İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - P.u.S.u

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7
76
Sağlık / Pelvik Taban Kas Egzersizleri
« : Haziran 02, 2009, 01:41:16 ÖS »
PELVİK TABAN NEDİR ? Pelvik taban, pubik kemik (leğen kemiğinin ön kısmı) ve omurga kemiğinin alt kısmı (kuyruk sokumu kemiği) arasında bir hamak gibi asılı duran kas tabakalarıdır (Resim 1). Bu destekleyici kas tabakaları pelvik taban olarak adlandırılır. Mesaneyi, rahmi ve bağırsakları yerinde tutar, mesane ve kalın bağırsak çıkışını kapatma görevi görür.
Pelvik taban kas egzersizleri, pelvis ve rektal bölgeyi [kalın bağırsağın son bölümü olan anüs (makat) açıklığını çevreleyen] çevreleyen kasların fonksiyonunu güçlendirmek için uygulanan bir metoddur. Vücudumuzdaki kasları daha iyi ve etkili kullanmak için uygulanan bir yöntemdir. Dışkılama işlevinin kontrolünü sağlamak için kullanılabilir. Eksternal (dış kısımda bulunan) anal sifinkter ve puborektalis isimli iki irademizle kontrol edebildiğimiz (istemli) kas bu fonksiyonu kontrol eder. Pelvik tabandaki kaslar gergin durarak mesaneden (idrar torbası) idrar, kalın bağırsaktan ise gaita (dışkı) kaçmasını önler. İdrar veya büyük abdest (gaita) yapılacağı sırada bu kaslar gevşerler. Daha sonra kontrolü sağlamak için tekrar kasılırlar.
PELVİK TABAN EGZERSİZLERİNDEN KİMLER YARAR GÖRÜR Yarar görülen iki durum, Anal Yetmezlik ve Kabızlıktır.
ANAL YETMEZLİK Beklenmeyen bir anda veya kontrol olmadan dışkılama (büyük abdesti kaçırma) olmasına denir. Yaşam tarzında ve sosyal aktivitelerde değişikliklere yol açan can sıkıcı bir problemdir. Erkeklerde ve bayanlarda her yaşta görülebilir. En sık doğum yaralanmalarından sonra ve yaşlılıkta görülür. Diyetin düzenlenmesi, pelvik taban kas egzersizleri veya cerrahi gibi değişik tedavi seçenekleri mevcuttur.
KABIZLIK Genellikle yüksek lifli gıda ve yeterli sıvı almama sonucu oluşur. Bazı hastalarda dışkı hareketlendiği zaman pelvik taban kaslarının gevşememesi sonucu da oluşabilir.
EGZERSİZLER NASIL YAPILIR ? Eğitimli bir terapist tarafından uygulanır. İşlem sırasında günlük kıyafetlerle rahat bir sandalyeye oturulur. Perinometre adı verilen ince bir alet (prob) rektal ağza (makat) yerleştirilir. Bu alet (prob) bir bilgisayara bağlıdır ve o bölgedeki kasların aktivitesini ölçmek için kullanılır. Kasların gevşettildiği ve kasıldığı zaman, olan değişiklikler kaydedilir. Bu değişikleri görmek bu kasları kontrol etmeyi öğrenmeye yardımcı olur. Bu tedavi sonrası evde uygulanacak bir egzersiz programı kaslardaki güçlenmeyi arttıracaktır.
EGZERSİZ PROGRAMININ BAŞARISI NEDİR? Egzersizlerin, anal yetmezliğin bazı tiplerinde %65�e kadar şikayetlerin giderilmesinde başarılı olabildiği gösterilmiştir. Pelvik taban kaslarının gevşeyememesine bağlı olan Kabızlıkların %60�ında Kabızlık probleminin çözüldüğü görülmüştür.
PELVİK TABAN EGZERSİZLERİ NASIL YARDIMCI OLUR? Pelvik egzersizler pelvik kasları güçlendirerek, bu kasların destek gücünü tekrar arttırır. Vücuttaki diğer kaslar gibi bu kaslar da egzersizle daha kuvvetli hale gelir.
PELVİK TABAN EGZERSİZLERİNİ ÖĞRENME Pelvik egzersizleri doğru öğrenmek ve yapmak çok önemlidir. Zaman zaman doğru yapılıp yapılmadığı kontrol edilmelidir.
1. Bu testi dizlerinizi hafifçe açarak yapanız gerekiyor. Bu şekilde otururken, yatarken
veya ayakta dururken bu testi uygulayabilirsiniz. Kendinizi gaz çıkarmayı
engellemeye çalışıyormuş gibi düşünün. Bunu yapmak için anüs (makat) etrafındaki
kaslarınızısıkınız. Gerçekten gazınız varmış gibi bu kası sıkmaya ve hareket
ettirmeye çalışınız. Bu kasın hareket ettiğini hissetmelisiniz. Bu sırada kalçalarınız
ve bacaklarınız hareket etmemeli. Eğer bu testi oturarak yapıyorsanız anüs
çevresindeki cildinizin gerildiğini ve sandalyeden yukarı doğru çekildiğini
hissetmelisiniz. Bunu gerçekten hissetmeye çalışın.
2. Şimdi tuvalete idrar yapmaya çalıştığınızı düşünün. İdrarınızı tutmaya çalıştığınızı
düşünün. Şimdi gerçekten durdurmaya çalışın. Bunu şimdi bu yazıyı okurken
yapmaya çalışın. Daha önce kullandığınız kasları kullanıyor olmalısınız. Bu
egzersizin bir önceki egzersizden daha zor olması sizi şaşırtmasın.

3. İdrar yapmak için tuvalete tekrar gittiğinizde idrarınızın tam ortasındayken
��durdurma testini�� uygulamayı deneyin. İdrarınızı bir kere durdurduktan sonra tekrar
gevşeyerek mesanenizin tamamen boşalmasına izin verin. Sadece idrar akımını
yavaşlatmayı başarabilirsiniz. Endişe etmeyin; egzersizle bir süre sonra kaslarınız
güçlenecektir. Bu egzersizi yaparken idrar akımı durmaz ve artarsa yanlış kasları
kasıyorsunuz demektir.
4. Durdurma testini her idrar yaptığınızda uygulamayı alışkanlık haline getirmeyin. Bu
egzersiz en fazla günde bir kez yapılmalıdır.
EGZERSİZLERİ ÇALIŞMA 1. Dizleriniz hafifçe açıkken yatın, oturun veya ayakta durun. Yavaşça pelvik taban
kaslarınızı en fazla yapabildiğiniz kadar kasın ve hareket ettirin. 5 saniye boyunca
kasılı kalın daha sonra gevşeyin. En az 5 kez tekrar edin (yavaş kasılmalar)
2. Şimdi kaslarınızı hızlıca ve sıkıca kasın ve gevşetin. En az 5 kez tekrarlayın (hızlı
kasılmalar)
3. Bu iki egzersizi günde 5 hızlı ve 5 yavaş olmak üzere en az 10 kez yapın.
4. Kaslarınız güçlendikçe 5 saniyeden daha uzun kasılı kalabildiğinizi farkedeceksiniz.
Her seferinde yorulmadan 5 kasma daha fazla yapabilirsiniz.
5. Egzersizlerin kaslarınızı güçlendirmesi zaman alacaktır. Gelişmeyi haftalar sonra
fark edebilirsiniz. Bu yüzden egzersizleri bırakmayın. Kaslarınız eski kuvvetini
kazanması için aylarca düzenli egzersiz yapmalısınız.
YARDIMCI OLABİLECEK BAZI NOKTALAR 1. Egzersizlerinizi, düzenli olarak yaptığınız işlerle beraber yapmayı alışkanlık haline
getirin. Örneğin eğer ev hanımı iseniz suya her dokunduğunuzda, ofiste iseniz
telefona her dokunduğunuzda... sık yaptığınız ne varsa.
2. �Durdurma testi�ni günde bir kez uygulayın. İdrarınızı durdurma yeteneğiniz giderek
hızlanmalı ve kolaylaşmalı.
3. Bayan hastalar için: Egzersizleri doğru kasla yaptığınızdan emin olabilmek için bir
ya da iki parmağınızı vajinanıza yerleştirerek egzersizleri deneyin. Eğer pelvik
taban tabanınızı çalıştırıyorsanız hafif sıkma hissedeceksiniz.
4. Kaçırma korkunuz olduğunda pelvik tabanı kullanmayı deneyin�hapşırmadan veya
ağır bir şey kaldırmadan önce pelvik kaslarınızı kasmayı deneyin. Kontrolünüz
giderek artacaktır.
5. Günde en az 6-8 bardak sıvı alın. Tuvalete �olabilir ihtimali� yüzünden gitme
alışkanlığı edinmeyin. Sadece mesaneniz dolu hissettiğinizde tuvalete gidin.
6. Kilonuza dikkat edin. Fazla kilolar pelvik tabana ek yük bindirir.
7. Mesanenizin kontrolünü tekrar sağladığınızda
pelvik tabanı unutmayın. Her gün pelvik egzersizleri tekrarlayarak problemlerin
tekrar etmesini önleyin.
Pelvik taban egzersizlerini istediğiniz zaman yapabilirsiniz. Kimse ne yaptığınızı bilemez.

77
Sağlık / Ağır Metallerin Sağlık Üzerine Etkileri
« : Haziran 02, 2009, 01:38:21 ÖS »
Ağır Metallerin Sağlık Üzerine Etkileri

Havada bulunan partiküllerin % 0.01-3'ünü sağlık yönünden çok toksik etkiler gösteren eser elementler meydana getirir. Bunların sağlık yönünden önemi insan dokularında birikime uğramalarından ve muhtemel sinerjik etkilerinden kaynaklanmaktadır. Havadan solunum yolu ile alınan partiküllere ek olarak, yenilen yiyecekler, içilen su aracılığı ile de önemli miktarda metalik partiküler maddeler vücuda alınmaktadır. Atmosfer kirliliğinin bir bölümünü oluşturan metaller; fosil yakıtların yanması, endüstriyel işlemler, metal içerikli ürünlerin insineratörlerde yakılması sonucunda ortama yayılırlar.

İnsan sağlığını geniş çapta olumsuz yönde etkileyen metaller arasında atmosferde yaygın olarak bulunan; Kurşun, Kadmiyum, Nikel, Civa metalleri ve asbest önem taşımaktadır. Diğer metallerin bir kısmı insan yaşamında temel yönden önem taşır, diğer bir kısmının konsantrasyonu ise insan sağlığını tehdit edecek boyutta olmadığından önem göstermez. Belirli limitlerin dışında bulunabilecek her türlü metal, insan sağlığı üzerinde toksik etki gösterir.

Kurşun : Mavimsi veya gümüş grisi renginde yumuşak bir metaldir. Kurşunun tetraetil veya tetrametil gibi organik komponentlerinin yakıt katkı maddesi olarak kullanılmaları nedeniyle kirletici parametre olarak önem gösterirler. Tetraetil kurşun ve tetrametil kurşunun her ikisi de renksiz sıvı olup, kaynama noktaları sırası ile 110°C ve 200°C dir. Uçuculuklarının diğer petrol komponentlerinden daha fazla olması nedeni ile ilave edildiği yakıtın da uçuculuğunu artırırlar.

