İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - P.u.S.u

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 15
61
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:24:00 ÖS »
ÇERKEZ KÜLTÜRÜ

Ayakkabı ve Mest: Ayakkabı siyah sahtiyandan yapılır. Kırmızı sahtiyandan ayakkabı giymek büyüklere mahsus gibidir. Güzel terbiye edilmiş, tüyleri alınmış sığır derisinden yapılmış yumuşak ayakkabıları daha çok fakirler ve özellikle piyadeler giyerler. Sahtiyandan mamul ayakkabının ağzı, kenarları sırma şeritlerle süslenir. Çerkez ayakkabıları hafif olduğu gibi sahtiyan ya da yumuşak deri ayağın ihtiyacı nispetinde genişlemekte ve ayağa uygun bir şekil almakta olduğundan rahattır. Ayakkabı ile yalnız çorap giymek ayıp sayıldığından her halde sahtiyandan yapılmış mest ile giyilir. Mestte ayakkabının biçiminde olup, topuktan 4-5 parmak kadar yükse olur. mestin dikiş yerleri sırma şeritlerle donatılır.

Kaptan: Kaptan dedikleri eteği uzunca, mintan aynen setrenin şeklindedir. Ancak kaptanın yakası kapı olup beş santimetrelik kola yakaları kadar yüksektir.
Kaptan genelde siyah ipekli satenden ve bazen de beyaz pakistandan imal edilir. Kaptanın eteğinin uzunluğu azami diz kapağına kadar olup, ev dahilinde setresiz giyildiği için, genellikle uzun yapılır. Kaptanın kolları geniş olmayıp bilekte kendi renginde küçük ve zarif düğmeleri vardır.

Don ve Gömlek: Don ve gömlek daima beyaz pakistandan yapılır. Fakir kısmı; kadınların dokudukları ince bezden yaptırırlar. Donun biçimi aynen Çerkez pantolonu gibidir. Gömlek ise alaturka gömlekler biçiminde olup yalnız kaptan gibi dik ve yüksek yakası vardır.

Yamçı – Ş’ague: Yamçı, askeri pelerinleri şeklinde olup, üzeri kıvırcık olmak üzere siyah yünden imal edilir. Önü yakanın iki tarafına dikilmiş olan sahtiyandan düğme ile tutturulur ve yaka ile düğme şeritlerle süslenir. Beyaz ve kıza zarif yamçılar kadınlara mahsus omuz atkısıdır.

Kürk – Şibe: Çerkezler; kuzu derisinden soğuğa karşı kısa kürk (şibe) giyerler. Özellikle karlı havalarda bununla kendilerin muhafaza ederler. Kürkün tüylü kısmı içeride bulunur.
Başlık – Shorkan: Başlık yalnız beyaz sayaktan yapılır. Kenarlarında ve dikiş aralarında beyaz, nadiren de siyah ip konur. Başlığın kenarları bazen sırma şeritlerle süslenir.

Kumaşlar: İç çamaşırları kaptanlık kumaşlar müstesna olmak üzere erkek elbiseleri levazımatı tamamen Çerkez kadınlarının imalatıdır. Yünden, deriden bu elbiseleri dokuyup yapmak hususunda kadın ve kızlar takdire değer gayretler gösterirler. Evinde genç kadın ve kız bulunmayanlar komşularının genç kadın ve kızlarına elbise dikmek, kumaş dokumak için başvurmakta olduklarından kadınların bu hususdaki çalışması yalnız kendi hanelerinin ihtiyacına inhisar etmez. Müracaat edenlerin işlerini de yaparlar. Karşılık beklemezler.

Kadın Elbiseleri:
Çerkez kadın elbisesi sade ve zariftir. Kadının narin ve ince endamını fidan gibi güzel göstermek, genellikle güzelliğini arttırmak gibi hususlarda büyük bir üstünlük taşır. Latif endamlarıyla ün salmış bu Kafkas kadınlarının doğanın kendilerine bahşettiği güzellik ve modeli; insan eli vücuda getiremez. Çünkü o; yüksek bir zevki selimin ürünüdür. Tabiat kadar sade ve güzeldir. Çerkez kadın elbisesinin parçalarına bakacak olursak:

Dişepoa – Sırma Saç: Çerkez kızları, sırma kaytan ve şeritlerden yapılmış zarif ir taç giyerler. Büyüklüğü yüze güzellik verecek derecededir. Zülüfleri, perçemlerini kapamayacak şekilde biraz tepede bulunur. Tacın üstünde birde altın ve gümüş top vardır. Tepesi bazen düz, bazen de biraz koni biçimindedir. Altında perçem: alın üzerine dökülür. Zülüfleri kulaklara doğru iner. Tek ve büyük saç örgüsü de belden şagıya doğru iner.
Bu sırma saç bazen yalnız olarak giyilmez. Üstüne gayet ince ve ŞAMHA dedikleri bir beyaz ya da pembe tül örtülür.
Bu serpuş (İsa’nın milat ağacı) gibi her rengi, her çeşidi olan, dallı, budaklı biçimsiz Avrupa kadın şapkalarından çok güzeldir.

Korak Say: Korak denilen kız mantosu, erkek setresine benzer. Ancak korakın kolları dar ve omuzdan itibaren giyilmeyip serbest bırakılır. Setre gibi yakasız, haydari biçiminde göğse kadar açık olup göğüste bulunun çapraz gümüş yada altın düğmelerle tutturulur. omuzdan bele kadar vücuda yapışacak derecede dardır. Etek topuğa kadar ve erkek setresi eteklerinden biraz dardır. Bundan dolayı biraz açık duran önde entari görünür. Korak siyah yada koyu kırmızı ve kahverengi sırma süslü güzel ve parlak gösterecek koyu renkli ince çuhadan yapılır. Korakın bütün kenarları, dikiş araları şeritlerle süslenir.

Entari – Can: Çerkez kadın entarileri alaturka düz entarilerin aynısıdır. Uzunluğu topuğu geçmez. Yakası gerdan görünecek şekilde açıktır. Resmi yerlerde kızlar korak altında düz ince ipekten yapılmış entari giyerler ve açık renkleri tercih ederler. Ev içinde basma entari giyerler. Entarilerde süsü yapmazlar.

Ayakkabı: Kadın ayakkabısı ve mest daima kırmızı sahtiyandan yapılır. Şekilce erkek ayakkabı ve mestlerinin aynısıdır. Çok resmi görünmek istedikleri yerde ayakkabı ile beraber üzeri şeritlerle işlenmiş yüksek takunya giyerler.

Şamiha – Başörtüsü: Ev içinde yada resmi olarak görünmeyeceği yerlerde kızlar taç giymezler. Yalnız başlarına bir eşarp atarlar. Başı açık tutmak saygısızlık olduğu için başa atılan bu tül, eşarp güzelliği saklamak için değil, tersine güzel göstermek içindir.

Kemer: Çerkez kız ve kadınları resmi ve resmi olmayan her yerde kemer takarlar. Kemersiz bulunmayı ayıp sayarlar. Genelde kemerler kırmızı sahtiyan üzerin araları birer parmak arayla gümüş yada altın düğmeler konmuş ve önde bir mili olacak şekilde yapılır.

Korsa – Şuktan: Çerkez kadınları çok eski zamanlardan beri korsa kullanırlar. Vücutlarının düzgün durmasına ve endamlarına önem verirler.

11. Silah ve At Takımları
Çerkez silahlarının da her şey gibi zamanın, değişik ve gelişmelerine uyarak biçim değiştirdiği anlaşılmıştır. Ecdattan kalan eserler ve kazılardan çıkan savaş malzemesi bunun er. büyük delilidir. En sonra bıraktıkları silah ok ve yaydır. Eski zamanda bunu yalnız kibarlar taşırmış.
1722 yılında başlayıp 1864 yılına kadar kanlı bir şekilde devam eden Çerkez-Rus harplerinde hasmın silahına üstün, hiç olmazsa eşit silah kullanmak icap ettiğinden bu savaşlarda ok ve yay kullanılması terk edilmişti. Sonraları bunu sadece kibarlık nişanesi olarak savaş haricinde taşırlardı.
Çerkez silahları zamanlarına göre en zarif, en iyi silah idi. Ruslarla yapılan savaşlar sırasında koca Avrupa arkasında yardımcı olduğu halde Rusların silahına; Çerkez silahlarının üstün olduğu konusunda batı yazarları hemfikirdirler. İyi çelik yapmakta Çerkezler çağdaşlarından ileri idiler. Bundan dolayı kama ve kılıçları iyi kesmek hususunda eşsizdi.
Tüfekleri hafif ve zarif olmasının yanında atış gücü ve kolay kolay şişmemesi bakımından diğer tüfeklerden üstündür. "Yiv"i icat ederek şişhane usulünü meydana getiren Çerkezler, silah tarihinde önemli bir değişiklik meydana getirdiler. Kendileri yivli tüfek kullandıklarından kaval tüfek taşıyan Avrupalılarla alay ederlerdi. Bir Çerkez şiiri:
"İngiliz cesur, atları güzel, takımları mükemmel, fakat tüfekleri kavaldır" diyor.
Çerkez zevki selimi, tabiat güzelliği silah takımlarının umumundaki zarafet ve isabeti göstermektedir.

62
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:22:52 ÖS »
ÇERKESLERDE ESKİ TAKVİMLER
M.A. Meretuko
Adige Kalendar 1997-1998
Derleyen ve Çeviren: Murat PAPÇU


Etnograf M.A. Meretuko’nun materyallerine dayanarak hazırlanmıştır. (Murat Papçu)

Son yüzyıllarda Çerkesler halk (tarım) takvimi, hicri takvim, Yuliyan ve Gregoryan takvimleri gibi çeşitli yıl sayma sistemleri ya da takvimler kullandılar.

Tarım Sistemi Takvimi

Halk (tarım) takviminin kökleri kuşkusuz daha derinlere uzanmaktadır ve doğa olaylarını, iş dönemlerinin bölümlenmesini, halkın kültürünü ve yaşam biçimini yansıtmaktadır. Yılın dönemlerinin çeşitli adları bugün de yaşamaktadır:

1) Гъэтхэжъоныгъу (Ğetxejonığu)
İlkbaharda çift sürme zamanı.

2) Мэлылъфэгъу (Melılhfeğu)
Koyunların kuzulama zamanı

3) ЖъоныгъуакI (Jonğuaç’)
Çift sürme zamanı sonu

4) Мэкъуогъу (Mequwoğu)
Ot biçme zamanı

5) Хьахыныгъу (Haxınığu)
Arpa biçme zamanı.

6) ХэкIотIупщыгъу (Xek’ot’upşığu)
Aygırları (yılkıya) bırakma zamanı.

7) Бэдзэогъу (Bedzewoğu)
Sineklerin dalama (ısırma) zamanı.

8) ЦIыжъугъу (Ts’ıjuğu)
Öküz üvezi zamanı

9) ШышъхьэIу Шышъхьэогъу
(Şışhe‘u) (Şışhewoğu)
Atların kafa sallama zamanı.

10) Хыныгъу (Xınığu)
Orak (ekin biçme) zamanı.

11) Iоныгъу (‘Onığu)
Harman zamanı.

