allahü teâlâya yakın olma, gafletten uzak bulunma.
Vilâyetin hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi, evliyânın da hârikalar göstermesi şart değildir. (Muhammed Bâki-billah)
Vilâyete kavuşmak için mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka şeyleri) kalbden çıkarmak lâzımdır.Tasavvuf büyüklerinin hepsi Ehl-i sünnet idi. Bid'at sâhiplerinden (bozuk, sapık kimselerden) hiçbiri, Allahü teâlânın mârifetine (O'nu tanıma şerefine) yaklaşa mamıştır. Vilâyet nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Evliyâ, vilâyetten, muhabbetten, mârifetten ve kurb-i ilâhîden (Allahü teâlâya yakın olmaktan) kazandıkları her şeyi, peygamberlere tâbi olmak sâyesinde elde ederler. Bu yolun dışı dalâlet (sapıklık) yoludur. (Muhammed Ma'sûm)

Vilâyet Yolu: Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya kavuşturan evliyâlık yolu.
Vilâyet yolundan vâsıl olanların (kavuşanların) önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı hazret-i Ali Murtezâdır. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün peygamberlerin eshâblarının hepsinin nefsleri mutmainne olmuş yâni îmân etmiştir. Böyle nefsin îmân etmesi ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bütün bid'atlerden kaçanlara nasîb olur. (Fudayl ibn Dükkîn)

Vilâyet-i Âmme: İslâmiyet'in yalnız sûretine uyanların kavuştuğu evliyâlık makâmı.
Vilâyet-i âmmeye kavuşanlar tasavvuf yolunda ilerleyerek vilâyet-i hâssaya (seçilmiş olanların evliyâlığına) kavuşabilirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet-i Hâssa: Tasavvufta, nefsin îmân ve itâate geldiği ve bütün ibâdetlerin hakîkî ve kusursuz olduğu makam.
Kulun dileği ve isteği sâdece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka hiçbir dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikten kaçmış olur. Allahü teâlâya kul olmak nîmetine kavuşmak, ancak vilâyet-i hâssa hâsıl olunca ele geçer. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet-i Kübrâ: Vehimden ve hayâlden kurtulma makâmı. Bu vilâyete, Vilâyet-i enbiyâ da denir.

Vilâyet-i Muhammediyye: Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de denilir.
Peygamberlerden birinin vilâyetine kavuşmak, Vilâyet-i Muhammediyye'nin bir parçasına kavuşmaktır. (Hâce Behâeddîn Buhârî)

Vilâyet-i Sugra: Vehimden ve hayâlden kurtulamadan ilerlenen evliyâlık yolu. Buna Vilâyet-i evliyâ da denir.
Vilâyet-i sugrada, vehmden ve hayâlden kurtuluş yoktur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve hayâlden kurtuluş vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

VİLDÂN: Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli hizmetçiler.
Sen o vildânları görünce, onları Cennet'e saçılmış inci zannedersin." (İnsan sûresi: 21)
Ehl-i Cennet'in içtikleri şaraptan, başları ağrımaz ve akıllarına halel gelmez. Onlara hizmet eden vildân, istedikleri ve arzu ettikleri kuş etlerini getirirler. Onlar da istedikleri kadar yerler. (Vâkıa sûresi: 19-21)

VİRD: Nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Çoğulu evrâddır.
Kulun duâ, zikr, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince san'atları, düzenleri birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması, insanın günahlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geld iğini, ibâdetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hâtırına getirmesi), sabah namazından sonra âhiret yolcusunun virdi olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabdır. Fâtiha, Âyet-el-kürsî ve Âmenerresûlü bunlardandır. Kaylûle, öğleye doğru bir miktâr uyumak da, gündüz virdlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ömer, gece virdinden bir âyet-i kerîme okuyamadığı zaman, gündüzleri bayılırdı. Hattâ bu yüzden bir hasta ziyâreti gibi günlerce ziyâret edildiği rivâyet edilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir gece uyuya kaldım ve virdlerimi yerine getiremedim.Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve okur-yazarlığın var mı dedi. Var dedim. Şu yazıyı okur musun dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta: "Dünyânın geçici ve aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî seâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîrâ bunlar, uykudan hayırlıdır" yazılıydı. (Mâlik bin Dînâr)