Kurşunun farklı enzim sistemleri ile etkileşim göstermesi nedeniyle bir çok organ veya sistem, kurşun birikimi için odak noktalarını oluştururlar.
Kandaki kurşun konsantrasyonunun 0.2 μg/ml limitini aşması durumunda olumsuz sağlık etkileri gözlenir. Kan kurşun konsantrasyonu; 0.2 μg/ml limitini aşması ile kan sentezinin inhibasyonu, 0.3-0.8 μg/ml limitlerinde duyu ve motor sinir iletişim hızında azalma, 1.2 μg/ml limitinin aşılmasından sonra ise yetişkinlerde geri dönüşü mümkün olmayan beyin hasarları meydana geldiği belirlenmiştir.

Havadaki kurşun konsantrasyonu ile kandaki kurşun konsantrasyonu arasında doğrusal bir ilişki vardır. Kurşunun havadaki 1 μg /m3 konsantrasyorıunun kanda 0.01-0.02 μg/ml lik konsantrasyonu oluşturduğu tesbit edilmiştir.

İnsanlarda temel (background) kan kurşun konsantrasyonunun 0.04-0.06 μg/ml, kentsel alanlarda yaşayanlarda ise 0.1 μg/ml olduğu belirlenmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü, sağlık üzerine olumsuz etkilerin gözlenmediği 0.1 μg/ml kan kurşun konsantrasyon limitinin aşılmaması amacı ile; kent havasındaki kurşun konsantrasyonunun 0.5-1 μg/m3 olarak hedeflenmesini önermektedir.

Kadmiyum : Kadmiyum (Cd) gümüş beyazı renginde bir metaldir. Havada hızla kadmiyum oksite dönüşür. Kadmiyum sülfat, kadmiyum nitrat, kadmiyum klorür gibi inorganik tuzları suda çözünür.

Havadaki kadmiyum fume konsantrasyonu 1 mg/m3 limitini aşması durumunda, solunumdaki akut etkileri gözlemek mümkündür. Kadmiyumun vücuttan atılımının az olması ve birikim yapması nedeni ile sağlık üzerine olumsuz etkileri zaman doğrultusunda gözlenir.

Uzun süreli maruziyetten en fazla etkilenecek organ böbreklerdir. Yapılan araştırmalarda; böbrekte biriken kadmiyum konsantrasyonunun (yaş ağırlık üzerinden) 200 mg/kg'a ulaşması durumunda, böbrek fonksiyonlarında bozulma olduğu tesbit edilmiştir. Böbrekte oluşan hasarın tekrar geriye dönüşü mümkün değildir. Akciğer ve prostat kanserlerinin oluşumunda kadmiyumun etkisi kesin olarak belirlenmiştir.

Dünya Sağlık Örgütü insan sağlığının korunması için havadaki kadmiyum konsantrasyonunun; kırsal alanlarda 1-5 ng/m3, zirai faaliyetlerin bulunmadığı kentsel ve endüstriyel bölgelerde 10-20 ng/m3.ü aşılmamasını tavsiye etmektedir.

Nikel : Nikel gümüşümsü beyaz renkli sert bir metaldir. Nikel bileşikleri pratik olarak suda çözünmez. Suda çözünebilir tuzları; klorür, sülfat ve nitrattır. Nikel biyolojik sistemlerde adenosin, trifosfat, aminoasit, peptit, protein ve deoksiribonükleik asitle kompleks oluştururlar.

Havadaki nikel bileşiklerinin solunması sonucunda, solunum savunma sistemi ile ilgili olarak; solunum borusu irritasyonu, tahribatı, immunolojik değişim, alveoler makrofaj hücre sayısında artış, silia aktivitesi ve immünite baskısında azalma gibi anormal fonksiyonlar meydana gelir.

Deri absorbsiyonu sonucunda allerjik deri hastalıkları ortaya çıkar. Havada bulunan nikele uzun süreli maruziyetin insan sağlığına etkileri hakkında güvenilir kanıtlar tesbit edilememişsede; nikel işinde çalışanlarda astım gibi olumsuz sağlık etkilerinin yanı sıra, burun ve gırtlak kanserlerine neden olduğu kanıtlanmıştır. Kanserojen etkisi nedeni ile güvenilirlik limitinin belirtilmesi mümkün değildir.

ALINABİLECEK ÖNLEMLER

- Hava kirliliğinin yoğun olduğu büyük illerimizde kaliteli ve temiz linyitin yakılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
- Kentsel ısınmada doğal gazın kullanımının artırılması ve yoğun hava kirliliği yaşanan illerimize doğal gazın götürülmesi gerekmektedir.
- Yakıtların tekniğe uygun olarak yakılabilmesi için kazanın, yakıtın yanma özelliğine göre standartlarına uygun olarak üretilmesi ve uygun yanma şartlarının sağlanması gerekmektedir.
- Kazan yakıcıların periyodik zamanlarda eğitilerek, uygun yakma kurallarını öğrenmeleri sağlanmalıdır.
- Büyük ısıtma sistemlerine filtre takma zorunluluğu getirilmelidir.
- Sadece uçucu kül için elektrofiltre bulunan termik santrallere desülfürizasyon tesislerinin de zorunlu olarak kurdurulması sağlanmalıdır.
- Bina projelerinde, baca ve kazanın konacağı yer standartlara uygun olmalı ve ısı yalıtımına önem verilmelidir.
- Motorlu taşıtlar için; karbüratör ayarı şartı getirilmeli portatif CO ve HC için kurşuna dayanıklı katalizörler veya oksidasyon katalizörleri kullanılmalı, sekonder hava NOX için egzoz gazı resürkülasyonu uygulanmalıdır. Almanya’ da olduğu gibi benzindeki kurşun miktarı 0.15 gr/lt seviyesine indirilmeli ve kademeli olarak kurşunsuz benzine geçilmelidir.

SONUÇ

Atmosferdeki kükürt ve azot oksit emisyonlarının azaltılması uzun vadede gerçekleştirilecek bir işlem olduğundan çevrede yarattıkları olumsuz etkileri nedeniyle emisyonlarının azaltılması için gereken önlemlerin vakit kaybetmeden alınmasının zorunluluğu açıkça görülmektedir. Bunun yanında acil önlem olarak bir bölgede hava kirliliği, teknolojik önlemler tespit edilerek dikkatle gözden geçirilmeli ve uygulanmalıdır. Asit depolanması sorununa bilimsel yönden çözüm yolları ararken, zarar tespitleri yapılmalı ve ekosistem detaylı bir şekilde incelenmelidir. Ayrıca problem politik ve bilimsel olarak benimsenmelidir.

78
Sağlık / Kronobiyoloji
« : Haziran 02, 2009, 01:35:57 ÖS »
Kronobiyoloji

İnsanoğlu 24 saatte tam 24 kez değişiyor. Ruh hali, vücut ısısı, tansiyon, kalp atışı, hormonlar sürekli uğraş halinde oluyor.

Biyologlar, doktorlar ve farmakologlar bu olağanüstü duruma "Kronobiyoloji" adını veriyorlar.

İşte bedenin 24 saatlik faaliyet raporu...

06.00: Kortizon salgılamasıyla organizma uyanıyor. Bu uyanma vücut için kendini yavaşca kalkmaya hazırlama işareti. Metabolizma hareketleniyor, günün işleri için enerji ve protein hizmete hazır oluyor.

07.00: Vücut hâlâ zayıf. Spor yapmaktan kaçının. Kalbe ve dolaşıma gereksiz yüklenirsiniz. Spor yerine kahvaltı edin, sindirim bu saatte mükemmel çalışıyor.

08.00: Fazla miktarda hormon salgılanıyor. Sigara tiryakileri için de durum aynı. Kahvaltı sigarası damarları her zamankinden daha fazla daraltıyor.

09.00: Vücudun dinç, kuvvetli olduğu saat. Herhangi bir hastalık için iğne olacaksanız bu en doğru zaman. İğnenin ateş ve şişme gibi yan etkileri ender olarak görülüyor, vücut röntgen ışınlarına karşı daha dirençli oluyor.

10.00: Organizmanın kendine gelme, 'ben burdayım' deme saati. Fazla enerjik, vücut en yükes ısı seviyesinde. Verimliliğimiz de öyle. 'Kısa süre belleği' iyi durumda. Bir önemli ayrıntı: 10.00 ile 12.00 arası enfarktüs olaylarına sık rastlanıyor.

HAZIR CEVAPLIK SAAT

11.00: Vücudun tam formunda olduğu, verimli olmaya programlı bir saat. Kalp ve dolaşım o kadar zinde ki yapılan muayenelerde kalpteki bir bozukluk gözden kaçabilir. Hazır cevaplık tavan yapar, özellikle hesap işleri, matematik ödevleri rahat ve iyi bir şekilde, zorlanmadan çözülür.

12.00: Dinlenme saati. Dikkat azalıyor ve insanı uyku basıyor. Midedeki asit miktarı fazlalaşıp, beyindeki kan akımı azalıyor. Zira kan sindirim organlarını desteklemesi için mide tarafından kullanılıyor. Öğle uykusu uyuyabilen kişilerde istatistiklere göre enfarktüse %30 oranında az rastlanyor.

13.00: Vücut formdan düşüyor. Verimlilik gün ortalamasının %20 aşağısına iniyor. Bütün organlar en alt düzeyde çalışıyor, sadece safra öğle yemeğini hazmetme faaliyeti gösteriyor.

14.00: Bitkin oluruz. Çünkü tansiyon ve hormon düzeyi düşüyor. Diş doktorundan korkanlar için en uygun randevu saati. Çünkü bu saatte acı az hissediliyor. Lokal anestezi uzun süre devam ediyor (30 dk.).

HOŞ GELDİN ENERJİ

15.00: Enerji geri geliyor, bellek tam formunda. İkinci verimlilik dönemi başlıyor ama sabahkinden az.

16.00: Spor için en iyi saat. Tansiyon ve dolaşım çok iyi durumda.

17.00: Organların faaliyeti üst düzeye çıkıyor.Kuvvet artıyor, oksijen harcanıyor, böbrekler ve mesane çok çalışıyor. Tırnaklar ve saçın en çabuk uzadığı zaman. Midedeki asit miktarı fazlalaşıyor. 17.00'ye doğru mide kanaması geçirme riski artıyor.

18.00: Akşam yemeği için ideal saat. Pankreas bu saatte özellikle aktif.

19.00: Kan basıncı ve nabız tembelleşiyor. Bu nedenle kan basıncı düşüren ilaçlara dikkat, tehlikeli olabiliyorlar. Antidepresanların tesiri de bu saatte daha fazla.

20.00: Karaciğerdeki yağ düzeyi düşüyor ve kirli kan kalbe her zamankinden daha fazla akıyor. Alerjisi olanlar ve astımlılar ilaçlarını bu saatte almalı. Etkisi hemen görülüyor. Antibiyotikler de az dozda alınsa bile etkileri en üst düzeyde oluyor.

YEMEĞİ KESİYORUZ

21.00: Sindirim organlarının günlük görevi sona eriyor. Gelen herşey midede sabaha kadar hazmedilmeden kalıyor ve bu çok tehlikeli. Kalan yemekler bağırsak sahasındaki mukozaya hücum ediyor.

22.00: Vücudun polisi akyuvarlar aktif hale geliyor. Sigara içenler dikkat! Bu saatten sonra vücut nikotin gibi zehirleri çok zor atıyor.

23.00: Organizma gün boyunca aktif faaliyet gösteren stres hormonunun salgılamasını durduruyor. Sakinleşip, rahatlıyoruz.

TATLI RÜYALAR

24.00: Uyurken deri hücreleri durmadan çalışıyor, gündüz olduğundan daha sık bölünüyor. İlk rüya safhası, yarım saat içinde rüya görmeye başlıyoruz.

01.00: Verim en alt düzeyde. Bu saatte çalışanlar hata yapabiliyor, dikkat azalıyor, çünkü vücut kendini uyumaya programlıyor.