12) ТIыдзыгъу (T’ıdzığu)
Koçları (sürüye) katma zamanı.

13) ТIыдзыгъуакI (T’ıdzığuaç’)
Koç katma zamanı sonu.

14) Къэрсэбэнэ Iэтыгъу (Qersebene ‘etığu)
Nadas kaldırma zamanı

(Sonbaharda çift sürme zamanı).

15) Бжыхьэ жъоныгъу (Bjıhe jonığu)
Küçük yaz (pastırma yazı).

16) Гъэжъый (Ğejıy)
Ot getirme zamanı.

17) ШэкIогъу (Şek’oğu)
Av zamanı.

18) Тыгъэгъаз (Tığeğaz)
Güneş dönümü.


Gregoryan Sistemi Takvim

Bu adlardan bazıları Yüliyan ve Gregoryan takvimlerinin aylarıyla kaynaşmıştır. Bugün kullanılan Gregoryan takvimine göre ayların adları şöyledir:


Ocak: Щылэ маз (Şıle maz)

Şubat: Мэзай (Mezay)
Mart: Гъэтхапэ (Ğetxape)
Nisan: Мэлылъфэгъу (Melılhfeğu)
Mayıs: ЖъоныгъуакI (Jonığuaç’)
Haziran: Мэкъуогъу (Mequwoğu)
Temmuz: Бээдзэогъу (Bedzewoğu)
Ağustos: ШышъхьэIу (Şışhe‘u)
Eylül: Iоныгъу (‘Onığu)
Ekim: Чъэпыогъу (Çepıwoğu)
Kasım: ШэкIогъу (Şek’oğu)
Aralık: Тыгъэгъаз (Tığeğaz)

Diğer halklar gibi Çerkesler de yılın dönemlerini gökyüzü cisimlerinin konumuna göre belirliyorlardı. Ünlü Çerkes etnograf Mafedz Sarbiy'in yazdığına göre bunun için en başta Joğuabe* (Жъогъуабэ) takım yıldızı kullanılıyordu. “Жъогъуабэр чIым къыхэкIыгъ” “Joğuabe topraktan çıktı”, “Жъогъуабэр гъажъом къыхэплъагъ” “Joğuabe ekine baktı”, “Жъогъуабэр чъыг шъхьакIэм хэхьагъ” “Joğuabe ağacın dallarına girdi”, “Жъогъуабэр чIыгум хэхьэжьыгъ” “Joğuabe (yeniden) toprağa girdi” gibi özdeyişler bunu kanıtlamaktadır.

Bu dönenceler arasında 90’ar gün vardır ve bunlar ilkbaharın başlangıcına (21-22 Mart), yazın başlangıcına (21-22 Temmuz), sonbaharın başlangıcına (21-22 Eylül) denk düşmektedir; tam bir dönence ise 360 günden oluşmaktadır.

Cıl Sistemi Takvim

Çerkesler daha sonra Tatarlardan aldıkları “cıl” sistemini kullanmışlardır. Bu sistem, her biri bir hayvanın adını taşıyan 12 yıldan oluşur. Dönencenin Fare yılından başladığı diğer Doğu halklarından farklı olarak Çerkesler de cıl, Örümcek yılından başlar. Bu takvimde yılların adları ve sırası şöyledir:


1) Бэджым иилъэс (Becım yiyilhes)
Örümcek Yılı (1988)

2) Блэм иилъэс (Blem yiyilhes)
Yılan Yılı (1989)

3) Шым иилъэс (Şım yiyilhes)
At Yılı (1990)

4) Мэлым иилъэс (Melım yiyilhes)
Koyun Yılı (1991)

5) Чэбэ хьэмлыум иилъэс (Çebe hemlıwum yiyilhes)
Kâbe Kurdu Yılı (1992)

6) Чэтым иилъэс (Çetım yiyilhes)
Tavuk Yılı (1993)

7) Хьэм иилъэс (Hem yiyilhes)
Köpek Yılı (1994)

8) Къом иилъэс (Qom yiyilhes)
Domuz Yılı (1995)

9) Цыгъом иилъэс (Tsığom yiyilhes)
Fare Yılı (1996)

10) Чэмым иилъэс (Çemım yiyilhes)
İnek Yılı (1997)

11) Хьашыумышым иилъэс (Haşıwumışım yiyilhes)
Pars Yılı (1998)

Çerkesler iyi ve kötü yılları da ayırırlardı. Köpek, Koyun ve Kâbe Kurdu yılları bereketli, Tavuk ve Yılan yılları ise bereketsiz ve hastalık getiren yıllar sayılırdı. Çerkeslerin inançlarına göre Tavşan ve Domuz yıllarında savaş kaçınılmazdı.

Yılın şıle döneminin adı dikkat çekicidir. Şıle Farsça "çelle- kırk" sözcüğünden gelmektedir.
16-17 Ocak’tan 24-25 Şubat’a kadar (en soğuk günler) “ç’ımefe şıle” (кIымэфэ щылэ)(kış şıle),
16-17 Temmuz’dan 24-25 Ağustos’a kadar (en sıcak günler) “ğemefe şıle” (гъэмэфэ щылэ) (yaz şıle) olmak üzere yılda iki kezdir.

İslam’ı kabul ettikten sonra Çerkesler hicri takvim kullanmaya başladılar.
.
Joğuabe takımyıldızının bugün astrolojideki karşılığı Yunus takımyıldızıdır. (ç.n.)

63
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:21:33 ÖS »
CERKES TOPLUMU
Soylular, Köylüler ve Köleler


Her Cerkes hangi soya ve hangi boya ait oldugunu bilir. Ayni soydan herkes birbirini akraba sayar ve aralarinda evlenme yasagi uygulanir.

Geleneksel ve toplumsal yapi Cerkeslerde soy toplulugu (klan) ve boy-kabile yapilanmasi özellikleri tasir. Ortak bir atadan geldigine inanan ve ayni soyadini tasiyan aileler soy topluluklarini (lhepk) olusturur. Ayni Ihepkten olan herkes birbirini yakin akraba sayar ve aralarinda kesin evlenme yasagi uygulanir. Evlenme yasagi anne tarafindan "Ihepek" icin de gecerlidir. Her soyun kendine ait bir damgasi (armasi) vardir. Gecmiste bu soylar, yasadiklari cografi bölgenin veya bagli olduklari prenslerin alariyla anilan Abzeh, Sapsig, Bjedug, Natuhay, Cemguy, Kabardey, Besleney, Hatukay gibi boylari olusturuyordu. Bu geleneksel yapi eski katilikta olmasa da genel olarak varligini sürdürüyor. Akrabalik ve evlilik iliskileri ayni normlarda devam ediyor. Bugün de hemen her Cerkes hangi soya ve hangi boya ait oldugunu biliyor.
Cerkes toplumu, dönemlere, bölgelere ve boylara göre bicimi ve adlari degisse de esas olarak feodal soylardan, özgür kölyülerden, serflerden ve kölelerden olusuyordu. Feodal sinifin tepesine psi denilen prensler bulunuyordu. Psi´lal hükümranliklari altindaki topraklarda kendilerine bagli profesyonel savascilarin gücüne dayanarak halki yönetiyorlardi. Psi, kendisine tabi halkin bütün mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunabilirdi. Bununla birlikte kisisel dokunulmazligi vardi. Feodal düzenin en güclü oldugu Kabardey bölgesinde, "psize´use" denilen büyük prenslerin kongresinde en yasli prens "büyük prens" (psivueliy) secilir ve yardimcilari (psi kuedze) ile birlikte Kabardey´in ic ve dis islerini yönetirdi. 1800´lerin basinda Kabardey bölgesi Rusyanin hakimiyetine girince psilarin iktidari büyük ölcüde sinirlandi.
Prenslerden sonra "birinci derece" özden (soylu) kabul edilen diger üst sinif "tlakotles"lerdi. Hiyerarside onlari ikinci derecede özdenler (dijinigo) izliyordu. Bazi arastirmacilar bu ikisini ayni sinif kabul eder. Büyük toprak sahipleri olan tlakotlesler, adlarinin anlamina (güclü soy) uygun olarak toplumda cok yüksek bir konuma sahiptiler. Cok genis feodal haklari vardi ve bu mirasla gecerdi.
Alt feodal sinifi olusturan vorklar, bagli olduklari psilara ve tlakotleslere silahiyla hizmet eden askeri bir sinfti. Yeni bir vorku himaysine alan psi veya tlakotles, ona vork tin denilen ve genellikle cins bir at, cesitli silahlar, büyükbas hayvan ve topraktan olusan hediyeler verirdi. Vorklar verilen bu topraga "askeri hizmet verme sartiyla" sahip olurlardi. Vasal hizmetinin babadab ogula gecen bagliliginin kosullarina antla tespit edilirdi: Vork, efendisine sadakat ve dürüstlükle hizmet etmeyi, onun düsmanlarini kendi düsmani saymayi, agir bir hakarete ugramadikca baska bir feodale gecmemeyi yükümlenirdi.
Vorklar, bagli olduklari feodale olki cagrisiyla, savasa veya baska bir faaliyete katilmak üzere belirtilen zamanda, belirtilen yerde olmakla yükümlüydüler. Bazi vork ailelerinin savasta bayragi tasimak, meclic kararlarini halka duyurmak, dügün, toplanti, cenaze gibi büyük organizasyonlarda düzeni saglamak gibi görevleri vardi.
Cerkes soylari icin tarla isleriyle. zanaatla, bilimle ve hatta ticaretle ugrasmak ayip sayilirdi. Hayatlarini at üzerinde baskinlarda, savasarak ya da ziyaretlerde gecirirlerdi. Kapisi her zaman herkese acik "haces"te (konuk evi) konuk agirlamak en basta gelen meziyetleriydi.
Üst feodal kesim disinda halkin büyük cogunlugunu tlhokotl yani özgür köylü sinifi olusturuyordu. Kendi özel mülkiyetleri ve köleleri olabilen bu özgür köylülerin bagli olduklari feodallere vergi vermek, belli dönemlerde onlar icin calismak, cagrildiginda ordusuna katilmak gibi yükümlülükleri vardi. Bunlarin bir bölümü zamanla özgürlüklerini kaybederek laguneut ( veya lagunepit), yani feodallerin mülkiyetinde bulunanserfler haline geldiler.
Toplumun en alt sinifi, savaslarda veya baskinlarda ele gecirilmis köleler (psitl ve vuneut) olusturuyordu. Cesitli islerde calistirilirdi, alinip satilabilir veya azat edilebilirlerdi. Köle sahibi olmak kimsenin imtiyazinda degildi; savasta veya baskinda düsmanini ele geciren onu köle yapma hakkina sahipti. Kölelerin cocuklarida köle sayilirdi. Köleler cogunlukla baska halklardan ( Rus, Kazak, Leh, Gürcü, Iranli) ya da düsmanlik güden topluluktan ele gecirildi.An cak cok agir bir suc islemesi halinde bir Cerkes de köle yapilarak satilabilirdi.
Feodal yapi bazi Cerkes boylarinda farklilik gösteriyordu. Karadeniz sahilinde yasayan Sapsiglar, Abzehler ve Natuhaylar 1700´lerin ikinci yarisindan ayaklanarak feodal sinifi tasfiye ettiler ve yaslilarin önderlik ettigi halk meclisleriyle yönetilmeye basladilar. Feodal yapisini koruyan diger Cerkes topluluklarindan gelen kacaklara siginma sagladilar. Bu nedenle sürgünden önceki son dönemde nüfuslari oldukca artmisti. Feodal yapisi en güclü ve karmasik olanlar ise Kabardeylerdi.
Cerkes toplum yapisi, feodallerin haklari ve imtiyazlari sirlanmis olarak Sovyet dönemine kadar devam etti. Sovyet sisteminde tamamen ortadan kaldirildi. Osmanli topraklarinda ise radikal bir tasfiye hareketi olmadi. Feodallerin sürgün ve daginik yerlesim nedeniyle iyice zayiflayan hakimiyeti, büyük calkantilara yol acmadan zamanla ortadan kalkti. Bununla birlikte, özellikle Kabardeylerde eski toplumun izleri bugün de görülebilir.