VİTR NAMAZI: Yatsı namazından sonra kılınan üç rek'atlik vâcib namaz.
Vitr namazının vâcib olduğu şu hadîs-i şerîf ile bildirildi: "Rabbim bana farz kıldığı namazlara bir namaz daha ekledi; bu vitr namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
İmâm-ı a'zam vitr namazı vâcibdir, buyurdu. (Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde sünnettir). Bunda ezân ve ikâmet okunmaz. Vaktinde kılamayanın kazâ etmesi lâzımdır. (Muhammed Mevkûfâtî)
Vitr namazında üçüncü rek'atte rükûa eğilmeden önce Kunut duâsını okumak vâcibdir. Bunları bilmeyen üç kerre (Allahümmeğfir lî) istiğfâr okur. (Muhammed Mevkûfâtî)
Vitr namazı tek başına kılınır. Ancak Ramazanda, cemâatle kılınan terâvihten sonra o da cemâatle kılınır. (M.Zihni Efendi)

VUKÛF-İ ADEDÎ: Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3, 5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

VUSLAT: Erişmek, kavuşmak, gönlün devâmlı olarak ve kıl kadar istikâmet değiştirmeyerek Allahü teâlâya bağlı kalması.
Tasavvuf yolunun âşıkları, yakınlık görünen uzaklıkla sevinmezler. Onlar uzak görünen bir yakınlık ve ayrılık görülen bir vuslat ararlar. İşin geciktirilmesine, sonraya bırakılmasına râzı olmazlar. Tembelliği, gericiliği çirkin bilirler. Kıymetli dak ikaları, yaldızlı pislikler için elden kaçırmazlar. (İmâm-ı Rabbânî) Emrine baş eğenlerin Vuslatına erenlerin Bülbül gibi ötenlerin Kimse dilin bilmez imiş.
(M. Sıddîk Gümüş)

VÜCÛB ŞARTLARI: Bir ibâdetin bir kimseye farz olmasının şartları.
Haccın vücûb şartları, İmâm-ı a'zam'a göre sekizdir: 1) Müslüman olmak, 2) Kâfir memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi, 3) Akıllı olmak, 4) Bâliğ (ergenlik, yâni evlenecek çağa gelmiş) olmak. 5) Hür olup, köle olmamak, 6) Geçim ihtiyâcın dan fazla olarak hacca götürüp, getirecek ve geride kalanlara yetecek kadar helâl parası olmak, 7) Hac vakti gelmiş olmak. Hac vakti Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. 8) Hacca gidemeyecek kadar; kör, hasta, çok ihtiyar ve sakat olmamak. Haccın vücûb ve edâ (haccı yapabilmek için lâzım olan) şartları kendisinde bulunan kimsenin, o sene hacca gitmesi farz olur. Vücûb şartlarından birisi bulunmayan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz. Vücûb şartlarını temin etmek lâzım değildir. (İbn-i Âbidîn)

VÜCÛD: Var olmak.
Allahü teâlânın zâtı hakkında, bilmemiz vâcib olan sıfatlar beştir:
1) Kıdem: Allahü teâlânın varlığının evveli olmamak,
2) Bekâ: Varlığının sonu olmamak.
3) Kıyâm bi-Nefsihî: Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde kimseye muhtâç olmamak.
4) Muhâlefetü n lil-havâdis: Zâtında, sıfatlarında kimseye benzememek.
5) Vahdâniyet: Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı ve benzeri olmamak. (Âlimlerin çoğuna göre, vücûd, ayrıca Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Böylece Allahü teâlânın zâtına âit (zâtî) sıfatları altı olmaktadır.) (Kutbüddîn-i İznikî)

Vücûd-i Adem: Tasavvufta cezbe denilen makâmda kendini yok bildikten sonra, hâsıl olan bir hâl, makam.
Vücûd-i adem, fenâ makâmından öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür de. Zaman olur ki, bu hâl ondan alınır. Sonra geri verilir.Tam fenâdan sonra hâsıl olan bekâ hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Vücûd-i Vehmî: Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