02.00: Araba kullananlar dikkat: görme zayıflıyor, tepkiler yavaşlıyor, kazalar bu saatte çok oluyor.

03.00: Bedenin de ruhun da en karanlık safhası. Melatonin hormonunun salgılanması tembel ve kararsız yapıyor. İntihar edenlerin sayısı fazlalaşıyor.

04.00: Stres hormonundan enerji kazanıyoruz. Enfarktüs krizleri saat 04.00 ile 06.00 arasında çok oluyor; çünkü kan basıncı oldukça yükselip, damarlar geriliyor. Doğum yapma olasılığının en yüksek saati.

05.00: Stres hormonu bizi faaliyete geçiriyor ve gündüz değerinin tam 6 katına çıkıyor. Vücudumuz harekete geçiyor kaybolan enerji yeniden geri geliyor. Gelsin, yeni bir gün başlıyor.

79
Sağlık / Şeker Hastalığında Ayak Bakımı
« : Haziran 02, 2009, 01:35:04 ÖS »
SEKER HASTALIGINDA AYAK BAKIMI

Eğer şeker hastasıysanız, ayaklarınızın bakımı için her gün birkaç dakikanızı ayırmalısınız. Böylece şeker hastalığının ayaklarınızda neden olabileceği sorunları en aza indirebilirsiniz. Aşağıdaki önerileri dikkate alın.

Ayaklarınızı Temiz Tutun

Ayaklarınızı her gün özenle yıkayın. ilik su ve sabun ya da doktorunuzun önereceği bir temizleyici kullanın. İyice temizleyin ve yumuşak ve temiz bir havluyla kurulayın. Deriyi korumak için nemlendirici bir losyon sürün (parmak aralarınıza sürmeyin).
Yumuşak, emici ve temiz çoraplar giyin. Çorap ve ayakkabılarınızın kan dolaşımını engelleyecek kadar sıkmaması ya da aşırı terlemeye yol açmamasına dikkat edin. Sentetik maddelerden yapılmış çoraplardan kaçırın, çünkü bunlar ayak derinizdeki nemin buharlaşmasını önler ve ayaklarınızın sürekli ıslak kalmasına neden olurlar.

Ayaklarınızı Her Gün Kontrol Edin

Ayaklarınızı, parmak aralarınızı ve tırnaklarınızı dik-
katlice kontrol edin. Görmekte güçlük çektiğiniz bölgeler için küçük bir ayna kullanabilirsiniz. Nasırlar, çatlaklar, kesikler, çürükler, sıyrıklar ya da şişme ve kızarıklık gibi enfeksiyon belirtileri olup olmadığına bakın. Ayağınızda hassas ya da enfeksiyonlu bir bölge fark ederseniz, doktorunuza danışın. Doktorunuz ayrıca normal kontrollerinizde de ayaklarınızı inceleyecektir.

Tırnaklarınızın Bakımına Dikkat Edin

Tırnak makaslarını kullanmayın; yaralanmaya neden olabilirler. Bir tırnak törpüsüyle, tırnaklarınızı parmağınızın şekline uygun olarak yuvarlak değil düz bir biçimde kısaltın. Tırnaklarınızı çok fazla kısaltmayın; böylelikle şeker hastalarında çok ciddi sorunlar yaratabilecek tırnak batmalarını önleyebilirsiniz.
Yaralanmalardan Kaçının
Egzersiz kan dolaşımını artırarak, ayaklarınızın sağlıklı kalmasına yardımcı olur. Bununla birlikte, fiziksel etkinliklerinizi seçerken, yaralanma riskini göz önünde bulundurun. Ayaklarınız ya da bacaklarınız yorulduğunda, etkinliğinize devam etmeden önce, birkaç dakika oturun ve ayaklarınızı yukarıya kaldırın.

80
Sağlık / Margarin ve Beslenmedeki Yeri
« : Haziran 02, 2009, 01:34:04 ÖS »

MARGARİN, sıvı ya da katı yağların su ya da sütle karıştırılmasıyla hazırlanan, tereyağı kı­vamındaki yemeklik ve kahvaltılık yağlara verilen addır. Bu ana bileşenlerin yanı sıra margarinlere A, B ve D vitaminleri ile tat, koku ve renk verici maddeler de katılır.

Margarin ilk kez 1860'ların sonlarında Fransız kimyacı H. Mege-Mouries tarafından geliştirildi. Hemen ardından Hollanda'da üre­tilmeye başlandı, 1873'te de ABD'ye girdi. 20. yüzyıla kadar pek fazla yaygınlaşmayan margarin üretimi daha sonra hızla arttı; günü­müzde pek çok ülkede, hatta tereyağı üreticisi olan ülkelerde bile yaygın olarak üretilmekte­dir. Türkiye'de ise ilk kez 1930'larda başlayan margarin üretimi o yıllarda çok küçük ölçekli olmasına karşılık bugün 400 bin tona yaklaş­maktadır.

Margarin yapımında başlıca yerfıstığı, hin­distancevizi, palmiye tohumu, soyafasulyesi ve ayçiçeği gibi bitkisel kaynaklardan çıkarı­lan sıvı yağlar ile bazı hayvansal katı ve sıvı yağlar (örneğin balina yağı) kullanılır. Bitki­sel ya da hayvansal kaynaklardan çıkarıldık­tan sonra çeşitli işlemlerden geçirilerek arıtı­lan bu yağlar pastörize süt, su, vitaminler, tat, koku ve renk vericilerle karıştırılır. Karışım, iyice çalkalanarak kremsi hale dönüştürülür ve soğutma birimlerinden geçirilerek katılaş-tırılır. En sonunda da istenilen biçim verilerek paketlenir.

81
Sağlık / Günlük Beslenme Rehberi
« : Haziran 02, 2009, 01:23:58 ÖS »
Günlük Beslenme Rehberi

Yeterli ve dengeli beslenmek için değişik yaş, cinsiyet ve özel durumlardaki bireylerin enerji ve besin öğeleri gereksinmeleri farklıdır.
İnsan, gereksinmesi olduğu besin öğelerini tartarak alamaz. Bunlar doğal besinlerle karşılanır. Besinlerimiz, içerdikleri besin öğelerinin türleri ve miktarları yönünden farklıdır. Bazı besinler proteinden, bazıları herhangi bir vitaminden zengindir. Her besini yeme olanağımızda yoktur. Bu nedenle, besinlerimizi, besleyici değerleri yönünden 4 grup altında toplayabiliriz. Bu grup içinde yer alan besinler, birbirinin yerini tutar. Günlük diyetimizde her gruptan besin bulunur ve bunların miktarları gereksinmemize uygun olursa, yeterli ve dengeli besleniriz.

Grup 1
Süt ve sütten yapılan yiyecekler
Bu grup kalsiyum için en iyi kaynaktır. Süt, yoğurt, peynir, çökelek, süt ile yapılan tatlılar. Bu gruptaki yiyeceklerin herhangi birinden veya bir kaçından günde 1-2 porsiyon yenilmelidir. En az bir büyük su bardağı süt veya yoğurt, iki kibrit kutusu büyüklükte peynir, bir küçük kase muhallebi veya sütlaç bir porsiyon kabul edilir. Bu gruptaki yiyecekler özellikle büyümekte olan çocuklar, gebe ve emzikli kadınlar ile yaşlılar için önemlidir. Yetişkin ve normal durumda olan kişilere, günde bir porsiyon, örneğin iki kibrit kutusu büyüklükte peynir veya bir su bardağı kadar yoğurt yeterse de; çocuklar, gebe ve emzikli kadınlar 2-3 porsiyon almalıdırlar.

Grup 2
Et, tavuk, balık, sakatat, yumurta, kuru nohut, fasulye, mercimek, ve bu besinlerden yapılan ürünler
Bu gruptaki besinler protein, B vitaminleri ve demirden zengindir. Enerji de verirler. Herhangi birinden ya da bir kaçından her gün iki porsiyon yemeliyiz. Bu grup besinler, öğle ve akşam birinci yemeği oluşturur. Sabah bir yumurta yenirse yarım porsiyon alınmış demektir. Öğünlerden birinde kurubaklagil, birinde de etli sebze yemeği yeterlidir. Etin yerine balık ve tavuk da yenilebilir.

Grup 3
Taze sebze ve meyveler
C vitamini gereksinmemizi bu gruptan karşılarız. Patates, karnabahar, kereviz, patlıcan, enginar, pancar, kabak, domates, salatalık, biber, yeşil yapraklı sebze ve otlar, havuç, her türlü meyve bu grupta yer alır. Bu gruptaki yiyeceklerin herhangi birinden veya bir kaçının karışımından her gün 3-5 porsiyon yenilmelidir. Alınan sebze ve meyvenin bir porsiyonu yeşil yapraklı sebze veya portakal, limon gibi turunçgillerden veya domates olmalıdır. Büyük meyvelerin (portakal, elma, armut, muz gibi ) orta büyüklükte bir tanesi, kayısı ve erik gibi meyvelerin 3-6 adedi; çilek, kiraz gibi olanların yarım su bardağı kadarı bir porsiyon sayılır. Yeşil sebzelerin kıyıldığı zaman 2-3 su bardağını dolduran miktarı, bir orta büyüklükte patates, bir küçük havuç, bir küçük yeşil kabak, yine bir porsiyon olarak kabul edilir.

Grup 4
Tahıllar ve tahıllardan yapılan yiyecekler
Bu grup temel enerji kaynağımızı oluşturur. Ekmek, makarna, şehriye, pirinç, bulgur, kuskus, börekler, un ve irmikten yapılan tatlılar. Ekmek, her öğün yediğimiz yiyecektir. Yetişkin bir kişi için öğünlerde, 1-2 orta dilim ekmek yeterlidir. Fazla hareket gösteren kişiler bunun iki üç katını yiyeceği gibi, daha çok oturarak iş gören kişilerin bir porsiyondan fazla yemelerine gerek yoktur. Hareketli iş gören kişiler yaptıkları işin derecesine göre 2-3 porsiyon yiyebilirler. 3-5 yemek kaşığı kadar makarna veya pilav, bir porsiyon sayılır. Tatlıların porsiyon ölçüsü çeşitlerine göre ayarlanır. İrmik helvasının 3-4 silme yemek kaşığı, lokmanın 5-6 adedi, sigara böreğinin 3-4 tanesi, tepsi böreğinin normal bir dilimi bir porsiyon sayılır.
Bu gruplarda belirtilmeyen, fakat yiyeceklerimize lezzet vermek için kullandığımız yağlar, şeker, salça ve baharat vardır. Şeker vücuda sadece enerji sağladığına göre fazla şeker yemek kişiyi dengesiz beslenmeye götürür. Bal, pekmez, reçel ve marmelat gibi yiyecekler, şeker yerini tutar. Beden hareketi çok olan işçiler ve sporcular her yemekte tatlı yiyebilirler.
Günlük yediğimiz yağların aşağı yukarı yarısı, yiyeceklerimizin bileşiminden gelir. Özellikle et ve benzeri yiyeceklerle; fıstık, zeytin, ceviz, süt, peynir, yumurta gibi yiyeceklerin kullanıldığı yemeklere ilaveten yağ koymaya gerek yoktur. Kahvaltılarda ve yemeklerde kullandığımız yağlar katı veya sıvı olabilir. Katı ve sıvı yağlardan dengeli bir şekilde yenmelidir. Günlük bir kişinin alacağı yağ miktarı 20-30 g. (2-3 silme yemek kaşığı) kadardır. Bu yağın yarısı bitkisel sıvı yağlardan olmalıdır.
Bu gruptaki yiyeceklerden çok fazla alıp, diğer gruplardakilerden çok az veya hiç almayan kimseler, dengesiz besleniyor demektir. Örneğin, günlük yiyecekleri daha çok et, hamur işleri, pirinç, bulgur ve tatlılar olan, taze sebze ve meyvelerden yemeyen bir kimse vitaminlerin ve minerallerin bazılarını yeteri kadar sağlayamaz. Bunun yanında, herhangi bir meyveden çok fazla yemenin de bir yararı yoktur.
Günlük yiyeceklerimiz seçilirken, her gruptaki yiyeceklerden gösterilen miktarlar kadar almak yetersiz ve dengesiz beslenmenin önlenmesi için gereklidir.