64
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:20:56 ÖS »
Medeni Bir İlişki Tarzı KAŞENLİK

Çerkeslerin günümüze kadar devamlılığını sürdüren geleneklerin birisi de "kaşenlik adetidir. Bu adet bekar genç kız ve erkekler arasında evlilik öncesi dönemde gerçekleşmektedir. Diğer geleneklerde olduğu gibi habze adı verilen kurallarla sınırlıdır. Kaşenlik birbirinden hoşlanan genç kız ve erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisine denmektedir.
Çerkeslerin günümüze kadar devamlılığını sürdüren geleneklerin birisi de "kaşenlik adetidir. Bu adet bekar genç kız ve erkekler arasında evlilik öncesi dönemde gerçekleşmektedir. Diğer geleneklerde olduğu gibi habze adı verilen kurallarla sınırlıdır. Kaşenlik birbirinden hoşlanan genç kız ve erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisine denmektedir.
Çerkes kız ve erkekleri birbirleri ile düğünlerde, toplantılarda, muhabbet ortamlarında birlikte olurlar. Bu toplantılar en yaygın olarak köylerde görülür. Bu tür toplantılarda genellikle bir kaç köyün gençleri biraraya gelir. Sabahlara kadar süren sohbetler, oyunlar ve eğlenceler yapılır. Bu geceler gençlerin birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktadır. Muhabbet geceleri bir eğlence kaynağı olduğu kadar aynı zamanda eğitim yereri de sayılmaktadır. Kızlar ve erkekler belirli bir yaştan başlayarak bu tip toplantılarda çerkes adet ve görenekleri çerçevesinde eğitilirler. Bütün eğlence, düğün ve toplantılarda "thamate" adı verilen bir kişi bulunur.
Kim kimle kaşen olabilir?
Aynı sülaleden olan kişiler kaşen olamazlar. Akrabalık derecesi ne kadar uzak olursa olsun yasaktır. Aynı köyden kişilerin kaşen olmaları hoş karşılanmaz. Bu kural günümüzde biraz yumuşamıştır. Artık aynı sülaleden olmamak kaydıyla kaşenliğe fazla tepki duyulmamaktadır. Muhabbet toplantılarında kızlar ve erkekler karşılıklı otururlar.
Birden fazla kaşen
Gençlerin her toplantıda farklı kaşeni olabildiği için bir Çerkez kızının ya da erkeğinin evleninceye kadar çok fazla kaşeni olabilmektedir. Toplantıda amaç tanışmak, eğlenmek ve kendine uygun bir eş seçmek olduğu için kaşenlik bazen ciddi bazen de şaka halinde ortaya çıkmaktadır. Sayısı fazla olan şaka kaşenliğinin çok fazla bir ciddiyeti yoktur.
Kız ya da erkek birbirlerinin daha önceki kaşenlerine karşı herhangi bir olumsuz tavır takınmazlar. Eski kaşenlerle sosyal ilişkiler kesilmez. Çünkü daha önceki kaşenlerin şaka olduğunu her iki tarafta kabullenmiştir. Kadın ya da erkek eski kaşenleriyle bu benim eski kaşenim diye espri yapabilir. Dolayısıyla kızın ya da erkeğin birden fazla kaşeni olması yadırganmamaktadır.
Evlenmeye vesile olan kaşenlik
Pseluk ile başlayıp daha sonra da devam eden kaşenlik iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan birisi şaka diğeri ise ciddi kaşenliktir.
Şaka kaşenliğine semerko denmektedir. Bu durumda kişiler ciddi olmasalar dahi sırf o geceye ya da bir kaç geceye mahsus olarak kaşen olabilirler. Burada amaç eğlenmek, birbirlerini tanımak bunu yaparken de hoş vakit geçirmektir. Şaka kaşenliğinde kız ve erkek birbirlerine sanki evleneceklermiş gibi meth edici ve övücü sözler söyler. Kaşenliğin bir de ciddi boyutu vardır. Bu durumda birbirlerini beğenen kız ya da erkek evlenmek için arkadaşlık kurmak isterler.
Eğer karşı taraf kabul etmişse diğer toplantılarda da görüşerek bu ilişkiyi devam ettirirler. Fakat ciddi kaşenlikte daha ziyade pisehluk ile başlamaktadır. Erkek bir kaç arkadaşını alarak kızın veya onun herhangi bir akrabasının evine gider. Kızın da mutlaka yanında bir ya da bir kaç arkadaşı bulunmak durumundadır. Burada kıza kaşenlik teklifini sunar. Bu durumda kız ve erkek arkadaşlarının yanında teklifi değerlendirirler. Birbirlerinden beklentilerini ve isteklerini söylerler. Kaşenliğin her iki boyutunun da kendine has kuralları vardır. Kaşenlik eğer ciddi ise ve sonuçta evlilik düşüncesi ile kişiler birbirlerini tanımaya çalışıyorsa bu durumda meclislerde şaka kaşenliği gibi ulu orta gündeme getirilmez. Bu durumda bir çok muhabbette bir araya gelebilirler, bir çok konudan konuşarak birbirlerini daha iyi tanımaya çalışırlar. Fakat ilişkileri diğer kaşenliğe nazaran resmiyet kazanır. Diğeri kadar serbest değildir. Her ne kadar bu kişiler evlilik kararıyla birbirlerini tanımaya çalışsalar da mutlaka evlenecekler diye bir şart yoktur. Eğer bir engel söz konusu ise her iki taraf bu durumdan vazgeçebilir.
Evlenme akdi ve Euç
Kişiler evlenmeye karar verirlerse bu sefer bunu kendi aralarında akitleşirler. Bu durumda da euç denilen bir hediye verilir. Euç söz karşılığı verilen maddi bir hediyedir. Söz verdi anlamına gelir. Kaşenlik neticesinde evlenmeyi kabul etti demektir. Bu hediyeyi erkek bayandan ister. Bayan da kendi insiyatifinde bir hediye verir. Bu hediye bir boyun bağı, mendil, yüzük, bilezik olabilir. Erkek de bunun karşılığında kıza bir yüzük vermektedir.
Bu karşılıklı hediyeleşme durumu sadece kız ve erkek arasında olmaz.
Kızın ve erkeğin yanında arkadaşlarından veya akrabalarından birkaç kişi bulunmak durumundadır. Söz verme ve hediyeleşme hadisesi onların nezaretinde olmaktadır.
Evlenmek amacıyla kaşen olan ve bunu akit altına alan genç kız ve erkekler bu durumda toplumdan ayrı bir yerde yalnız başlarına konuşamazlar.
Onların yanlarında mutlaka arkadaşları da olmak durumundadır. Toplumun dışında ve toplumdan habersiz bir yerde konuşmaları yasaktır. Bu durum evleninceye kadar böyle devam eder.
Eş seçimindeki incelik
Gerek evlenmeye karar veren gerekse sadece bir kaç toplantıda kaşen olan kişiler birbirlerini aileleri ile tanıştırmazlar. Arkadaşları ve o ortamda bulunan kişiler onların kaşen olduklarını bilir. Anne ve babalarına kaşen olduklarını söyleyip birbirlerini tanıştırmaları ayıp olarak karşılanır. Aileler kızın ya da erkeğin kaşenini toplumlardaki diğer kişilerden öğrenerek haberdar olurlar. Ancak evlenme zamanında ailelere bildirilir. Bu durumdan da sadece anneye bahsedilir. Kaşenlik adeti Çerkez toplumunda kızın ya da erkeğin evleneceği kişi hakkındaki kararı kendilerinin vermesini sağlar. Büyükler müdahale etmezler. Fakat evlenmek üzere kaşen tercihi yapan kişiler daha ziyade aile yapılarına uygun toplumsal kurallara ve adetlere riayet edecek kişileri tercih ederler. Bu nedenle birçok toplantıda kızın ya da erkeği hal ve hareketlerini kontrol ederler. Evlilik tercihi yaparken bu tip kişilerle yapmayı isterler. Çünkü çerkes kültüründe toplumsal normlara uygun olarak hareket etmek gerekmektedir. Fertlerden görgü kurallarına gelenek ve göreneklere uygun davranış göstermesi beklenmektedir.
Kız kaçırma
Kaşenlik ile başlayan evlilik aşamasında nişanlılık ve söz gibi durumlara pek rastlanmaz. Bunun en önemli sebebi kaçırma şeklinde evlenmenin gelenek ve göreneklerinde yer almasıdır. Gençler evlenmeye karar verdikten sonra maddi imkansızlıklar, kendisinden büyük başka birinin evlenecek olması gibi sebeplerden dolayı kaçırma şeklinde evlenmeyi tercih ederler. Fakat Çerkes kültüründeki kaçırma şekli diğer milletlerden farklı olarak kendine özgü bir nitelik gösterir. Bu şekilde evliliğin yaklaşması nişan ve söz gibi törenlerin yapılmasını gerekli kılmamaktadır.
Yine kişiler zaten kaşenlik dönemlerinde birbirlerini yeterince tanıdıkları için ayrıca bu tür dönemlere gerek duymazlar. Ayrıca çerkeslerde adetler kişilerin ilişkilerine çok fazla sınırlama getirdiği için bu döneme her iki tarafında katlanabilmesi zor olur. Çünkü nişanda büyüklerde işin içine girerler. Onlarla olan iletişimde konuşma ve görüşme yönünden bir takım güçlükler olduğu için kişiler nişanlı olarak kalmayı pek tercih etmezler. Ancak günümüzde söz ve nişanlılık dönemi Çerkesler arasında da yaygınlık kazanmıştır.
Çerkes milletindeki genç kız ve erkekler genellikle aynı milletten olan kişilerle evlenmeyi tercih etmektedirler.