VÜCÛH İLMİ: Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

VÜCÛH ŞİRKETİ: Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan şirket.
Vücûh şirketinde kâr, malın helâki veya ziyandaki tazmin nisbeti şartına göre taksim edilir. Kâr nisbeti, tazmin nisbetinden başka olamaz. (Mecelle)
Vücûh şirketlerinde, ortaklardan herbirinin satın alınan malda hissesi ne kadarsa kârdaki hissesi dahi o kadar olur. Eğer birine satın alınan maldaki hissesinden fazla şart edilse şart lağv olur. Ve kâr, aralarında satın alınan maldaki hisselerine gö re taksim olunur. (Mecelle)
Vücûh şirketi ile ortak olan iki kimse, alıp vermelerinde mutazarrır oldukları (zarar gördükleri) sûrette, eğer satın alınan mal aralarında yarı yarıya olmak şartı ile sözleşilmiş ise, zarar ve ziyan dahi müsâvat (eşitlik) üzere taksîm olunur. Eğer s atın alınan malda sülüs (üçte bir) ve sülüsân (üçte iki) şekliyle hissedar olmak şartıyla sözleşmişlerse zarar ve ziyan dahi ikili birli olarak taksim olunur. Zarar ettikleri malı gerek birlikte satın alsınlar ve gerek yalnız birisi şirket için almış olsun. (Mecelle)

 Y

YÂD ETMEK:
Hatırlamak, anmak. Zikir.
Dünyâdaki bütün insanlara peygamber olarak gönderilen, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed aleyhisselâmın doğduğu Rebî'ul-evvel ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki geceye Mevlid gecesi denir. Bu gece, Kadr gecesinden sonra, e n kıymetli gecedir.Bu gece, O doğduğu için sevinenler affolur. Bu gece Peygamber efendimizin doğumları zamanlarında görülen hâlleri yâd etmek, öğrenmek çok sevâbdır. Kendileri de anlatırdı. (Ahmed Saîd Müceddîdî) Allah'ın adını yâd et, rûh ve kalbin şâd et, Bülbül gibi feryâd et, yalvar güzel Allah'a.
(Tâceddîn Halvetî)

YÂD-I DAŞT:
Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Zikrin, Allahü teâlâyı anmanın ve hatırlamanın kalbe yerleşmesi, meleke hâline gelmesi.
Yâd-ı daşt en yüksek mertebedir. Ondan sonra mertebe yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

YÂD-I GİRD:
Hatırlamak; Nakşibendiyye yolundaki on temel esastan biri. Her an Allahü teâlâyı anıp hatırlamaya çalışmak.

YAĞMUR DUÂSI:
Yağmur yağdırması için Allahü teâlâya yapılan duâ. (Bkz. İstiskâ)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve Eshâb-ı kirâm ve İslâm âlimleri yağmur duâsı yaptılar. Yağmur duâsı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâatle iki rek'at namaz kılar ve kalkmayıp, yerde asâya dayanıp bir hutbe okur. So nra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak omuzları hizâsına kaldırıp, ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip âmin der. Yalnız yağmur duâsında kollar omuzdan yukarı kaldırılır. Bir şey istemek için yapılan duâlarda avuçları semâya karşı açmak sünnettir. Hadîs-i şerîfte; "Kul ellerini kaldırıp, duâ edince, Allahü teâlâ onun duâsını kabûl etmemekten hayâ eder" buyruldu. Hastalık, kaht (kıtlık) ve düşmandan kurtulmak için yapılan duâlarda avuç içleri yere çevrilir. Kollarını kaldıramayan, sağ elinin şehâdet parmağını uzatarak işâret eder. Yağmur duâsına ara vermeden, üç gün çıkmak, eski ve yamalı elbise giymek, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç tutmak, çok tövbe ve istiğfâr etmek, kul haklarını ödemek, hayvanla rı da çıkarıp, yavrularından ayrı bulundurmak, ihtiyarları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. Elbiseler ters çevrilmez. Kâfirler getirilmez. Onların müslüman cemâatine karışmaları mekrûhtur. Kadınlar erkeklerden uzak, sabîler (küçük çocuklar) analar ından ayrı bulunur. (Süleymân bin Cezâ)
Yağmur duâsı kabûl olduğunda ânında yağmur yağar. Peygamber efendimiz yağmur duâsı yaptığında duâ biter bitmez derhal yağmur yağmış, Medîne sokaklarından seller akmış ve Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Rahmetini başka beldelere de gönder" diye duâ buyurmuştur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