82
Sağlık / Vejetaryen Olmak - Vejetaryenlik (Etyemezlik)
« : Haziran 02, 2009, 01:22:55 ÖS »
Vejetaryen Olmak - Vejetaryenlik (Etyemezlik)
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Etyemezlik, çeşitli nedenlerle et, balık ve bazı durumlarda yumurta, süt ve süt ürünlerini yememeye denir. Vejetaryenlik olarak da bilinir.
Etyemezlik, dinsel, ahlaki ve beslenmeye ilişkin nedenlere dayanır. Etyemezlerin çoğu, hayvansal maddelerden yapılan ya da hayvanlarda denendiğini bildikleri temizlik ve güzellik ürünlerini de kullanmazlar. İlk kez 1842'de kullanılmaya başlanan vejetaryen sözcüğü, Latince'de "sağlam, canlı, yaşam dolu" anlamına gelen vegetus sözcüğünden gelir.
Bazı insanlar hayvanları yemek için beslemenin ve öldürmenin yanlış olduğunu düşünürler ve bundan dolayı et yemezler. Öte yandan, etsiz beslenmenin daha sağlıklı olduğu gerekçesiyle etyemez olanlar da vardır. Beslenme uzmanları da yağ, tuz ve şeker içeren yiyecekler yerine, bol selüloz içeren bitkisel liflere, kepekli tahıllara, çiğ sebze ve meyvelere daha çok yer verilmesinin sağlıklı ve dengeli beslenme için gerekli olduğunu ileri sürerler. Çoğu Budizm, Hinduizm, Caynacılık ve Hıristiyanlık'ın bazı mezheplerine bağlı olan kimseler ise, canlılara zarar vererek elde edilen besinin yenmemesi gerektiğine inanırlar. Bazıları da etyemezliği doğal çevrenin korunmasına dayandırırlar. Çiftlik hayvanları için ayrılan alandan daha az alanda yeterli sebze yetiştirmenin mümkün olduğunu, insanların yiyecek gereksinimini sebzeyle karşılamanın daha kolay bir yol olduğunu savunurlar.

Etsiz beslenmenin önemi
Protein gereksiniminin temel olarak etle karşılanabileceği düşüncesi doğru değildir. Çünkü ceviz, fındık gibi kabuklu yemişlerde, bazı bitkilerin tohumlarında, baklagiller, tahıllar, yumurta, süt ve süt ürünlerinde, soya ürünlerinde de bol miktarda protein vardır. Eskiden bitkisel proteinlerin hayvansal proteinlerde bulunan bazı aminoasitleri içerdiği bilinmiyordu ve bu yüzden de besin değerinin düşük olduğu sanılıyordu. Oysa bitkisel protein içeren bazı yiyecek maddeleri karıştırılarak yendiğinde bu tür animoasitler alınabilir. Örneğin baklagillerdeki aminoasit eksikliği, tahıllarda çok miktarda bulunan aminoasitle dengelenebilir. Öte yandan fasulye, pirinç, mercimek, bezelye, arpa, yulaf ve kabuklu yemiş gibi bitkisel besinler protein açısından zengindir.
Süt ve süt ürünlerini tüketmeyen etyemezler de B12 vitaminini maya özünden ve tahıllardan karşılayabilmektedirler. Etyemezler, demiri kurutulmuş meyve, yapraklı yeşil sebzeler, buğday unu, baklagiller, yulaf, kabuklu yemiş ve kabuklu pirinçten, kalsiyumu ise peynir, kabuklu yemiş, susam, yapraklı yeşil sebze ve soyafasulyesinden alırlar.
Etyemezlerin sayısı 20. yüzyılda Avrupa ülkelerinde ve ABD'de artış gösterdi. Etyemezler yerfıstığı ezmesi, mısır gevreği, tahıl, kurutulmuş meyve, sütten elde edilen kefir ve et tadında yüksek proteinli sebze yemekleri gibi yiyeceklerle beslenmektedirler.

83
Sağlık / Neden Sağa Yatmalıyız?
« : Haziran 02, 2009, 01:20:29 ÖS »
Neden sağa yatmalıyız!

Bir tarafa yatarak uyuma durumunda, yatılan yöne bağlı olarak burun deliklerimizin birisinin tıkanırken, diğerinin açıldığı ve solunumun açık olan burun deliğinden yapıldığı araştırmalarla belirlenmiştir. Ayrıca nefes alınan burun deliği ile beynin yarımküreleri ve sempatik-parasempat ik sinir sistemleri arasında da bir münasebet olduğu, çalışmalarla gösterilmiştir.

Neden sağ tarafa yatılmalı

Sağ tarafa yatılması durumunda, sağ burun deliği tıkanmakta, sol burun deliği açılmaktadır.
Sol burundan yapılan nefes alma ile sağ beyin yarımküresinin aktivitesi artar.
Sağ beyin yarımküresinin uyarılmasi, parasempatik sinir sistemimizin faaliyetlerini artırmasına, kalb hizimizin yavaşlamasına, tansiyonumuzun düşmesine ve mide-bağırsak faaliyetlerimizin yavaşlamasına vesile olur.
Dolayısıyla kalbimiz daha az yorulur, uykuya dalmamız daha kolaylaşır, bu da istirahatimizin daha iyi olmasına imkân sağlar.
Diğer yandan sol tarafa yatılırsa ne olur?
Sol burun deliğinin tıkanması ile birlikte sağ burun deliğinden nefes alınması, sempatik sinir sisteminin faaliyetlerinde artışa yol açar; bu durumda kişi heyecanlanmış gibi olur ve kalb atışlarındaki hızlanma ile kalb daha da yorulur.
Bu yüzden uykuya dalma zorlaşır.
Çünkü kalb atım hızının, tansiyonun, heyecan ve dikkatin artması uykuya engel olabilir.
Sol tarafımız üzerine uyumada ise vücudumuz daha çok yıpranacaktır.
Sırtüstü veya yüzüstü yatınca durum ne olacaktır?
Yüzüstü yatmak zaten uzun süre mümkün olmadığı gibi, kalb, akciğerler ve mide bu durumda baskı altında olduğu için, ciğerlerimiz ve midemiz sıkışıp rahatsızlık verebilir.
Sırtüstü yatıldığında ise bu rahatsızlıklar olmayabilir.
Ancak uykuya dalmada gecikme olabilir.
Bu durum da vücudun tam dinlendirici bir uykuya geçmesine ve dinlenmesine engel olabilir.
Çünkü bu durumda gündüz olduğu gibi iki burun açık olacak ve parasempatik sistem uyarılamayacaktır.
Ayrıca sırtüstü yatılması durumunda mide ve bağırsakların fonksiyonlarını gerçeklestirmesi biraz daha zorlaşacaktır.
En faydalı ve belki de en az zarar görebileceğimiz yatış pozisyonun; "sağ yana yatarak ve ayakları vücuda doğru çekerek uyuma" şeklinde olduğu, yapılan araştırmalarla ancak bugün doğrulanabilmektedir .
Bu yatış seklinde hem mide ve bağırsaklar korunmakta, hem de sindirimin daha kolayca tamamlanması mümkün kılınmaktadır.

84
Sağlık / Ellerde 4742 tür Bakteri Var
« : Haziran 02, 2009, 01:19:03 ÖS »
Kadın elinde daha çok mikrop var


Colorado Üniversitesi’nde yapılan araştırmada 51 öğrencinin elleri incelendi ve 102 elde 4 bin 742 tür bakteri belirlendi. Araştırmada kadınların ellerinde erkeklerinkinden daha çok bakteri türü yaşadığı ortaya çıktı.

WASHINGTON - ABD’deki Colorado Üniversitesinden biyokimya doçenti Rub Knight ve aynı üniversiteden Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji anabilim dalından doçent Noah Fierer’in kaleme aldıkları bilimsel makaleye göre araştırmalarda, ellerde sanıldığından daha fazla türde bakteri bulunduğu da anlaşıldı.

Yazı, “Proceedings of the National Academy of Sciences” adlı bilimsel yayının on-line sayısında (Proceedings of the National Academy of Sciences) bugün yayımlandı. Araştırma, ABD’deki “Ulusal Sağlık Enstitüsü” ve “Ulusal Bilim Vakfı” tarafından desteklendi.

Yazıya göre araştırmanın şefi olan Fierer, “araştırmamızın sonucunda belirlediğimiz bakteri türü sayısı bizi çok şaşırttı. Kadınların ellerinde çok daha fazla çeşit olduğunu da anladık” dedi.

Araştırmacılar, kadınların ellerindeki bakteri türünün daha zengin olmasının nedenini bilemediklerini, bunun, erkeklerin derisinin daha “asitik” olmasından ve bunun bazı bakteri türlerini öldürüyor olabileceğinden kaynaklanabileceğini belirttiler. Araştırmacılar bir başka nedenin, kadınlarla erkekler arasında, ter ve yağ bezlerinin çalışma farklılıkları olabileceğini de ifade ettiler.

Knight’ın açıklamasına göre kadınların, suyla yıkanması mümkün olmayan deri altlarında yaşayan bakteri sayısı, erkeklere göre daha az.

ELLERDE 4.742 TÜR BAKTERİ
Araştırmacılar çalışmaları sırasında 51 üniversite öğrencisinden (toplam 102 el)örnekler aldı.

Örnekler, DNA bakterilerini belirleyen yeni ve çok detaylı bir sistem kullanılarak incelendi.

Bu 102 elde toplam 4.742 bakteri türü belirlendi.

Bu türlerden yalnızca 5’inin bütün ellerde bulunduğu anlaşıldı.

Her insanın elinde genellikle diğerlerinden farklı bakteriler yaşadığı gibi, bir insanın iki elinde yaşayan bakteriler de genellikle birbirinden farklı. Bir insanın iki elindeki bakteri türlerinin ortalama yüzde 17’si birbirinin aynı.

Araştırmaya göre ortalama bir elde 150 bakteri türü yaşıyor.

Ancak bakterilerin türünü belirlemek yaklaşık olarak mümkün olmasına karşın, elde toplam kaç adet bakteri bulunduğunu saymak mümkün olmuyor.

Araştırmacılar, aynı çalışmayı çeşitli ülkelerde tekrar ederek sonuçların karşılaştırılmasının önemli olacağını vurguluyorlar.

KANIKSAMAK GEREK
Araştırmadan anlaşıldığı kadarıyla, bakterilerle yaşamayı kanıksamak gerekiyor. Çünkü el yıkama, bunları ortadan kaldırmıyor.

Knight’a göre düzenli el yıkama önemli ancak el yıkama, bakteriyi ortadan kaldırmıyor. Knight, makalede, “bakteri kolonileri, el yıkamanın hemen ardından hızla yeniden ürüyor. Veya el yıkama, deri yüzeyinde bulunan bakterilerin büyük bölümünü gideremiyor” dedi.