65
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:20:17 ÖS »
Çerkes Kaması

Bir Çerkes''''in lüksü , sahip oldugu silahlarin sayisi ve güzelligi ile ölçülürdü.Kalkar kalkmaz onlari alip inceler , temizler , atesli silahlarin fitilini degistirir , sonra da evinin en önemli odasinin duvarina eve gelecek konuklarin iyi görebilmeleri için simetrik bir biçimde asardi.
Çerkeslerde en pahali silah kincal veya hinjal idi.Yanlarindan asla ayirmadiklari kutsal bir silah olan kincal , iki tarafi keskin ve çeligine çok iyi su verilmis dört santim genisliginde , kırkbes santim uzunlugunda , kurbanin kaninin akmasi için her iki tarafinda derin birer oyuk bulunan bir hançerdi.Dar kabzasi islenmis gümüsten çiviler veya seritlerle süslü olurdu.Siyah kakmalari olan ''''savatlanmis'''' bir gümüs kina konulurdu.
Kincal gümüsle süslü deri bir kemerin ortasina takilirdi.
Bu hançeri büyük bir beceriyle kullanirlardi.Bir Çerkes takip edildiginde kincalini düsmanina firlatirdi ve on metreden de kolay kolay hedefini sasmazdi.Biçaga su verilirken , ölümcül yaralar açmasi için zehirli bir madde kattiklari düsünülürdü.
Çerkesler kemerlerinde bu kamalarin disinda , kabzasi islenmis , maroken bir kilifa yerlestirilmis saska adi verilen bir kiliç tasirlardi.Bu malzemeler bir çift tabanca , bir kamçi ve bir de hayvanlari veya baskinlarda kaçirdiklari kisileri baglamaya yetecek uzunlukta bir iple tamamlanirdi.
Çerkesler 19.yüzyilin baslarinda hala bir yay ve okla dolu bir sadak kullaniyorlardi ama bunun yerini yavas yavas dipçigi dar , gümüs bileziklerle tutturulmus , namlusu kakmali bir tüfek almaya baslamisti.

66
Genel Kültür / Ynt: Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:19:51 ÖS »
Kafkas Motifleri

Bir toplum anavatanından sürülerek başka coğrafyalarda yaşamak zorunda bırakıldığında şüphesizki bir çok maddi ve manevi değerlerinide kaybetmek zorunda kalır. İnsanlığın binlerce yıllık geçmişinde yüzlerce halk bu tür yıkımlarla karşılaşmıştır. Kuzey Kafkas toplumu bu yıkıma ugrayan ne ilk ne de son toplumdur.
Eğer bir toplum geçmişinin kültürel bütün maddi değerlerini araştırma materyallerine sahip değilse en büyük yıkıma uğramiş demektir. Ki vatanlarından koparılmış bütün halkların en büyük sorunlarından biriside budur.
Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisinin yaşandığı Kuzey Kafkasya'da 1860'lı yıllardan itibaren nufusunun büyük bir kısmı sürülen Çerkes toplulukları gittikleri ülkelerde yaşama ve varlıklarını kimliklerini kaybetmeden sürdürme mücadelesi vermişlerdir. Bütün zorluklara rağmen geleneksel el sanatlarını üretmişler, günümüzde yapılan küçük bir araştırmada dahi yüzlerce değişik özgün motifle karşımıza çıkmışlardır.
Halkımız açısından bu yıkım, büyük göçten sonra Kuzey Kafkasya'da yaşanmıştır. 1944'de Stalin tarafından Sibiya'ya sürülen Çeçen-İnguş'lar yıllar sonra anavatanlarına döndüklerinde geride bırakmak zorunda kaldıkları bir çok kültürel değerin koloni olarak yerleşen Ruslar ve diğer topluluklar tarafından imha edildiğini görmüşlerdir. Sürgünden dönen Çeçenler atalarının imha edilem mezar taşlarını ait oldukları yerlere yerleştirmek suretiyle başlattıkları büyük yıkımın yaralarını sarmaya bügün de bütün çabalarıyla devam etmektedirler.
Bugün Çeçen-İnguş Cumhuriyetinde Çeçen halkının kültürel değerlerini yansıtan maddi materyaller daha çok müzelerde mevcuttur. Halkın kendisinde geçmişten kalan kültür değeri el sanatı örnekleri fazla mevcut değildir. Bir örnek verecek olursak; bugün Türkiye'de yaşayan Çeçenler'de mevcut olan yüzden fazla motifli renkli büyük duvar istingleri Kuzey Kafkasya'daki istinglerin toplamından daha fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Binlerce yıllık geçmişiyle Kuzey Kafkasya, günümüz sanat tarihçileri için de gizemi henüz çözülememiş yerlerden birisidir. Kuban havzasında yapılan kazılarda (Myuekuape yakınlarındaki kurganlarda) tarih öncesine ait bir çok eser ortaya çıkartılmıştır. Kafkas motiflerinin primitif örneklerinede ilk kez bu eserlerde rastlanmaktadır.
Kafkasya'da erken metal çağı M.Ö.3000 yıllarında başlamıştır. Kuban havzasında çıkan arkeolojik buluntulardan Meot sanatına ait parçaların üzerindeki motifler ile günümüz Kafkas motiflerinin bir çok ortak noktası vardır. Özellikle avadanlıklar üzerinde tesadüf edilen motiflerde günümüz Kafkas motiflerinin bir çok özelliği mevcut bulunmaktadır. Tarih öncesi dönemşerden günümüze kadar üretilen bütün el sanatı eserler üzerinde tür ayrımı yapılmaksızın Kafkas motiflerinin genel özelliklerini saptamamıza imkan vermektedir. Kafkas motiflerinin temel çıkış noktası bir çok toplumda olduğu gibi tabiat ve görsel çevredir. Özellikle ilkel ilkel dönemlerde bir çok tabiat olayı çeşitli anlamlarla yüklü mitolojik semboller halinde motiflere donüştürülmüştür.

Mitolojik semboller halindeki motifler tek tanrılı dine geçişle birlikte eski mana ve önemini yitirerek görsel bir beğeni sonucu yapılan süsleme unsurlarına dönüşmüştür. Ayrıca eski çağlardan beri Kafkasya'lılarda gelenek halinde günümüze ulaşan aile armaları bu tür motifler içinde sayılmaktadır.
Kafkas Aile armalarından örnekler

Ayrıca bu tür arma veya motiflerin eskiden kullanılan bir tür alfabenin günümüze ulaşan kalıntıları olduğu görüşü bazı tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir. Bazı motiflere verilen dini veya totemik manaların sonucunda bu motifler boy veya kabile damgaları olan psiktogramlara (Basitleştirilmiş resimler) dönüşmüş olduğu düşünülmektedir. (Psiktogramlaşmış şekillerin daha sonra fonogram hatta yazı harfi şekline girebildiği bilinmektedir.)

KAFKAS MOTİFLERİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ
1. Kafkas motifleri tabiat çıkışldır. Bunun sonucu bazı özellikler bütün motiflerde ortak noktalar olarak karşımıza çıkar. Bazı motifler hayvansal, bazı motifler bitkisel, bazı motifler ise insan simgeleri halinde ve daha çok nonfigüratif anlayışla yapılmıştır.
Kafkas "Adıge" Motifleri

Ünlü araştırmacı ROSTOVZEFF'in ilk kez " hayvan uslubu " olarak adlandırdığı simetrik karakterli hayvan figürleri Kafkas motiflerinde karşımıza çıkar.
2. Motifler olarak simetrik çeşitlemelerle yapılmıştır. Simetrik uygulamalar tarih öncesi çağlardan itibaren bir çok uygarlıkça motiflerde kullanılan bir özelliktir.
3. Bütün Kafkas motifleri kıvrak ve yumuşak eğrilerden oluşur. Köşeli motiflere rastlanmaz. Geçmişi bir cok acı mücadelelerle geçen Kafkas insanının motiflerinin yumuşak, kıvrak çizgilerden oluşması, sert ve kesin hatlardan sakınılması çelişki gibi görünsede Kafkas insanının ince beğeni ve ruhunu yansıtır.
Keçe motifi Uzunyayla Y.Hüyük 19.YY.

4. Renkli motiflerde kontrast (zıt) renkler bir arada kullanılarak yüzeylere canlı bir ifade kazandırılır. Tarih öncesinden günümüze bu saydığımız ortak özellikleri koruyarak ulaşan kafkas motifleri bazı kültürel etkileşimlerle konularını daha çeşitli halegetirmiştir.örnek verecek olursak 8.yy'dan 18.yy.'a uzanan bin yıllık islamlaşma süreci ile birlikte hilal-yıldız motifi yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Hayvan motifli kemer motifleri
(Kuzey Kafkasya, Dusheti: MÖ.5-6.yy.)
Keçe motifi
(Türkiye: 19.yy. sonları)

Kuzey Kafkas metal sanatında görülen üç temel süs unsuru olan; Markhari türü karışık dalgalı dalgalardan oluşan bitkisel bezemelerde, Tutta türü simetrik aralıklı dallardan oluşan bitkisel bezemelerde ve Tavga Türü bezemelerde de simetrik düzenlemeler temel unsur olarak karşımıza çıkar. Kubaçi'deki bir çok ev ve mabet kapılarında pencere üzerlerinde taşa oyulmuş çeşitli figür ve motifleri Kubaçi'liler Albanlar'ın Kafkasya'yı idare ettiği devirlerden beri süre geldiğini belirtirler.
Anadolu'da yapılan araştırmalarda hala bazı evlerin duvarlarında geleneksel Kafkas motiflerinin çizilmiş olduğu görülür. (Göksun'un Korkmaz köyündeve Çardak nahiyesinde, Kangal'ın Yukarı Hüyük köyünde olduğu gibi.) Ayrıca Mezar taşları ve ahşap oyma işlerindeki bu motifler günümüz araştırmacılarının ilgi alanına girmeyi beklemektedir.
Kafkas motiflerinin günümüz Anadolusunda özellikle Uzunyayla ve Göksun yöresindeki hemşehrilerimizce yoğun olarak el sanatlarında kullanılmaya devam edildiği gözlemlenmiştir. Çardak'ta bazı Çeçen evlerinde duvarlar ve peş (ocak) ler üzerinde görülen BUSTUM deilen duvar motiferi geleneksel kafkas motiflerinin eşsiz örneklerindendir.