YAHÛDÎLER:
Ehl-i kitabdan birisi olan kavim, topluluk. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan gelenler. Bunlara daha önce Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denildi.
Yâkûb aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğlu idi. Asıl adı İsrâil idi. Bunun soyundan olanlara Benî İsrâil denildi. Yâkûb aleyhisselâm zamânında Ken'an diyârına (bugünkü Sayda, Sur, Beyrut ve Sûriye'nin bir kısmında) yerleşen İsrâiloğulları Yûsuf aleyhisselâm zamânında Mısır'a yerleştiler. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra o zamanki putperest Mısır halkından zulüm gördüler. Mûsâ aleyhisselâm ile Ken'an diyârına gitmek üzere Mısır'dan ayrıldılar. Mûsâ aleyhisselâma Tevrât verilince, bir müddet ona uydular. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra bozulup yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Yûşâ aleyhisselâm zamânında Ken'an diyârına gelebildiler. Dâvûd ve Süleymân aleyhimesselâm zamânında en parlak devirlerini yaşadılar. Sonra, doğru yoldan ayrıldılar. Gazâb-ı ilâhîye uğradılar. Âsurlular ve Bâbilliler tarafından katledildiler. Kudüs harâbe oldu. Bu karışıklıkta hakîki Tevrât yakılıp, yok oldu. Tevrât unutuldu. Muhtelif kimseler hâtıralarında kalanları yazdılar. Mîlâddan yaklaş ık 400 sene önce Azra isminde bir haham, Ahd-i atîk denilen Tevrât'ı yazdı. Yahûdîler, Tevrât'ı unutup doğru yoldan ayrılınca, kendilerine nasîhat için gönderilen peygamberlere inanmadılar. Çoğunu şehîd ettiler. Daha sonra Kudüs, Romalıların eline ge çince, çok yahûdî öldürdüler. Kaçan yahûdîler, gittikleri yerde hıristiyanlardan çok zulüm gördüler. İslâmiyet gelince, rahata ve huzûra kavuştular. Son peygamber geleceğini bildikleri hâlde Peygamber efendimize hasedlerinden inanmadılar. Yahûdîler, yahûdî olmayanları putperest (puta tapan) sayarlar. Onlara göre kanlı kansız kurban kesilir. Her hayvan hattâ güvercinden kurban olur. Domuz haramdır. Cumartesi mukaddes gündür. Bugün iş görülmez ve ateş yakılmaz. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

YAHYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Annesinin ismi Elîsa olup, hazret-i Meryem'in kızkardeşi ve İmrân'ın kızı idi. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan Yahyâ aleyhisselâm, hazret-i Meryem'in teyzesinin oğludu r.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla müjdeleriz. Ondan önce bu isimle kimseyi isimlendirmedik (bu adı vermedik) . (Meryem sûresi: 7)
(Biz Zekeriyyâ'ya Yahyâ'yı ihsân ettik ve şöyle dedik: ); "Ey Yahyâ! Kitâbı (Tevrât'ı) kuvvetle tut" ve biz ona (Yahyâ aleyhisselâma) daha çocuk iken (rivâyete göre henüz üç yaşındayken) hikmet verdik (Tevrât'ı ve fıkhî hükümlerini anlama kâbiliyeti v erdik) . (Meryem sûresi: 12)
Allahü teâlâ rahmet etsin kardeşim Yahyâ'ya ki o, küçük iken çocuklar kendisini oyun için çağırdıklarında; "Ben oyun için mi yaratıldım?" derdi. O küçük iken oyun için böyle söylerse, yetişkin kimsenin günâh işlemesindeki hâli nasıl olur? (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Babası Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsı üzerine dünyâya gelen ve isminin Yahyâ olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirile
Forum Kurallarına uyalım uymayanları uyaralım : )