85
Sağlık / Mucizevi Doktorlar
« : Haziran 02, 2009, 01:16:15 ÖS »
Sülük tedavisi atardamar ve toplardamar tıkanıklıkları başta olmak üzere birçok dolaşım sistemi hastalığında, varis, iltihaplı ve iltihapsız romatizmalar, iktidarsızlık, cinsel güç artırıcı etki (afyodizyak), üreme organı rahatsızlıkları ve kısırlık, epilepsi çeşitlerinde, yumuşak doku romatizmalarında, felç, kısmi felç, sedef, egzama gibi cilt hastalıklarında hemoroid’de, göz tansiyonu (glokom) ve buna bağlı görme kayıplarında, migrende ve her türlü baş ağrısı, yüksek tansiyon, troid’e bağlı şişmanlık hormonal bozukluklar ve buna bağlı şişmanlık, sivilce, irin, astım ve bronşial hastalıklar, yanık vakaları, iyileşmeyen yaralar ve ameliyat izleri kangren, Meniere Hastalığında ve bazı işitme kayıplarında başarıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Ortopedi ve Rekonstrüktif Cerrahi kapsamında, kangren gelişmekte olan kopuk organ tamirlerinde de tüm dünyada yaygın biçimde kullanılmaktadır. Son olarak sülüğün güçlü antioksidan etkisi nedeniyle Koruyucu(Preventif) Tıpta da kullanımından bahsetmek gerekir ki; yılda bir defa yapılan Sülük Tedavisi, o yıl içinde enfeksiyonlar başta olmak üzere birçok hastalığa karşı koruyucu etki göstermektedir.

Sterile edilmemiş sülük kullanırsam ne olur ?

Sterilize edilmeden, kişilerin bu sülükleri dikkatsizce kullanmaları bilinen ve bilinmeyen enfeksiyonlar kapma ihtimali açısından büyük risk taşımaktadır.

Bir hastada kullanılan sülükler, başka bir hastada da kullanılabilir mi?

Bir hastada kullanılan sülükler kesinlikle başka bir hastada kullanılmadan imha edilmelidir. Böylece kan yoluyla bulaşan hastalıkların geçişi engellenerek güvenli bir tedavi sağlanmaktadır. Sülükler ilk kullanımda ürettikleri salgıyı boşalttıklarından ikinci uygulamada aynı etkiyi gösteremezler.

86
Sağlık / Besinleri Sağlıklı Tüketme
« : Haziran 02, 2009, 01:15:38 ÖS »
Hangi besinlerin çiğ ya da pişmiş olarak tüketilmesi gerektiğini biliyor musunuz?

Haşlanmış kabakta karaton maddesi etkili bir antioksidandır. Patatesin çok iyi pişirilmesi gerekir. Domates piştikçe yararı artar.

Çiğ meyve sebzelerin sağlığımız üzerindeki önemi, ilk kez 80’li yıllarda tıp gündemine oturdu. Yapılan son araştırmalarda ortaya çıkan bir gerçek şu ki, meyve ve sebzelerdeki bazı besinsel değerlerin etkisi, ısınma sonucunda artıyor. Örneğin domates, güçlü bir antioksidan olan ve kanser hücrelerini öldüren “licopen” adlı bir madde içeriyor. Yüksek ısıya dayanıklı olan bu maddenin, ısı derecesi arttıkça gücü ve etkisi 3-4 kat artıyor. Uzmanların araştırmalarına göre, yüksek ısıda uzun süre pişirilen domates salçası ve ketçap kanseri önlüyor.

Yapraklı sebzeleri çiğ ya da az su ile kısa sürede pişirerek yiyin. Köklü sebzeler ise iyi pişirilmeli aksi taktirde hazımsızlık yapabilir. Brokoli ve lahana gibi sebzeler uzun süre pişirilirse tadı bozulur. Orta boy bir kabak, çiğ ya da az pişmiş yenirtse yetişkin bir insanın günlük folik asit ihtiyacının %50’sini karşılar. Haşlanmış kabakta karoten maddesi etkili bir antioksidandır.

Maydanoz ve biber zengin birer C vitamini kaynağı olduğu için çiğ yiyin. Patlıcan ve patates sinir sisteminin düzenli çalışmasını engelleyen bazı toksit maddeler içerir; ancak iyi pişirildikleri zaman bu maddeler etkisiz hale gelir. Özellikle patatesin çok iyi pişirilmesi gerekiyor. Fileto gibi kemiksiz etleri yüksek ateşte ve kısa sürede pişirin.
Tavuk but orta ateşte veya fırında, tavuk göğüs eti uzun süre ve iyi pişirilmeli. Balığı haşlama, ızgara ya da buğulama olarak hazırlamanızda fayda var. Makarnayı çok pişirirseniz vitamin kaybına uğrar ve hazmetmesi güçleşir.

Pilav ise uzun süre piştiği zaman nişasta ve vitamin değeri azalır. Yumurtayı en yararlı pişirme şekli ”rafadan”dır. Uzun süre pişirirseniz yumurta akında bulunan “avidina” adlı madde, sarısında bulunan besinsel değerleri yok ediyor.

87
Sağlık / Ayurveda
« : Haziran 02, 2009, 01:13:10 ÖS »
Ayurvedanın kökenleri

Geleneksel hint tıbbının en iyi bilinen şekli Ayurveda'dır. Sanskritçe “Ayurveda” sözcüğü “Yaşam Bilimi” demektir. “Ayur” yaşam “Veda” da bilgi demektir. Ayurveda “Uzun yaşam bilgisi veya bilimi” olarak tercüme edilmelidir. Ayurveda tıbbının antik kutsal hindu metinleri olan vedalardan kaynaklandığı bildirilmektedir, ancak günümüze kadar ulaşan metinlerde fazla tıbbi bilgiye rastlanmamaktadır. Zaman içerisinde budizm ve karşılaştığı diğer geleneklerden etkilendiği düşünülmektedir. Bununla beraber, Veda ve Veda literatürünün 40 alanının tümü gibi Ayurveda bilgisi de binlerce yıldır sözlü olarak aktarılmıştır. Bu, Ayurveda'yı herhangi bir diğer sağlık biliminden daha eski yapmaktadır.
Ayurveda'nın temelleri bundan 2000 yıl kadar önce Charaka ve Sushruta tarafından yazılmış olan iki büyük özette toplanmıştır. Bu metinler tanı, tedavi, cerrahi, patoloji, felsefe ve yaşama dair öneriler içermektedirler. Efsaneye göre Charaka'nın kitabında hint tanrısı indra'dan kaynaklanan öğretiler de vardır. Sanskritçe olarak hurma ağacı yapraklarına yazılmış olan bu metinler Ayurveda tıbbının temellerini oluşturmaktadır.

Ayurvedada vücut kavramı

Ayurveda’ya göre, her kişinin yapısı değişiktir. Bu nedenle, birisine iyi gelen ve ilaç olarak kullanılan bir şey, bir diğeri için zararlı olabilir. Ayurveda insanları pratik olarak üç ana tipe ayırır. Bu tiplere (veya "dosha" lara), “Vata”, “Pitta”, ve “Kapha” denir. Bunlar, sırayla, “Hava-Boşluk”, ” Ateş” ve” Su -Toprak” tır. Dosha vücuttaki temel psikolojik, biyolojik, kimyasal özellikler grubudur. “Vata”, "Pitta” ve “Kapha” vücudumuzdaki pozitif güç, yaşam enerjisidir ve değişebilirler. Artabilirler veya nadiren de olsa, bünyemizde olması gereken seviyenin altına inebilirler. Bu bozulmuş dosha, vücutta veya ruhta, bir dengesizlik oluşturarak, hastalıkların ortaya çıkmasına uygun ortama olanak sağlar. Değişmiş olan dosha’yı tekrar dengeye oturtmanın yolu sağlıklı beslenme, yaşam biçimi ve bitkisel desteklerden geçer. Vücudumuzda artmış olan dosha’yı azaltmak veya pasifize etmek için, bitkisel takviyeler kullanılır.

Dışarıdan gelen herşey ve ruhsal durumumuz, fizyolojimizi etkileyerek dosha’larımızın dengesini ya da dengesizliğini yaratır. Bu dosha'lar arasındaki denge kişinin bünyesini (prakriti) ve hastalıklara olan eğilimini belirler. Kişinin bünyesi 'sindirim ateşinin' (agni) kuvveti ve barsak fonksiyonlarından da (kostha) etkilenir.

Tanı

Tipik olarak üç doshanın denge durumunu belirlemek için sekiz basamaklı bir değerlendirme yapılır (astavidha pariksha). Bu muayenede incelenenler; nabız (nadi), dil (jihva), ses (sabda), dil (sparsa), görüş (drka), genel görünüm (akrti), idrar (mutra) ve dışkıdır (mala). Çok önem verilen nabız muayenesi radyal nabızdan (bilekte) yapılır ve genel nabız kalitesi kaydedilir. Bir vata nabzı hızlı ve kaygandır. Pita nabzı atlayıcıdır ve kapha nabzı yavaş ve düzenlidir. Jihva incelemesinde dilin genel görünüşüne, rengine ve neyle kaplandığına bakılır. Diğer muayenelerde de dosha dengesizliklerine dair ipuçları alınmaya çalışılır. Ayurveda ya göre insan yapısı, zihin ve bedenle bir bütündür. Zihnin bedeni, bedenin zihni (ruhsal durum) karşılıklı etkilemesi sözkonusudur. Hastalıklı bir bedende sağlam bir ruh bulunması çok zordur.

Tedavi

Ayurveda, yaşlanma sürecini yavaşlatıcı ve var olan normal yıpranmayı onarıcı yöntem zenginliğine sahiptir. Bu metodlar, meditasyon, yoga, nefes egzersizleri, doğayla uyumlu yapılar (Maharishi Sthapatya Veda), iyi dengelenmiş spor, egzersiz ve bireysel gereksinimlere uygun olarak ayarlanmış çok yönlü beslenme önlemlerinde olduğu gibi, 5 duyuyu kullanan tedavileri kapsamaktadır.

Özellikle, geleneksel Panchakarma tedavisi ve Rasayanalar olarak bilinen bitkisel tabletlerin eski bilgisi, spesifik olarak, kötü sağlığın düzeltilmesine ve ömrün kendiliğinden uzamasına yardımcı olur. Ayurveda ile yaşlılığın geciktirilmesi, istenmeyen yan etkilerden bağımsızdır, çünkü o, iyileşme sürecini harekete geçirmek ve zihni ve bedenin işleyişlerini dengelemek için bedenin kendi zekasının kullanılmasına odaklanır.

Ne işe yarar

Ayurveda’nın üstünlüğü; çok az bir çaba ve çalışmayla kendi sağlığımızı ve yaşamımızı daha iyi yapacak, bazı basit ve pratik hususları öğrenebilmemizdir. Ayurveda’dan kendi bünyemizi ve kendi sağlığımızı tanımayı öğrenebiliriz. Bu da bize, uygun olan yaşam tarzını ve beslenme biçimini anlamamızı ve dolayısıyla, hangi bitki ve reçetelerin bize beden ve ruh sağlığı yönünden yarar getireceğini bilmemize yardım eder.

Dikkat

Ülkemizde resmi olarak Ayurveda tedavisi uygulayanları denetleyen bir kurum yoktur, kullanılan bitkisel ilaçlarla ilgili de bir denetim de söz konusu değildir. Bazı bitkisel tedavi şekilleri böbrek ve karaciğer problemlerine yol açabilirler.