KAFKAS MOTİFLERİNE ÖRNEKLER

Çeçen Bustum örnekleri

Kafkas Keçe Motifleri ve Kayseri Pınarbaşı Dikilitaş
Köyünden derlenmiş Kabardey Vupcha motifleri


Kafkas seccade keçe motifi
(Uzunyayla)
Kabardey keçe motifleri
(Pınarbaşı-Dikilitaş Köyü)

Kafkas keçe motiflerinden
Göksun yöresi Çeçen motifi (üstte)
Uzunyayla yöresi Kabardey motifi (altta)

Kafkas ahşap oyma motifleri:
Çardak'tan Çeçen bustumları - camii ve minber balkonundan

Çeçen keçe motifleri (Çardak Bucağı)

Çeçen bustumlari -ahşap oyma ve keçe motifi (Gücüksu Köyü)

Kafkas keçe motifi
(Göksun yöresi-Gücüksu Köyü)

Çeçen keçe motifleri -Bitkisel bezemeli
(Çardak Bucağı)

Çeçen Bustumları ahşap oyma ve keçe motifleri
(Çardak Bucağı)

Kafkas yastık kılıfı işleme motifi(Ma'arul - Avar)
(Göksun yöresi-Ortatepe Köyü)

67
Genel Kültür / Çerkez Kültürü
« : Haziran 05, 2009, 06:19:07 ÖS »
Çerkez Kültürü

Kafdağı´nin Kanatları
Murat Papşu
(Atlas Dergi Atlas Dergi / Çerkesler NO: 2003/03)
Çerkeslerin efsanevi yoldaşıydı at. Atcılık da binlerce yıllık geçmişten süzülerek gelen bir uğraş. Ancak, yüz yıldan fazla süren yıkıcı Kafkas- Rus Savaşı ve sürgün zamanlarında Çerkes at cinslerinin hemen tamamı kayboldu. Bu eşsiz atlardan geriye sadece tek bir cins kaldı.
Her Çerkes, ata özel bir bağıllık, sınırsız bir sevgi duyar. Onu kardeş sayar, özenle korur. Ata duydukları bu yakınlık ona verdikleri isme de yansır. Çerkesler, ata " şı " der; ki bu aynı zamanda erkek kardeş anlamındadır. Öyle ki Çerkesler, mahmuzu ilk gördüklerinde ne işe yaradığını anlamamışlar ve ata acı vereceği gerekçesiyle benimsememişler. Yine aynı nedenle Çerkes, yumuşak deri uçlu kamçısyıla atına nadiren vurur. Onlar kamçıyı sadece bir simge olarak taşır. Kamçı genç kızın sevgilisine verceceği güzel bir hediye veya atlı oyunlarda ödül olabilir ancak.
Nitekin atla ilgili gelenekler Çerkeslerin yaşamında önemli yer tutar. Örneğin, misafir olunan bir yerden ayrılırken at, başı eve doğru bakacak şekilde durdurulur ve öyle bilinir. Sağdan dönerek avludan çıkmak gerekir, keza at kesinlikle kamçılanmaz. Aksi şekilde davranmak ev sahibinin konukseverliğinden memnun kalınmadığını gösterir. Çerkes geleneklerine göre bir kadının veya yaşlının önünden atla geçmek büyük ayıptır. Atlı 30-40 metre kala atından iner, karşılaştığı kişi yürüyorsa saygılı bir şekilde durur ve sağ tarafından geçmesini bekler. Karşılaştığı kişi yerinde duruyorsa atının dizginlerinden tutarak yanından geçmesi gerekir. Atlının karşıdan gelen bir kadına veya yaşlı bir adama rastladığında atından inerek gideceği yere kadar ya da izin verilinceye kadar ona eşlik etmesi gerekir. Atlıya yaya karşılaştığında önce atlı selam verir. Atlı olarak bir yere gidilirken herkesin konumuna göre bulunması gereken yer belidir. Yaşça küçük olan, „thamade“ nın (yaşlı) solunda yerini alır. Thamadeye birden fazla atlı eşlik ediyorsa büyük olan solunda, daha genç olan sağında yer alır. Ölüm haberi getiren atlı atın ters tarafından, yani sağından iner. Bunun dışında atın sağından inmek uğursuzluk sayılır.
En ünlü Çerkes atı cinsleri Şoloh ve Beçkan´dı. Şoloh, Bestav´da ve Zelençuk vadilerinde, Beçkan ise Adigey topraklarında yaygındı. bu cinslerin Kirim pazarlarında yerli koşu atlarından 25 kat fazla fiyat verilirdi. Şoloh cinsi atların özelliği, toynakların bardak biçiminde olmasi ve arka tırnakların olmamasıydı; bunun için nala ihtiyaç duymuyorlardı. Beçkan, özellikleri açısından eşsiz bir binek atıydı. Çok sabırlı ve dayanıklı, Çerkeslerin yasamının ayrilmaz parçası olan biniciligin bütün gereklerine son derece uygundu. Gerektiğinde yemsiz 3-4 günlük yola dayanabiliyordu. Halk arasındaki tarifiyle Beçkan; „Boynu düzgün, sagrısı mantara benzer, geyiğinki gibi dik baldırları vardır. Kasığı dardır, genişliği üç parmağı geçmez. Bir kaburgası fazladır ve dolaysıyla gücü de fazladır “.
Kundeyt cinsi ise 7-9 yaşına kadar genellikle özelliklerini göztermez. Bu cinsin kısrağını iki yaşına kadar basit bir cinsten ayırmak zordur; cok tüylü ve gösterişsizdir. Ama iki yaşından sonra değişmeye başlar. Tüyleri düzelir, karnı toplanır, kulakları sivrilir, asıl görünümünü almaya başlar.
Bu cinslerden baska Zelençuk vadilerinde prenslerin adlariyala anilan Alheskir, Hağundoko, Hatohşoko cinsleri ve Yecebukay´da Yivuan cinsi atlar biliniyordu. Bu cinsler mükemmel binek atı nitelikleriyle ve prenslerin özel damgalarıyla tanınıyordu. Çerkesler atı sadece binmek için yetistirirler ve sadece aygırlara ve iğdiş edilmiş atlara binerlerdi. Kisrak süreleri sadece üreme amacıyla tutulurdu.
En varlıklı ve nüfuzlu at yetiştiricisi olan Çerkes prenslerinin süreleri hiçbir zaman 150-200 kısrağı geçmezdi. Kendi damgası olan her prens kendi at cinsine sahip olabiliyordu. Çerkesler ayrıca donlarına göre atların nitelikleri olduğuna inanırlardı. Tarihçi ve etnograf A. H. Zafes´in yazdığına göre tercihleri demir kırı ve doru idi, alacalı at hiç yetiştirmezlerdi.
Rus- Kafkas Savaşı ve sürgün zamanlarında Çerkes at cinslerinin hemen tamamı kayboldu. Kalan cinsler de Rusya´daki iç savaş yıllarında yok oldu. Son Şoloh cinsi atlar da Birinci Süvari Ordusu´nun birlikleri için dağlardaki otlaklarından indirildi ve kaybolup gittiler. Kafkasya´da Sovyet iktidarıyla birlikte Çerkes atcılığının da sonu geldi. Çerkeslere at sahibi olmaları yasaklandı. Zelençuk vadilerinde kalan cins atlar da ilk Sovyet haraları kurulunca diğer cinslerle karıştı. Böylece 25-35 Çerkes atı cinsinden bugüne sadece Şağdiy kalabildi. Kalan bu tek Çerkes atı cinsi, dünya atçılık literatüründe “ Kaberdey “ (Kabardian) cinsi olarak bilinir. En iyi dağ atlarından biri kabul edilir. Kaygan dağ patikalarında yürümek, nehir gecmek, derin karda ilerlemek konusunda inanilmaz yetenekleri vardır. Dik kayalık patikalarda dengesini çok iyi korur. Ani ısı değişikliğinde ve hava basıncına karşı dayanıklıdır. Ayrıca karanlıkta ve yoğun siste yollarını bulmalarını sağlayan şaşmaz yön duygularına sahiptir. Yüz elli kilogram yükle günde 100 kilometre yol kat edebilirler. 1935-36´da Kafkas Dağları´nda yapılan bir trialde Kaberdey atları üç bin kilometrelik mesafeye kötü hava ve arazi koşullarında 37 günde tamamladılar. Bu konudaki rekor “ Aza “ adında bir kısrağa ait: Dağ eyeriyle ve tam yüklü olarak 100 kilometreyi dört saat 25 dakikada kat etti.
Kaberdey atları genellikle cinslerini doğal olarak sürdürürler, yılkı halinde dolaşırlar. Rivayete göre soyu Cengiz Han´ ın en gözde aygırından gelmektedir. Son derece sakin ve itaatkâr huylu oldugu icin tercih edilir. Kaberdey atından çaprazlama sonucu dört yeni nesil elde edildi. Bunlardan İngiliz- Kaberdey atı, cins olarak 1966´da resmen kabul edildi.
En iyi Kaberdey atları Karaçay- Çerkes Cumhuriyeti´nde Malokaraçayev ve Malkin, Kaberdey- Balkar Cumhuriyeti´nde Guaran haralarında yetiştiriliyor. Bu haralarda atlar yazın yüksek yaylalarda, kışın dağ yamaçlarında tutuluyor. İki yaşına geldiklerinde koşu performansları deneniyor. Kaberdey atı diğer koşu atları kadar hızlı olmasa da diğer atçılık sporları icin son derece uygun özelliklere sahip.