88
Sağlık / Et, Et Ürünleri ve Beslenmedeki Önemi
« : Haziran 02, 2009, 01:12:15 ÖS »
ET, genellikle sığır, koyun, kuzu, domuz ve kümes hayvanları gibi çeşitli evcil hayvanlar­dan ve balıktan elde edilen değerli bir besin­dir. Fransa'da at eti, Türkiye, Yunanistan ve Jamaika gibi başka bazı ülkelerde keçi eti de yenir. Çin'de köpek eti yemek çok yaygındır. Bazı ülkelerde ise gelenekler ve din bir ya da birkaç çeşit etin yenmesini yasaklar. Hindis­tan'da Hindu dininin yaygın olduğu birçok bölgede inek kutsaldır ve eti yenmez. Müslü­manlık ve Musevilik domuz etinin yenmesini yasaklar.

İnsanların yabanıl hayvan ve kuşları yemek için yakalamalarına "av" denir. Geyik, yaban domuzu, tavşan, sülün ve ormantavuğu av hayvanlarındandır. Av hayvanlarından bazı­ları günümüzde özel çiftliklerde yetiştirilmek­tedir. Etin besin olarak kullanılmaya başlan­dığı insanlığın ilkçağlarında, tüm etler yabanıl hayvanlardan elde edilirdi. Tarihöncesi insan­ları avcılık ve toplayıcılıkla geçinirlerdi. Daha sonra, toprağı ekerek ekin yetiştirmeyi ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler. Hay­vanları evcilleştirme Avrupa'da İÖ 8000 yılla­rında başladı. Arkeolojik buluntular, domuz etinin Mısır'da İÖ 3400, Çin'de ise İÖ 2900'de yendiğini gösteriyor.

Çağdaş Et Sanayisi

Dünya nüfusunun hızla artışı ve kentlerde yoğunlaşması sonucu besin üretimi dünyanın önde gelen, sanayileri arasına girmiştir. Et tüketimi de giderek artış gösteriyor. En çok et tüketen ülkeler Avustralya, ABD, Yeni Ze­landa ve Arjantin'dir.
Et, vücudun gelişmesi için gerekli protein ve bazı vitaminler bakımından zengin bir besindir. Ne var ki, belli bir yaşın üzerindeki kişiler için fazla et yemenin zararlı olabileceği de anlaşılmıştır.
Dünyada artan et talebini karşılamak için besi hayvancılığı ve et işleme sanayisi gelişti­rilmiştir. En yaygın olarak sığır, koyun ve domuz besiciliği yapılır.
Türkiye'de en çok koyun, kuzu, sığır, dana, keçi, tavuk ve balık eti üretilir. 1984'te 2 milyon 834 bin baş sığır ve dana; 6 milyon 241 bin baş koyun ve kuzu, 1 milyon 643 bin baş keçi ve oğlak kesilmiştir. Bunlardan, 165 bin tonu sığır ve dana, 159 bin tonu koyun ve kuzu, 25 bin tonu keçi ve oğlak, 15 bin tonu da manda, deve gibi öbür hayvanlardan ol­mak üzere, toplam 364 bin ton et elde edilmiştir.
Ayrıca, Türkiye'de aynı yıl kesilen tavuk ve hindi sayısı 64 milyonu bulur. Balık üretimi de 1987 verilerine göre 606 bin tondur. Böylece, balık ve kümes hayvanlarını dışarıda tutarsak, Türkiye'de kentsel yerleşim birimle­rinde kişi başına düşen et tüketimi yılda 14 kg dolayındadır. Bu miktar sanayileşmiş ülke­lerdeki et tüketiminin oldukça gerisindedir.
Günümüzde modern çiftliklerde yetiştirilen hayvanlar çeşitli yöntemlerle geliştirilmişler­dir. Bugünün evcil sığırı, ortaçağda Avrupa' da yaygın olan yaban öküzünün soyundan gelir. Yıllar boyunca tür içi ve ırklar arası çiftleştirme yöntemleri kullanılarak bu sığırda istenen özellikler yaratılmıştır. Bazı sığır tür­leri eti, bazıları ise sütü için yetiştirildi. Bir bölümü de hem etinden, hem sütünden yarar­lanmak üzere geliştirildi (bak. SlGlR).
Sığır
1.Kürek
2.Kol
3.Kotlet-Antrkot
4.Göğüs
5.Bonfile-Kontrfile
6.Pançeta
7.Sokum
8.Tranşnuar
9.Bacak

İlk önceleri yabanıl koyunlar yalnızca Orta Asya ve Kuzey Afrika'da yaşarlardı. Bugün ise daha çok, her iki yarıkürede ılıman bölge­lerde bulunurlar. Sığırda olduğu gibi koyun türleri de insanlarca geliştirilmiş, özel iklim ve çevre koşullarına uyabilmelerinin yanı sıranayide olduğu gibi toplu üretim ilkelerine göre kurulmuş geniş, çağdaş fabrikalar biçi­mindedir. Bir montaj hattı gibi çalışan mezba­hada, bir yandan giren canlı hayvan kesilir, yüzülür, parçalanır, dondurulmaya ya da sa­tılmaya hazır olarak öbür yandan çıkar. Bazı büyük et işleme kuruluşları kesim ve parçala­ma, dondurma, paketleme gibi bölümlerin yanı sıra salam, sosis, sucuk tütsülenmiş et gibi et ürünlerini de üretebilecek makinelerle donatılmıştır. Kesim işlemi, dinsel inanışlar ve geleneklerin yanı sıra kullanılan teknoloji­ye göre de ülkeden ülkeye değişir. Kesilen hayvanların yenebilecek bölümleri uygun bi­çimde parçalanır. Sığırlar genellikle dörde bölünürken, koyun ve kuzular bütün olarak bırakılır. Etler kasap dükkânlarında ya da süpermarketlerin et satan bölümlerinde alıcı­nın isteğine göre daha küçük parçalara bölü­nerek satılır.
Kesilen hayvanların dil. karaciğer, böbrek, yürek, beyin gibi yenebilen iç organları da ayrıca satılır. Öteki işe yarar bölümler de sucuk ve sosis yapımında kullanılır.

Etin İşlenmesi

Et kurutularak, soğutularak ya da dondurula­rak, tuzlanarak, tütsülenerek ve konserve
özel nitelikler kazanmaları sağlanmıştır. Bazı koyun türleri, yünlerinin nitelik ve miktarı, öbürleri ise etlerinin özelliği nedeniyle değer­lidir .Domuzlar Asya. Avrupa ve Afrika köken­lidir. Ortaçağ boyunca Avrupa'da yaşamış olan, bildiğimiz yaban domuzunun soyundan üretilmişlerdir. Domuzların önemli bir bölü­mü domuz pastırması ve jambonu yapılmak üzere beslenir ve kesilir
Hayvanların mezhabaya getirilmeleriyle birlikte besi hayvancılığının işlevi sona erer ve et işleme sanayisi devreye girer. Etin işlenme­si iki aşamaya ayrılabilir. İlki, hayvanın kesil­mesi ve yüzülmesidir. Kesilen et satılmak üzere hemen kasap dükkânına ya da et pazarına gönderilmeyecekse, ikinci aşama etin saklanması için gerekli olur.Günümüzde mezbahalar, başka birçok yapılarak saklanabilir. Kurutma, etin korun­masındaki en eski yöntemlerden biridir. Mı­sırlılar eti kurutarak saklarlardı. Amerika Yerlileri eti bugün başka ülkelerde de yapıldı­ğı gibi ince şeritler biçiminde kuruturlardı. Bir başka yöntem de kurutulmuş ya da yarı kurutulmuş etin kuru sebze ve meyvelerle birlikte dövülerek, üstlerinin erimiş yağla kaplanmasıydı. Günümüzde severek yediği­miz bir kurutulmuş et türü olan pastırmanın geçmişi de Orta Asya'ya kadar uzanır.


   
Et, Et Ürünleri ve Beslenmedeki Önemi


ET, genellikle sığır, koyun, kuzu, domuz ve kümes hayvanları gibi çeşitli evcil hayvanlar­dan ve balıktan elde edilen değerli bir besin­dir. Fransa'da at eti, Türkiye, Yunanistan ve Jamaika gibi başka bazı ülkelerde keçi eti de yenir. Çin'de köpek eti yemek çok yaygındır. Bazı ülkelerde ise gelenekler ve din bir ya da birkaç çeşit etin yenmesini yasaklar. Hindis­tan'da Hindu dininin yaygın olduğu birçok bölgede inek kutsaldır ve eti yenmez. Müslü­manlık ve Musevilik domuz etinin yenmesini yasaklar.

İnsanların yabanıl hayvan ve kuşları yemek için yakalamalarına "av" denir. Geyik, yaban domuzu, tavşan, sülün ve ormantavuğu av hayvanlarındandır. Av hayvanlarından bazı­ları günümüzde özel çiftliklerde yetiştirilmek­tedir. Etin besin olarak kullanılmaya başlan­dığı insanlığın ilkçağlarında, tüm etler yabanıl hayvanlardan elde edilirdi. Tarihöncesi insan­ları avcılık ve toplayıcılıkla geçinirlerdi. Daha sonra, toprağı ekerek ekin yetiştirmeyi ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler. Hay­vanları evcilleştirme Avrupa'da İÖ 8000 yılla­rında başladı. Arkeolojik buluntular, domuz etinin Mısır'da İÖ 3400, Çin'de ise İÖ 2900'de yendiğini gösteriyor.

Çağdaş Et Sanayisi

Dünya nüfusunun hızla artışı ve kentlerde yoğunlaşması sonucu besin üretimi dünyanın önde gelen, sanayileri arasına girmiştir. Et tüketimi de giderek artış gösteriyor. En çok et tüketen ülkeler Avustralya, ABD, Yeni Ze­landa ve Arjantin'dir.
Et, vücudun gelişmesi için gerekli protein ve bazı vitaminler bakımından zengin bir besindir. Ne var ki, belli bir yaşın üzerindeki kişiler için fazla et yemenin zararlı olabileceği de anlaşılmıştır.
Dünyada artan et talebini karşılamak için besi hayvancılığı ve et işleme sanayisi gelişti­rilmiştir. En yaygın olarak sığır, koyun ve domuz besiciliği yapılır.
Türkiye'de en çok koyun, kuzu, sığır, dana, keçi, tavuk ve balık eti üretilir. 1984'te 2 milyon 834 bin baş sığır ve dana; 6 milyon 241 bin baş koyun ve kuzu, 1 milyon 643 bin baş keçi ve oğlak kesilmiştir. Bunlardan, 165 bin tonu sığır ve dana, 159 bin tonu koyun ve kuzu, 25 bin tonu keçi ve oğlak, 15 bin tonu da manda, deve gibi öbür hayvanlardan ol­mak üzere, toplam 364 bin ton et elde edilmiştir.
Ayrıca, Türkiye'de aynı yıl kesilen tavuk ve hindi sayısı 64 milyonu bulur. Balık üretimi de 1987 verilerine göre 606 bin tondur. Böylece, balık ve kümes hayvanlarını dışarıda tutarsak, Türkiye'de kentsel yerleşim birimle­rinde kişi başına düşen et tüketimi yılda 14 kg dolayındadır. Bu miktar sanayileşmiş ülke­lerdeki et tüketiminin oldukça gerisindedir.
Günümüzde modern çiftliklerde yetiştirilen hayvanlar çeşitli yöntemlerle geliştirilmişler­dir. Bugünün evcil sığırı, ortaçağda Avrupa' da yaygın olan yaban öküzünün soyundan gelir. Yıllar boyunca tür içi ve ırklar arası çiftleştirme yöntemleri kullanılarak bu sığırda istenen özellikler yaratılmıştır. Bazı sığır tür­leri eti, bazıları ise sütü için yetiştirildi. Bir bölümü de hem etinden, hem sütünden yarar­lanmak üzere geliştirildi (bak. SlGlR).
Sığır
1.Kürek
2.Kol
3.Kotlet-Antrkot
4.Göğüs
5.Bonfile-Kontrfile
6.Pançeta
7.Sokum
8.Tranşnuar
9.Bacak



İlk önceleri yabanıl koyunlar yalnızca Orta Asya ve Kuzey Afrika'da yaşarlardı. Bugün ise daha çok, her iki yarıkürede ılıman bölge­lerde bulunurlar. Sığırda olduğu gibi koyun türleri de insanlarca geliştirilmiş, özel iklim ve çevre koşullarına uyabilmelerinin yanı sıranayide olduğu gibi toplu üretim ilkelerine göre kurulmuş geniş, çağdaş fabrikalar biçi­mindedir. Bir montaj hattı gibi çalışan mezba­hada, bir yandan giren canlı hayvan kesilir, yüzülür, parçalanır, dondurulmaya ya da sa­tılmaya hazır olarak öbür yandan çıkar. Bazı büyük et işleme kuruluşları kesim ve parçala­ma, dondurma, paketleme gibi bölümlerin yanı sıra salam, sosis, sucuk tütsülenmiş et gibi et ürünlerini de üretebilecek makinelerle donatılmıştır. Kesim işlemi, dinsel inanışlar ve geleneklerin yanı sıra kullanılan teknoloji­ye göre de ülkeden ülkeye değişir. Kesilen hayvanların yenebilecek bölümleri uygun bi­çimde parçalanır. Sığırlar genellikle dörde bölünürken, koyun ve kuzular bütün olarak bırakılır. Etler kasap dükkânlarında ya da süpermarketlerin et satan bölümlerinde alıcı­nın isteğine göre daha küçük parçalara bölü­nerek satılır.
Kesilen hayvanların dil. karaciğer, böbrek, yürek, beyin gibi yenebilen iç organları da ayrıca satılır. Öteki işe yarar bölümler de sucuk ve sosis yapımında kullanılır.



Etin İşlenmesi

Et kurutularak, soğutularak ya da dondurula­rak, tuzlanarak, tütsülenerek ve konserve
özel nitelikler kazanmaları sağlanmıştır. Bazı koyun türleri, yünlerinin nitelik ve miktarı, öbürleri ise etlerinin özelliği nedeniyle değer­lidir .Domuzlar Asya. Avrupa ve Afrika köken­lidir. Ortaçağ boyunca Avrupa'da yaşamış olan, bildiğimiz yaban domuzunun soyundan üretilmişlerdir. Domuzların önemli bir bölü­mü domuz pastırması ve jambonu yapılmak üzere beslenir ve kesilir
Hayvanların mezhabaya getirilmeleriyle birlikte besi hayvancılığının işlevi sona erer ve et işleme sanayisi devreye girer. Etin işlenme­si iki aşamaya ayrılabilir. İlki, hayvanın kesil­mesi ve yüzülmesidir. Kesilen et satılmak üzere hemen kasap dükkânına ya da et pazarına gönderilmeyecekse, ikinci aşama etin saklanması için gerekli olur.Günümüzde mezbahalar, başka birçok yapılarak saklanabilir. Kurutma, etin korun­masındaki en eski yöntemlerden biridir. Mı­sırlılar eti kurutarak saklarlardı. Amerika Yerlileri eti bugün başka ülkelerde de yapıldı­ğı gibi ince şeritler biçiminde kuruturlardı. Bir başka yöntem de kurutulmuş ya da yarı kurutulmuş etin kuru sebze ve meyvelerle birlikte dövülerek, üstlerinin erimiş yağla kaplanmasıydı. Günümüzde severek yediği­miz bir kurutulmuş et türü olan pastırmanın geçmişi de Orta Asya'ya kadar uzanır.



Et ve et ürünlerinin sıcaklık ve nemin denetlendiği koşullarda kurutulması bakteri gibi eti bozan organizmaların üremesini zor­laştırır. Böylece salam ve sucuk gibi işlenmiş etler aylarca bozulmadan kalabilmektedir. Etin kurutulmasında, ilginç ve görece yeni bir gelişme de soğuk kurutma işlemidir. Donmuş et bir vakum içinde belli ölçüde ısıtılır. Bu, et çözülmeden içindeki buz kristallerinin doğ­rudan su buharına dönüşmesini sağlar. Bu yöntemle kurutulmuş et hafiftir, kolay taşına­bilir, rahatlıkla yeniden sulandırılabilir ve lezzetini korur. Kurutulmuş etler ve öbür besinler dağcılıkta ve uzun yürüyüşlerde yay­gın olarak kullanılır.
Eti buz ya da kar altında sistemli biçimde dondurmaya başlayan ilk insanların Romalı­lar olduğu sanılmaktadır. 19. yüzyılın sonları­na doğru dondurma teknolojisinin bulunması ve bu alanda sağlanan ilerlemelerin, dünyada et işleme sanayilerinin gelişmesindeki en ya­şamsal öğe olduğu söylenebilir. Böylece, gü­nümüzde dünyanın her yerindeki pazarlara dondurulmuş ve soğutulmuş et sunulabilmek­tedir. Dünya pazarlarına dondurulmuş et satan ülkelerin başında Arjantin, Avustralya ve Yeni Zelanda gelir.
Kurutma gibi tütsüleme, salamura yapma ve tuzlama da yiyecek saklamanın en eski yöntemlerindendir. Etin tuzla yoğrularak, ge­ne tuz içinde tutulduğu kuru tuzlama en elverişli yöntemlerden biridir. Tütsülemek de etin bozulmadan uzun süre saklanabilmesini sağlar, ayrıca ete özel bir lezzet katar. Jam­bon ve isli et gibi salamuraya yatırılmış ve tütsülenmiş etler belirli kimyasal maddeleri içerir. Bu maddeler potasyum ve sodyum nitratlardan elde edilen nitratlar ve ete pişiril­diği zaman pembe rengini veren renk verici maddelerdir. Günümüzde etlerin bozulma­dan korunmaları için katılan sodyum nitrat gibi katkı maddelerinin sağlığa zararlı olduğu tartışılmaya başlanmıştır.
Anadolu'ya Selçuklular tarafından getiril­diği sanılan pastırmanın yapımında, çemen to­humu, sarmısak, tuz ve kırmızı biber karışımı büyük parça etlerin üzerine sıvanır, daha sonra etler güneşte ya da tütsülenerek kurutulur. Pastırmanın üzerindeki çemen karışımına boya ya da yabancı maddeler katılmaz.
Konserveyi 1809'da, Fransız Nicholas Appert'in bulduğu söylenir. Birçok başka sanayi­de olduğu gibi, konserveciliğin gelişimi de savaşlarla birlikte hızlanmıştır. Bu kez de Napolyon Savaşları kolayca taşınabilen, bo­zulmadan dayanabilecek ete büyük bir talebin doğmasına yol açarak konserveciliğin geliş­mesine katkıda bulunmuştur,
Türkiye'de, 1952'de yasayla kurulan Et ve Balık Kurumu ülkede hayvancılık ve balıkçılı­ğın geliştirilmesi ve et üretimine katkıda bulunmak, et ve balık fiyatlarındaki dalgalan­maları önlemek, kendi kuruluşlarında kesilen hayvanları satış mağazalarında halka satmak gibi işlevleri üstlenmiştir. Satın alınan hay­vanlar Et ve Balık Kurumu mezbahalarında, sağlık koşullarına uygun olarak kesilir, bir bö­lümü doğrudan satış mağazalarına gönderilir­ken kalanı dondurularak soğuk hava depola­rında bekletilir.
Et ve Balık Kurumu ayrıca, sosis, sucuk, salam, konserve et, jöle işkembe gibi et ürünleri de üretir. Mezbahalarda değerlendi­rilmeyen artıklar gübre ve yem sanayilerinde kullanılır. Et ve Balık Kurumu dışında kalan bazı büyük özel kuruluşlarda da hayvan kesi­mi ve et üretiminin yanı sıra çok çeşitli et ürünleri üretilmektedir.
Hayvan kesimi ve etin işlenmesinde, çok az artık kalır. Kesilen hayvanların artıkları ve yenmeyen bölümlerinden, bir dizi yan ürün üretilir. Sığır ve koyun postları işlenerek dericilikte; yağlar sabun üretiminde kullanı­lır. Kemiklerden bıçak saplan, düğmeler ve tutkal yapılabilir ya da öğütüldükten sonra kurutulmuş kanla karıştırılarak bir çeşit gübre elde edilir. Bazı hayvanların bağırsakları ise iyice temizlenip kurutularak, sucuk ve sosis yapımında kılıf olarak kullanılır .