68
Genel Kültür / Ynt: Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:17:46 ÖS »
Uygarlıktan bahsedilirken genellikle yazı,yönetim,hukuk,kentler,sanat,madencilik,bilim ve bunlar gibi bir takım ögelerin karmaşık bir bütünlüğünden söz edilir.Konuya bu açıdan bakılınca,uygarlığın kökeni için bu tip ögelerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı sorgulanır.Bazı bilim adamları ise uygarlığın gelişmesinde bu ögelerden herhangi birisinin daha önemli olduğunu düşünerek çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmıştır.Örneğin bir bilim adamı metalurjinin uygarlığın gelişmesinde önemli yer tuttuğunu kabul ederse,en eski uygarlıkları tunç devri adı altında sınıflandırır.Veya uygarlığın gelişmesinde yazının çok önemli olduğunu düşünür ve yazı kullananları uygar toplum,yazı kullanmayanları ise ilkel toplum olarak birbirinden ayırır.Bir başkası ise kentleri ön plana çıkarır ve kent devrimi dediği olayı uygarlığın tanımında kullanır.
Sıhhatli bir uygarlık tanımlaması yapabilmek için yukarıda sıralanan ögelerin hiçbiri tek başına yeterli değildir.Örneğin tek başına metalurjiyi ölçü olarak ele alırsak doğru sonuçlara ulaşamayız.Nitekim maden işçiliği bazı yörelerde uygar toplumların gelişmesinden önce ortaya çıkmıştır.Üstelik hem Amerika’da hem de birçok bölgede hiçbir zaman teknolojik bir öneme kavuşmamıştır.Yazının kullanılması da böyledir.Niteliği ne olursa olsun Sümerlerde yazı toplumun önemli bir özelliği idi.Ama bugünkü Peru’nun bulunduğu bölgedeki eski uygarlıklarda bir yazı sistemi yoktu.Aynı şekilde kentleşme de eski uygarlıkların vazgeçilmez bir ögesi olmamıştır.Hem eski Mısır’da hem de Orta Amerika’da bulunan kentler,kent özelliğinden çok törensel merkez işlevini görüyordu.
Uygarlığın tanımında tek tek ögelerin ele alınmasının yanlış olduğunu belirtmekle beraber,onların önem sıralamasını yapmamızın bir sakıncası yoktur.Bu bağlamda siyasal örgütlenmenin uygarlığın kurulmasında çok etkili bir öge olduğunu söyleyebiliriz.Siyasal örgütlenmenin en belirgin modeli ise devlettir.Gerçekten devlet, hem toprak hem de nüfus olarak büyük olan toplumların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen yeni ve güçlü bir araçtı.Kentleri,tapınakları ve sulama kanallarını inşa etmek,düzenleyici bir otorite olmadan o dönemde mümkün değildi.Hele ticareti örgütlemek,fetih savaşlarını yürütmek,zanaat işlerini desteklemek gibi işler kabile toplumlarının başaracağı işler değildir.Aynı şekilde madenlerin bulunmasını,arıtılmasını ve dökülmesini gerçekleştirmek te niteliği ne olursa olsun bir devletin varlığını gerektiriyordu.
Piramitlerin yapımı, incelenmesi gereken bir konudur.Aslında eskiden yapılmış olan anıtların büyüklüğü,bunların yapımı için uygulanan örgütlenmeyi kanıtlamaz.Zira bunların yapımında hem zaman süreci olarak hem de işgücünün niceliği olarak değişik oranlar kullanılmış olma ihtimali vardır.Örneğin az sayıda insan ile birkaç kuşak boyunca bir anıt inşa etmek mümkündür.Veya çok sayıda insan kullanarak ta kısa sürede aynı iş bitebilir.Mısır piramitlerinin çok sayıda insanın çalışmasıyla yapıldığı anlaşılmıştır.Büyük piramitlerin hepsi Mısır uygarlığının ilk dönemlerinde tamamlanmıştı.Bu işin başarılmasındaki en etkili unsurun,o zamanlar için yeni olan devletin işgücü ve mali gelirler üzerindeki denetim gücü olduğunu söyleyebiliriz.
Eski veya çağdaş olması fark etmez,siyasal anlamıyla devlet,zor kullanan bir örgüttür.Aynı zamanda bu zor kullanımın yasal hakkını kendi tekelinde tutan bir yönetim grubunu barındırır.Ancak devletle toplum arasındaki ilişki her zaman bir tartışma konusu olmuştur.Olmaya da devam edeceği bellidir.Her karmaşık ilişkide sorunların çözümü için o ilişkinin zaman süreci içindeki başlangıcına gidilerek basit olan modeli ele alınır.Bu konuda da devlet örgütünü ilk kez kurmuş olan toplumları incelemek gerekir.Kabile ortamından doğrudan doğruya devlet çıkmamıştır.Yani kabile bir gün kendi düzeninde iken ertesi gün uyandığında devlet düzenine geçmiş değildir.Genellikle babadan oğula geçen şefliğin yürürlükte olduğu bir sistemde sınıf ayırımı oluşmuştu.Şefin otoriter yönetimi altında toplumun ekonomik yaşamı merkezi bir özellikteydi.Gene de şefler,merkezi otoriteyi temsil etmelerine rağmen zor kullanma hakları yoktu ve henüz kral sayılmıyorlardı.Bu hiyerarşik toplumun evrimi ile devlet oluşmuştur.
Devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardır.Bunlardan bir tanesi fetih kuramıdır.Buna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurar.Ancak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdir.Ya fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardı.Bu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etme isteğidir.
Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlar.Eski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardı.Buralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardı.Ancak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydı.İşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardı.Kendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektir.Bu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdır.Zira uzun yol ticareti sadece devleti olan toplumlarca gerçekleştirilebilen bir eylemdir.
Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardı.Çin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardı.Bu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettir.Eski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir.Ancak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydır.Yani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilir.Nitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır.
Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdır.Çin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınır.Böylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olur.Bu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekir.Oluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidir.Bu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuştur.Ancak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır.
Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte inceler.Zengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştir.Bu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındır.Bu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olur.Böylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşür.Yenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğer.Toplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirir.Çatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır.
Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardır.İhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırır.Besin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır.
Devletin kökenini açıklamaya çalışan bütün kuramların asıl noktası, basit bir toplumdan karmaşık bir hiyerarşik topluma geçişin nasıl olduğudur.İlkel toplumların başlıca ekonomik yapısı tarımdır.Sosyal yapılarını ise eşit bireyler oluşturur.Böyle bir sosyo ekonomik yapıya sahip olan toplumların devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlara dönüşmesi,bazı kollarının çıkmaz sokaklarla biten yollarda ilerlemesine benzer.Eşitlikçi toplumların çoğu ya doğanın elverişsiz olması nedeniyle ya da gereken sosyal dönüşümü gerçekleştiremedikleri için yok olup gitmişlerdir.


KAYNAK:The Joy of Knowledge Encyclopaedia
[/color]

69
Genel Kültür / Ynt: Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:17:13 ÖS »
Medeniyet nedir ?

Feodal Devrim


Önce medeniyetler kavramını tanımlayalım : İnsanların tarih boyunca kurduğu ve birbiriyle çatışan medeniyetler hangileridir ? İnsan topluluklarının yaş** biçimlerini fark edilir derecede değiştiren iki devrim, medeniyet var insanlık tarihinde. Birisine 'Neolitik Revolution', neolitik devrim adı veriliyor. İnsanların milattan önce 8-9 bin yıl önce şehirlere yerleşmesiyle başlıyor , ehlileştirilen hayvanlarının tarımda kullanılması, şehir köy farklılaşması, ondan gelen işbölümü, yönetim ve yazının bulunması gibi çok hatırı sayılır değişimler yaşanıyor.İşte medeniyet , uygarlık denen şey budur.Bu medeniyetin coğrafyası bellidir .Güneyden başlayarak kuzeye ve batıya yayılan bir medeniyet. Feodalite dediğimiz , köylülük dediğimiz şey. Önce Hitit,Sümer,Pers,Mısır,Yunan sonra Roma ardından da Osmanlı imparatorluğu, bu medeniyetin imparatorluklarıdır.Dünyanın her yerinde bu devrim yaşanmıştır ve 8-9 bin sene sürmüştür.Bu medeniyetler binlerce yıl içinde farklı bilgi ve sermaye birikimleri yaratmışlardır .Burada İmparatorluklar döneminde zengin olan burjuva sınıfı ,endüstri devrimini yaratacak sermaye birikimini yaratabilmiştir .

Endüstri Devrimi

İkincisi ise endüstri devrimidir . İngiltere’den başlayarak Avrupa’ya sonra da Amerika kıtasına yayılan medeniyet. Endüstri devrimi köylerde yaşayan nüfusu şehirlere taşımıştır. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmiştir. Yani makineler ortaya çıkmıştır. Birkaç yüz insanın bir ayda yaptığı işi bir günde yapan makinalar ortaya çıkmıştır.Tarım toplumunda görülmeyen yeni yönetim biçimleri,üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır. Feodal yapıdaki sanayileşemeyen toplumlar örneğin Osmanlı İmparatorluğu,Hindistan,Çin,Afrika endüstrileşen toplumların gücü karşısında duramamışlardır(7). İşte medeniyetler çatışması esasında budur . Feodal medeniyetle endüstri medeniyetinin çatışması sonucunda imparatorlukların bir çoğu yıkılmıştır.Birinci dünya savaşı bunun en belirgin göstergesidir.Birinci dünya savaşında imparatorluklar yok edilmiştir.Feodal tarıma dayalı medeniyetin geçerliliği artık kalmamıştır .Onun yerine endüstri toplumları güçlenmiştir.İngiltere ‘nin bütün bir yüzyıl dünyaya hakim olduğu 19. Yüzyıl endüstri devriminin dünyaya yayılmasın örnekleriyle doludur.Askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduran İngiltere yüz yıl boyunca tüm dünyaya hükmetmiştir.

70
Genel Kültür / Ynt: Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:16:30 ÖS »
Uygar kelimesi
Daha çok Atatürk'ün sözlerini çağrıştırıyor bana
İlerde olanlar arasında olma
Denk olma durumu gibi bir şey
Eh türkiye için bu biraz zordu
Bir derece başarıldı belki
Ama tüm tabular yıkılamazdı
Tüm totemler yakılamazdı

Belki de bugün tüm tabuların yıkılamayacağı
Tüm totemlerin yakılamayacağı anlaşıldı
Totemiyle tabusuyla uygarlaşılmaya çalışılıyor bugün
Eh bi de gidip onların tabularını totemlerini alacak değiliz ya

Uygar olma
İlerde olma anlamına geliyorsa
O zaman daha çok hem de daha çok çok ekmek yemek lazım
Bilmem kaç fırın lazım
Yapılan bir araştırma (ne kadar doğru bilmiyorum)
Bilgi seviyesi en yüksek öğrencilerin türkiye de olduğunu göstermiş
Bizim ortaokul bilgilerimiz onların lise hatta üniversite bilgileri olabiliyor bazen
Ama biz bunu harcayıp duruyoruz
Ne uygarlığı

71
Genel Kültür / Ynt: Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:16:14 ÖS »
Sözcük anlamıyla uygarlık (medeniyet), “bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, maddi ve manevi varlıkların tümü.” olarak ifade edilmektedir.
Bilindiği gibi uygarlık anlamında Batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük civilisatıon, doğu İslam dünyasında ise medeniyettir.
Yunan Mitolojisinde Prometheus, tanrılara karşı bir silah olarak kullansınlar diye ateşi insanlara armağan etmişti. İnsanlar da bu tanrısal gücü, Prometheus’un öcünü almada, yani insanı köle durumuna düşüren bağlardan kurtarmada, aklın ışığıyla doğayı yenmede, yeniyi, sonsuz yeniyi aramada kullandılar, kullanıyorlar da. Bu bağlamda, her yaratıcı insan bir ateş yakıcıdır. Konfüçyüs, İsa, Solon, Muhammet, Copernicus, Newton, Ganhi, Darwin, Einstein, Freud, Marx birer ateş yakıcıdır örneğin.
Her ateş yakıcı, kendinden sonraki yaratıcı atılımları için bir başlangıç noktası ve atlama tahtası olmuştur. İsa Platondan, Rönesans düşünürleri ise Eski Yunan’dan, Roma’dan ve İslamiyet’ten “ateş” almışlardır. Uygarlık, dünya yuvarlağının şurasında, burasında, zaman zaman yakılan ateşlerin, her türlü sınırlar ötesinde, birbirine eklenen alevleriyle beslenip gelişmiş ve gelişmektedir. Ancak, hiçbir ateş başlı başına yüzyılların sınavına dayanamamış, er geç sönüp geçmiştir. Göçüp giden nice uygarlıklar ve dinler bunun tanığı olmuşlardır. Her sönen ateşin ilerisinde ve ufkunda başka ateşler yanıp insanlığa yeni gelişme olanakları, yeni mutluluk yolları getirmeseydi, dünyamız birbirine sadece içgüdülerini, biyolojik özelliklerini geçiren hayvanlardan farksız güdük bir insan soyunun korkunç kalabalığıyla taşardı çoktan.
Uygarlık denilince, birbirinden iki farklı kavram anlaşılır: Bir anlamıyla uygarlık, barbarlığın karşıtı olan durumu anlatmakta olup, bu anlamda “uygar toplum” denilince, “gelişme yolunda hayli ilerlemiş, ideal ölçülere hayli yaklaşmış bir topluluk” anlaşılmaktadır.
Bir başka anlamıyla ise uygarlık, “bir toplumu başka toplumlardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşam biçimlerinin, kullanılan alet ve teknolojinin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetlerin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünüdür.”
Uygarlık; antropolojik olarak ele alındığında, “Bir toplumun ya da toplumların birikimli kültürü” olarak ifade edilebilir. Buradan da görüleceği üzere uygarlık; yaşamı, adeta hiçbir unsurunu dışarıda bırakmamacasına tamamen örten bir kavram, bir yaşam özelliğidir.
Her toplum kendi doğal uygarlığını yaşadığına göre; uygarlıkları birbirleri ile mukayese etmek ve hangisinin daha üstün olduğuna karar vermek, bir botanik araştırmacısının incelediği bitki türlerini güzel, çirkin diye ayırması kadar anlamsızdır.
Uygarlık, bir toplumun kendi mayasını, benlik ve kimliğini kaybetmeden, diğer ulusların da mayalarını öğrenmek, anlamak ve kullanmak uğraşıdır. Bir toplum, dünyada tek başına yaşayamaz. Diğer toplumlarla alış-veriş yapmak zorundadır. Bu alış-veriş, yalnız ticari ve sınai alanda da kalamaz. Toplumlar dünyada bağımsız yaşayabilmek için, ticaret yarışına olduğu kadar, uygarlık yarışına da katılmak zorundadırlar. Dünya topluluğu içinde, bir toplumun mayasını kaybetmeden ve özerk olarak yaşayabilmesi de, diğer toplumların "maya"larını öğrenmeyi ve bilmeyi gerektirir.
Uygarlık, dünya toplumlarının genel malıdır. Uygarlık, mayaları değişik insan toplumlarının uzun süre içinde edindikleri evrensel bilgilerinin düzenli yoldan ilerletilmesi, inceltilmesi, ve paylaşılmasıdır. İnsan beyni, gövdenin adaleleri gibi olup, belirli bir eğitimden geçmezler ise, gelişemezler. Japon örneği, benliğini kaybetmeden bir toplumun çağdaş uygarlığa yalnız ayak uydurması değil, önderlerinden biri olabilmesinin örneğini vermiş ve yolunu göstermiştir. İngilizler, çiçek hastalığına karşı aşıyı Türk’lerden 18'nci Yüzyılda öğrenerek, geliştirmiş ve bütün dünya uygarlığının malı haline getirmişlerdir. Bunun gibi, domates, hindi patates, mısır gibi yiyecek maddeleri (ve tütün), Kuzey Amerika kıtasından 1491 yılı sonrası bütün dünyaya yayılmıştır. Diğer toplumların mayalarını öğrenmek yolu ile, bir toplum uluslararası ortamda sağlıklı yaşama ve yücelme yarışına katılabilir. ABD toplumu, yoğurt mayasını ve yoğurdu günümüzden ortalama yirmi yıl önce (ticari tanıtma yolu ile) öğrenip, severek gündelik gıda maddeleri arasına katmıştır. Bu yoldan da, ABD toplumu sağlıklı ve besleyici bir yiyecek maddesine kavuşmuştur. Ancak, bu durum, ABD toplumunu Türk'e çevirmemiştir. Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ve ABD'den öğrenerek, bu sanayi dalında dünya önderi olmuştur. Ama, kendi mayasını, benliğini kaybetmemiş, dünya uygarlığına adım uydurmakla, Japon toplumu Amerikalı ya da Avrupalı olmamıştır.