89
Sağlık / Prenatal Beslenme
« : Haziran 02, 2009, 01:10:21 ÖS »
Prenatal Beslenme

Beslenmenin, gebeliğin seyri ve sonucuna önemli etkileri vardır. Bu etkinin, günümüzde dünyanın çok yerinde vurgulandığını görmekteyiz ve iyi incelenmiş birkaç olay, gebelikte beslenmenin değerini vurgular niteliktedir. Her iki Dünya Savaşı, Avrupa'nın çeşitli bölümlerinde açlıklara yol açmıştır. İncelenebilecek kayıtların kısıtlılığına rağmen, önceleri iyi beslenmiş nüfuslarda az beslenmenin ve buna eşlik eden stresin etkileri araştınlabilmiştir. Elde edilen sonuçlara göre, doğum oranındaki azalmaya eşlik eden amenore artışı çarpıcıdır; birçok vakada, yaşayabilmiş yenidoğanların kiloları, kötü beslenme döneminden önce veya sonra doğanlara kıyasla düşüktür.
Her iki dünya savaşı esnasında, Almanya'da kötü beslenme çok yaygındı. 1916-1917 kışında, Almanya'nın kuşatılmış olduğu dönemde, kıtlık çok şiddetliydi ve doğum oranı belirgin olarak düşmüştü. Genç anne namzetlerinin çoğu yeterli yememekteydi; yiyebilenler, kırsal kesimde yaşayan veya yiyecek temininde önceliğe sahip olanlardı. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Almanya, Hollanda ve Rusya'nın bazı bölgelerinde, savaş koşulları özellikle ağırdı. İkinci Dünya Savaşı esnasında Alman halkı üzerinde yapılmış olan incelemeler, infertilitede belirgin yükseliş ve neonatal kilolarda önemli düşüş kaydetmiştir. Kıtlık esnasında doğum kiloları düşükken, yaşam koşullan düzeldikçe, ortalama doğum kilosunda yükseliş kaydedilmiştir. Savaş sonrası, henüz yiyecek kaynakları kısıtlı ve yaşam koşulları bozukken, özellikle merkez sinir sistemini ilgilendiren şekil bozukluklarının insidensi belirgin olarak beklenenin üstündeydi.
İkinci Dünya Savaşı'nda, Hollanda, abluka altında bulunduğu sekiz ay içinde çok az miktarlarda yiyecekle idare etmeye mecbur kalmıştı. Bu dönemde, kadın nüfusunun yüzde ellisi adetten kesilmiş ve ancak % 30'unda menstrüel sikluslar devam etmişti. Bu "harp amenoresi", doğum oranını normalin üçte birine indirmişti. Savaş öncesi doğumlarla kıtlık dönemininkiler karşılaştırıldığında, düşükler, ölü doğumlar, neonatal doğumlar ve şekil bozukluklarında artış gözlenmişti. Gebeliğin son iki trimesterinde açlıkla karşılaşmış kadınlarda, fetusun ortalama doğum kilosu 375 g veya %9 düşüş göstermişti.
İlgili hükümetçe toplanmış kapsamlı ve sistematik verilerin incelenmesi, bu dönemde, besi yoksunluğuyla gebelik seyri ve sonucu arasındaki başlıca ilişkilerin değerlendirilebilmesine yol açmıştır. Hollanda'daki kıtlık döneminde aşağıdaki durumlar belirlenmiştir: Gebe kalış zamanının şiddetli besi azlığı koşullan sonucunda, doğum sayısı belirgin olarak düşmüştü. Birinci trimester esnasındaki açlık, prematüre doğumların, perinatal mortalitenin ve merkez sinir sistemi konjenital şekil bozukluklarının artmasına yol açmıştı. Doğum sonrası yıllarında, menenjitten ölüm oranı yükselmişti. Gebeliğin ileri evresindeki beslenme yetersizliği ile fetal büyüme geriliği sonucu, düşük doğum kilolu bebek sayısında artış saptanmıştı. Sağkalan genç erkeklerin izlenmesi, onların zihinsel, fiziksel ve sağlık statülerinin kontrollerden farksız olduğunu ortaya koymuştur. Gebeliğin son evrelerindeki beslenme bozukluklarının genç erişkinlerde, obesite frekansındaki azalış dışında, belirgin etkileri bulunamamıştır. Erken gebelik dönemindeki etkilenmeyse, merkez sinir sistemi defektlerindeki küçük artış ve obesite sıklığındaki fazlalık şeklindeydi.
İkinci Dünya Savaşı'nın diğer önemli kıtlığı, Leningrad'da, Alman işgali esnasında görüldü. Eylül 1941 ile Şubat 1942 arasında yiyecek temini engellenmişti. Hollanda'da saptandığı gibi, amenore sık görülen bir durumdu ve doğum oranı çok azalmıştı. 1942'nin başında, ortalama yenidoğan ağırlığı, önceden saptanmış olanın 500 g farkın altındaydı. 1942'de, prematüre doğum oranı da çok yükselmiş, normal olarak saptanmış % 6.5 yerine %35.5'e çıkmıştı.
Ciddi beslenme bozukluklarının gebeliğin gidişi ve sonucunu nasıl etkilediği bilinmekle beraber, bu dönemde, sınırdaki beslenme dengesizliklerinin etkisi henüz tam açıklanmamıştır.
Gebe kadınların genel beslenme durumlarıyla diyet kalitesi arasındaki ilişkiyi değerlendirip bunun gebeliğe etkisini araştırmış birkaç çalışma vardır. Bu tür araştırmaların uygulanması ve sonuçların yorumlanması oldukça güçtür. Yine de, gebe kadınların diyetlerinin fetusun gelişmesini etkileyeceği konusunda fikir birliği vardır.

90
Sağlık / İsveç İksiri ve Faydaları
« : Haziran 02, 2009, 01:08:35 ÖS »
İsveç Şurubu

Ağrılara ve hastalıklara karşı veya sağlıklı bir yaş** için önlem olarak her gün sabah akş** yarım tatlı kaşığı İsveç Şurubu biraz suya veya bitki çayına eklenerek alınır. İsveç Şurubu, her ecza dolabında mutlaka bulundurulması gereken, sağlığımızın koruyucusu bir yaş** iksiridir. Bu iksirin reçetesi, tüm aile bireyleri sağlıklı ve uzun bir yaş** sürdürmüş olan İsveçli Dr. Samst’dan günümüze ulaştırılmıştır.

İsveç Şurubu bitkileri (Türkçe, Almanca ve Latince adlar)

-10g Sarısabır / Aloe / Aloe ferox Miller

-10g Melekotu kökü / Angelikawurzel / Angelica archangelica

-5g Domuzdikeni kökü / Eberwurzel / Carlina acaulis

-10g Kudrethelvası / Manna / Fraxinus ornus

-5g Mirra / Myrrhe / Commiphora molmol

-10g Doğal kafur / Campher / Cinnamomum Camphora*

-10g Ravent kökü / Rhabarberwurzel / Rheum palmatum

-0,2g Safran / Safran / Crocus sativus

-10g Sinameki / Sennesblaetter / Cassia angustifolia

-10g Tiryak / Theriak venezian / Theriaca veneta**

-10g Cedvar / Zitwerwurzel / Curcuma zedoria


**Tiryak, İ.Ö. 132-63 yıllarında yaş**ış olan Pontos Kralı Eupator Mithridaes tarafından hazırlanan ve 48 değişik drog içeren bir panzehirin adıdır. Bu panzehir tabi ki yararlıdır, ama gerçeğini elde etmek ne derecede mümkündür bilinemez. Gerçekliğinden kuşku duyulabilecek preparatların ise kullanılmaması daha doğrudur.

Maria Treben’in yakın bir dostu olan Ecz. Peter Theiss, yukarıda verilen reçeteyi bazı değişiklikler ve eklemeler yaparak geliştirmiştir. Schwedenbitter A(İsveç Şurubu A) adlı bu iksir uzun yıllar boyunca Almanya’nın tüm eczanelerinde, daha sonra da öteki Avrupa ülkelerinde ve ABD’nde halkın kullanımına sunulmuştur.

Geliştirilmiş İsveç Şurubu Reçetesi

-1g Besbase / Muskatblüte / Myristicae arillus

-5,5g Cedvar / Zitwerwurzel / Curcuma zedoria

-3,5g Centiyane / Enzianwurzel / Gentiana lutea

-2g Domuzdikeni kökü / Eberwurzel / Carlina acaulis

-9g Eğir kökü / Kalmuswurzel / Acorus calamus

-1g Doğal kafur / Champher / Cinnamomum champhora

-0,5g Kakule / Kardamomen / Elettaria cardamomum

-6,5g Melekotu kökü / Angelikawurzel / Angelica archangelica

-7g Mirra / Myrrhe / Commiphora molmol

-9g Ravent kökü / Rhabarberwurzel / Rheum palmatum

-0,1g Safran / Safran / Crocus sativus

-10g Sarısabır / Aloe / Aloe ferox Miller

-1g Sinameki / Sennesblaetter / Cassia angustifolia

-1g Tarçın / Zimt / Cinamomum zeylanicum

Bu droglar bir cam şişeye veya kavanoza koyulur ve üstüne 1,5 litre 38-40 derecelik etil alkol-su karışımı veya kanyak veya votka gibi içkiler eklenir. Her gün çalkalanan cam şişe 14 gün boyunca sıcak bir ortamda bekletilir. Süre sonunda, günlük kullanımlar için küçük miktarlar dört kat tülbentten geçirilerek süzülür ve koyu renkli şişelerde muhafaza edilir. Büyük şişede posasıyla birlikte bekleyen ana şurup ise, bekleme süresi uzadıkça artı güç kazanır. Maria Treben’e göre, İsveç Şurubunun reçetesi, ünlü iksiriyle pek çok ağır hastayı iyileştirmiş olan ünlü Hekim ve Filozof Paracelsus’a aitmiş (1493-1541).

Kullanım biçimleri

İçten kullanım: Sağlıklı yaşamak için önlem olarak, sabahları ve akşamları birer çay kaşığı veya birer tatlı kaşığı şurup, biraz suyla veya bitki çayıyla karıştırılarak alınır. Her tür rahatsızlığa karşı, üç çay kaşığı dolusu veya iki tatlı kaşığı dolusu, biraz suyla veya bitki çayıyla inceltilerek alınabilir. Kötü karakterli hastalıklarda günde 3 yemek kaşığı dolusu şurup, aşağıdaki tarife göre alınır: Her bir yemek kaşığı İsveç Şurubu, yarım bardak bitki çayına eklenerek, her öğünden yarım saat önce ve yarım saat sonra içilir.

İsveç Şurubu kompresi: Önceden aynısafa merhemi sürülmüş hasta bölgeye uygun büyüklükte bir pamuk parçası İsveç Şurubuyla nemlendirilir ve hasta bölgeye yatırılır. Isı kaybının önlenmesi için, kompresin üstüne bir tabaka kuru pamuk koyulur, ayrıca çamaşırların lekelenmemesi için de, kompres bir plastik parçasıyla örtülür. En sonunda kompres, büyük bir örtüyle veya sargı beziyle tespit edilir. Hastalığın özelliğine göre, kompres 2-4 saat süreyle etkilemeye bırakılır. Eğer hasta rahatsız olmuyorsa, gece boyunca da etkilemeye bırakılabilir. Kompres süresi sona erdikten sonra kompres bölgesi pudralanır. Bu önlemlere rağmen bazı duyarlı derilerde tahrişler oluşacak olursa, kompres süresi kısaltılır veya komprese bir süre ara verilir. Alerjik bünyeli kişiler plastik örtünün yerine bir bez örtü veya havlu kullanabilirler. Ama kompres öncesinde derinin yağlanması kesinlikle unutulmamalıdır! Eğer yine de kaşıntılı bir deri rahatsızlığı görülecek olursa, aynısafa merhemi ile tedavi edilmelidir.

-Mide krampları: 1-2 yemek kaşığı içilebilir. Su ile inceltilebilir.

-Mide ve bağırsak gazlarında: Rezene çayına 2-3 tatlı kaşığı eklenip içilebilir.

-Romatizma ağrıları: Günde 3-4 kez 1 tatlı kaşığı şurup bitki çaylarına eklenip içilir. Ayrıca bu şurup ile ağrılı yerlere friksiyonlar yapılabilir.

-Uykusuzluğa: Yatmadan yarım saat önce melisa çayı veya ıhlamura 1 tatlı kaşığı eklenip içilir.

-Gırtlak, yutak, diş eti çekilmesi ve kanamasında: Çok başarılı olunan bu rahatsızlıkta ağza bir miktar şurup alınıp ağzın içinde mümkün olduğunca dolaştırılır. Biraz su alınıp gargara yapılır ve tükrülür. Bu tedavi diş etlerini sağlıklı tutmak istiyenler tarafından da uygulanabilir. Ancak şurup dişleri sarartabileceğinden gargaradan yarım saat sonra dişler fırçalanabilir. Ancak sadece ağızda bir küçük yudum ile gargara yapılabilir. Bir pamuk ile dişeti üzerine kompres yapılmaz.

-Dudak uçukları, çatlaklar, iltihaplı sivilceler: Sık sık şurupla nemlendirilirse ve kompres uygulanırsa gelişemeden kaybolurlar.

-Akıntılı nezlelerde: 1/5 oranında su ile inceltilen şurup buruna çekildiğinde akıntı durur ve tıkalı burun açılır.

-Basit yanık ve güneş yanıklarında: Sık sık şurup ile kompres yapılırsa acı diner, deri su toplamaz.

-El-ayak burkulmalarında veya çarpmalarında oluşan şişlikler: İrice bir pamuğa dökülerek şurup ile yapılan kompresler şişliği ve acıyı alır.

-Arı, böcek sokmalarında: Gereken bölgeye yapılan kompres acıyı, kızartıyı alır. Önceden sürüldüğünde ise sivri sinekler size yaklaşmaz.

-Nasırlarda: El ve ayak nasırına 3-4 gün boyunca canlı tutulan kompresler nasırı düşürür.


Ancak çocukları ve hamile kadınları bu şurubu kullanmaması konusunda da uyarmak istiyorum. (Alıntıdır)

Sayfa: 1 ... 4 5 [6] 7