Uygarlığı yapan nelerdir?
Uygarlıklarne denli çok olursa olsun, her insan topluluğu da uygarlığa yol açmaz. Bir topluluğun uygarlık aşamasına vardığını söyleyebilmek için, kendinde bazı koşul ve nitelikleri toplamış olması gerekir. Nedir o koşullar ve nitelikler?
Her uygarlık, belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistemidir.Bu uygarlığa, kendine özgü bir nitelik kazandıran en önemli etmen “iktisadi yapı” dır. İktisadi yapı, insanların “doğa” ile mücadelesini ve o mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkileri içine alır. İşte insanların üretim faaliyetlerinde kullandıkları maddesel araçlar ve teknik, bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bütün bunları kapsayan”üretim biçimi”, uygarlıkların tanımında önemli rol oynamakta ve giderek uygarlıkların “temel yapısını” oluşturmaktadır.
Ne var ki, bir uygarlığı oluşturan yalnızca bu olmayıp, aynı zamanda temel yapının üzerine kurulan,-bir yerde onun biçimlendirdiği, onu yansıtan-bir “değerler sistemi”dir. Bu sistem de, siyasal ve hukuksal kurumlar, din, ahlak, felsefe, edebiyat, sanat, özetle bir “kültür”ü oluşturan bütün öğeleri içermektedir.
Bunun yanı sıra din, tek başına bir uygarlık yaratamaz ama, uygarlıklarda önemli rollerden birini oynadığı da gerçektir. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges antik toplumu din ile açıklamaya kalkmıştır. “İsrail’in eski tarihi, kutsal bir tarihtir” derken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü belirtmek istemiştir aslında. Modern çağda, Batı’da, ağırlığı gitgide artan bir “laikleşme” olayı o uygarlığın niteliklerinden biri olagelmiştir. Ama her şeye karşın, bu gün bile, örneğin İtalya’da Katolikliğin, İngiltere’de, ABD.’ de ise Protestanlığın etkisi göz önüne alınmadan, o toplumların bazı olayları açıklamasız kalır.
Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde, uygarlık, hemen bütünüyle, aslında bir dinin, İslamlığın damgasını taşımıyor mu? Bu ülkelerde uygarlık, bu gün de bir İslam uygarlığıdır.
Uygarlığı oluşturan diğer önemli etmen de, düşünce, sanat yaşam ve faaliyetleridir. Bu düşünce, sanat yaşam ve faaliyetlerinin biçimi ve içeriği, uygarlıkları bir birinden ayırmada çok kez en başta gelen ölçülerden biri olmaktadır.

Uygarlıklar arası etkiler ve uygarlıkların evrimi
Uygarlık (medeniyet), evrensel kültürün temel kaynağı olup, insanlığın çağdaş ölçüsünü temsil eder ve alt kültürler tarafından erişilmesi gereken bir hedefi de belirler.
Hiç bir uygarlık homojen (türdeş) değildir. Bir uygarlık, başka uygarlık ya da uygarlıklarla mutlaka ilişki içindedir. Böyle bir ilişki doğar doğmaz da, o uygarlık değişmeye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar arasındaki bu tür ilişkiler ve onların sonucu ortaya çıkan değişikliklerin tarihidir bir yerde.
İlk Çağda Asurlular, Babil uygarlığına kondular. Roma uygarlığı da aslında Yunan uygarlığının bir yetiştirmesidir. Haçlı seferlerinde de karşılaşan yalnızca ordular değil, aynı zamanda iki ayrı uygarlığın, İslam Uygarlığı ile Hıristiyan Uygarlığının bir birlerini etkilemesi ve etkileşim söz konusu idi. Ve bu karşılaşmanın Batı Uygarlığının doğuşundaki payını kim yadsıyabilir ki?
Her canlı varlık gibi, uygarlıklar da ölmektedir. İbni Haldun ve Vico Spengler, kültürlerin organizmalar gibi doğup, büyüyüp geliştiklerini ve sonunda öldüklerini belirtirler. Doğma, büyüme, gelişme ve ölüm, tüm kültürlerin zorunlu olarak geçirdikleri aşamalardır, ortak yazgılarıdır ve hiçbir kültür bu döngüsellikten kurtulamaz. Kültürler farklı olabilirler; hattâ onları belli tipler altında gruplandırmak da olanaklıdır (Spengler'de 8, Toynbee'de 24 kültür tipi sıralanır); ama her biri kendi içlerinde yukarıdaki aşamaları yaşarlar ve son aşama olarak ölürler. Tarihin karanlık sayfalarında böyle göçüp gitmiş nice uygarlıkları hatırlayalım. Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul Valery, uygarlıkların ölümlü olduğu gerçeğini 1.Dünya Savaş’ının sonunda söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir: “Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz.” Ama nasıl bir ölümdür bu? Yüzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybolduktan sonra–bir ölçüde- yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin tarihçiler, “Kelt uygarlığı”nın hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar.
Siyasal kopuşlar, büyük felaketler ve kesiklikler ötesinde, uygarlıklar, zamanda ve mekânda,-bir yığın etki ve tepki ile-varlıklarını sürdürürler: Örneğin, Batı Avrupa’da, Rönesans adı verilen “uyanış”, uzun süre ölmüş bilinen bir uygarlığın, Yunan ve Roma uygarlıklarının tekrar ortaya çıkışından başka bir şey değildir. Gerçi 15.ve 16.yüzyıllarda bir Yunan ve Roma uygarlığından söz edilemez: O yüzyıllarda Avrupa’daki uygarlık bir İtalyan uygarlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol ... uygarlığıdır. Ama yine de antik kaynaklardan beslenmektedir bütün bunlar. Bunun gibi, yeraltı gömütleri zamanındaki Hıristiyanlığın, bir 18.yüzyıl Hıristiyanlığıyla, ya da bu günkü Hıristiyanlıkla benzeşmediğini de söyleyebiliriz.
Çağdaş İngiliz tarihçisi ve kültüroloğu Arnold Toynbee (1889-1975), “Uygarlıktan ne anlıyoruz?” sorusunu; “Uygarlıktan insan toplumlarının, Batı, İslam, Uzakdoğu ve Hint Uygarlığı diye sınıflandırılmasını anlıyoruz. Bu isimler aklımıza din, mimari, üslup ve gelenek açısından farklı şeyler çağrıştırmaktadır” diyerek cevaplamaktadır. Toynbee, tarihte devletlerden çok, uygarlığı esas almıştır. İnsanlık tarihindeki ilk uygarlık olan Sümerler’den bu yana yeryüzünde yirmi bir uygarlık ortaya çıkmıştır. Bunlardan sadece beşi günümüzde varlıklarını sürdürmektedir.
Toynbee, “Tarihin İrdelenmesi” adlı başyapıtında, uygarlıkların gelişme ve başarısında, ırk ya da coğrafi koşulların rol oynamadığı görüşünü savunur. Uygarlığı yaratan büyük ırklar değildir, insanları yaratan büyük uygarlıklardır.
Toynbee; “uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği cevap, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. Bu süreç içinde çevre koşulları zorlaştıkça, toplumun önüne çıkan sorunlar büyüyüp, onları alt etmek için verilen mücadele yoğunlaştıkça, toplum daha başarılı ve sağlıklı bir uygarlık kurar. Bunun en iyi örneği Afrika’ da görülür. Uygarlığın, doğanın zengin ve yaşamın kolay olduğu tropikal bölgelerde değil de, Nil deltasındaki bataklık ve ormanlık bölgelere yerleşip, ormanları temizleyip, bataklıkları kurutarak, sulama kanalları açan eski Mısırlılar tarafından kurulmuş olması çarpıcıdır. Bunun gibi, Çin’de de ilk uygarlık verimli topraklarda değil, Sarı Irmak’ın bataklık bölgelerinde ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kuzeye doğru iklim koşulları sertleştikçe kurulan uygarlıklar daha sağlıklı olmuştur. Toynbee gözlemlerinde; Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bir dizi beylik arasında, sadece Osmanlılar’ın güçlü bir devlet kurabilmelerini, bu beyliğin Bizans sınırında olmasına ve sürekli mücadele etmek zorunda olmalarına bağlar.
Dış tehlikenin büyüklüğü, iç dinamizmini zamanın koşullarına göre yaratıcı biçimde kanalize etmeyi başaran toplumları sarsmaz, aksine onların güçlenmesine yol açar.
Dış tehlike, hatta askeri yenilgiler bile, devletleri yıkamadığına göre, uygarlıkların yok olmasının temel nedeni içeriden kaynaklanır. İç çelişkilerini çözemeyen, kendilerini yenilemeyen, dinamizmlerini yaratıcı yollara kanalize edemeyen, maddi üretimin temelini oluşturan fikirsel üretim gerçekleşmeyen toplumlar çözülüp, dağılmaktan kurtulamazlar. Örneğin; Bizans’ı Osmanlılar, Osmanlıları da Avrupa yıkmamıştır. Kendi iç çelişkilerini çözemeyen bu toplumlar, zaten can çekişme sürecine girmişlerdi. Aynı biçimde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının temel nedeni, batı emperyalizmi ya da ABD ile silahlanma yarışı değil, bu ülkenin çelişkilerini çözememiş olmasıdır.
Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Levi-Strauss, “ilkel” toplum ile “uygar” toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, “ilkel insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; değişiklik, her iki uygarlıktaki düşüncenin birbirinden farklı semboller sistemiyle dile getirilmesinedir.” Montaigne’nin dediği gibi “Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz.”


Kaynak: historicalsense.com
[/color]

72
Genel Kültür / Ynt: Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:15:44 ÖS »
Medeniyet Nedir?

Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation.
Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir ve “şehir” demektir.

Medeniyet Üzerine..
Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.
İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.
Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.
İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaş uyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.
Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleri Versay (Versailles) Sarayı'nda bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.
Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân, îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.
İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”
İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.
Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’da Gürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.
Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.
İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar, İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.


Özbağlı Abdülhakîm ALTUNTOP
[/color]

73
Genel Kültür / Uygarlık veya Medeniyet Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:15:06 ÖS »
Uygarlık
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür.
Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşı; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliği sözkonusudur. Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

74
Genel Kültür / Ynt: Kültür Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:13:32 ÖS »
Kültür Nedir?

Sözcük olarak kültür, “bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden, her türlü duygu, düşüce, dil, sanat, yaşayış unsurlarının tümü, belli bir konuda edinilmiş, geniş ve sistemli bilgi” şeklinde tarif edilmektedir. (Meydan Larousse)
Antropoloji bilimlerinin kültür sorunlarıyla uğraşan dalına, bugün, “etnoloji” veya “sosyal-kültürel antropoloji” adı verilmekte olup, bu alandaki kültür sözcüğü, günlük dilimizdeki “kültür” sözcüğünden çok daha geniş kapsamlı bir kavram olarak, hars ya da uygarlık anlamında kullanılmaktadır.
Kültür, en geniş sınırlarına sosyolojik çerçevede ulaşmakta olup, buradaki anlamıyla “bir yaşama biçimi”dir. Bir topluma özgü bütün ifade ve etkileşim biçimleri bu tanımda yer almaktadır. Bu anlamda kültür, insan olarak belli bir toplumda öğrendiklerimizle yapıp ettiklerimizin bir toplamı sayılabilir. Bu bakımdan ne yediğimiz, ne içtiğimiz, ne okuduğumuz, neye/nelere öfke duyduğumuz, neye ve nelere sevgi ve sempati ile baktığımız, ait olunan grup, küme ya da toplumu karakterize etmektedir.
Kültür tarihçileri, insanoğlunun hayatta kalma ve varlığını sürdürme savaşındaki başarısını, kültürel bir varlık oluşuna, yani yaşayarak öğrendiklerini kültüründe saklayıp yeni kuşaklara aktarma yeteneği ile becerisine bağlı görürler.
Toplu yaşayan her canlı türünün kültürü yoktur. Sözgelişi arı ve karınca gibi böcek türleri toplu yaşarlar fakat kültür yaratamazlar. Örneğin, arının düzgün altıgen biçimindeki kovan hücresinin boyutları son yirmi beş milyon yılda bir mikron bile değişmemiştir. Bazı maymunlar yavrularına bazı becerileri öğretir; ama bir dil ve kültürden yoksun oldukları için bu becerileri çok sınırlıdır. Evcil bazı hayvanlarla (atlar, köpekler gibi), kuyruksuz maymunlar oldukça karmaşık bazı becerileri öğrenebilir; ama bunları kendi yavrularına aktaramazlar.

Kavrama Tarihsel Bakış
Sosyal bilimciler 166 farklı tanımı olan kültür kavramı hakkında; “bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa onun tanımlanamayacağını kabul etmek gerekir” diyebiliyorlar. Bu bağlamda da, kültür sözcüğünün oldukça zengin, uzun ve ilginç bir tarihçesi vardır.
Günlük konuşmalarımızda ya da sanat ve bilim çalışmalarında kullandığımız kültür sözcüğü, Latince kökenli olup Türkçe’ye Fransızca’dan geçmiştir. Latince cultura, toprağa bir şeyler ekip ürün almak, üretmek anlamlarında kullanılıyordu. Voltaire Fransız Devrimi öncesinde culture'ü insan zekâsının oluşumunu ve gelişmesini belirleyen bir terim olarak kullanınca, sözcük değişik bir anlam kazanmıştır. Fransızca’dan Almanca’ ya önceleri cultur daha sonraları kültür biçiminde geçen sözcük zamanla bütün Avrupa dillerine yayılmış, İngiliz antropoloğu Tylor, 1871'de ona bilimsel bir içerik kazandırınca da önemi gittikçe artan bir kavrama ve aynı zamanda bir uğraş alanına dönüşmüştür.
Voltaire, Culture sözcüğünü, insan zekasının oluşumu anlamında, Almanlar, uygarlık ve kültürel evrim karşılığında kullanılmışlardır. Ancak, XIX. Yüzyılın ikinci yarısı ile XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Fransızlar ve İngilizler, uygarlık sözcüğünü kültüre tercih etmişlerdi. Marx kültür kavramının değilse bile, kültürel içeriğin son derece kapsamlı bir tanımını vermiştir:
“Kültür ya da uygarlık, insanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve göreneklerle her türlü beceri ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütündür.”
Kültür tarihinde, tarihsel devinimi en iyi yansıttığı kabul edilen şu tanım da yaygındır:
“Kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, inanç,sanat ve yaşayış öğelerinin tümüdür”.

Kavramın değişik alanlardaki kullanımı
Nereden ve neresinden bakılırsa bakılsın kültür kavramının tümü için ortak olan kimi tanımlamalar vardır ki bunlardan ilki kültürün organik olduğu, bir başka deyişle değişimin ve buna bağlı olarak etkileşim içinde olduğudur. Her canlı varlık gibi yaşlanır, etkinliğini ve hareket becerisini kaybeder ve sonuçta işlevini tamamlayarak yok olur. Buradan hareketle, hiç bir kültür öğesinin hareketsiz ve durağan olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü kültür kavramının varlığı için temel etmen, bir insan topluluğu ve onu oluşturan aile ve bireylerin varlığıdır. Kaynaklara baktığımızda öncelikle şunu fark ederiz: Bütün kültür öğeleri, kültürel var olanlar (en soyuttan, en somuta dek), insan tarafından var edilmiştir. Yani kültürün temel kaynağı insandır. Kültür örüntüsünü oluşturan her düşünce, her kurum, her nesne insan tarafından yaratılmıştır.
Eğitimcilere göre kültür, eğitim yoluyla kazanılan içeriktir. Eğitim ise, bu muhtevayı kazandıran süreçtir. “Eğitimsiz kültür, kültürsüz eğitim” düşünülemez. Sn. Bozkurt GÜVENÇ ise, “Eğitim yol ise, Kültür, yolcunun hayatı boyunca yaşayarak öğrendiklerinin tümüdür.” demektedir.
Bir kişi,diğerinden daha fazla kitap okumuş ve daha fazla şey biliyor olabilir. Ama daha az okuyan, diğerinden daha kültürlü olabilir. Çünkü, kültürlü olan, bilgiyi yaşamında uygulama başarısı göstermiş olandır.Her bilgi anında kültür olmaz, kültüre dönüşmez. Bilgili olmak başka, kültür başka şeydir.
Günlük dilde kültür,eğitim-öğretim süreci, bu sürecin kazandırdığı, genel ve mesleki kültür, İslam Kültürü, spor kültürü vb. Anlamında kullanılır.
Bilim ve felsefede kültür, insanların ve toplumların yapıp, öğrenerek kazandığı her şey (tutum, davranış ve değerler), kısaca uygarlık (medeniyet) anlamında kullanılmaktadır.
Kültür, genel bir biçimde ve uygarlıkla eşanlamlı olarak,” insan türünün hayatını, yaşam tarzını tüm diğer yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü” diye ve daha özel olarak da,”bir uygarlığı meydana getiren değerler toplamı” şeklinde tanımlanabilir.
Bir diğer ifade ile kültür, bir toplumun; gelenek, görenek, sanat, düşünce yapısı, tarihsel birikim ve sosyal kurumlar gibi varlıklarının tümünü kapsayan ve bireyleri arasında duyuş ve düşünüş birliğini sağlayan, şekillenmiş, kollektif maddi ve manevi değerleridir.
Her kültür ilkin öz gücüyle, özünde barındırdığı gizli güçle gelişir ve süreklileşir. Bununla birlikte, tek bir kültür özünü tümüyle öbür kültürden soyutlayarak gelişemez. Bu nedenle her kültür, gelişmesini sürdürebilmek için, öbür kültürlerin kazanımlarından yararlanmak ister.
Kültürle ilgili olarak karşımıza çıkan bazı kavramlar olan; kültürleme, kültürlenme ve kültürleşme süreçleri ile kültür aktarımı, kültür yitimi, kültür şoku ve hakim kültür kavramlarından kısaca bahsetmek istiyorum
Kültürleme: toplumların kendisini oluşturan bireylere belli bir kültürü aktarma, kazandırma, toplumun istediği insanı eğitip yaratma ve onu denetim altında tutarak, kültürel birlik ve beraberliği sağlama, bu yolla da toplumsal barış ve huzuru sağlama sürecidir. Kültürleme süreci bireye, hayatı boyunca kolay kolay değiştiremeyeceği bir kişilik yapısı kazandırır. Kültürleme, toplumsallaştırma (sosyalizasyon) ve eğitim süreci olarak da tanımlanabilir.
Kültürlenme; okul öncesinde, ailede başlayıp okul dönemi sonunda da da etkinleşen kültürlenme, değişik aile, eğitim, okul, meslek, bölge (alt kültür) çevrelerinden kalkıp belli yer ve zamanlarda bir araya gelen, birbirini etkileyen, akran grupları arasındaki kültür etkileşimidir. “Kültürleme”; varolanı iletirken, “kültürlenme”, yepyeni kültür kalıpları oluşturur, kültürel değişim sürecinin ana kaynağıdır.
Kültürleşme sürecinde, iki ya da daha çok kültür, karşılıklı etkileşim sonucu değişime uğrar, yeni sentezler, dinamik bileşkeler yaratırlar. Çağımızda sözü edilen “globalleşme” (küreselleşme) budur. Birey ve gruplar olarak, kültürleşmeyi tamamen önlemek mümkün değildir.
Aynı bağlamda ve yaklaşık olarak aynı anlam içinde, bir toplumsal gruba ait olan bilginin, yerleşik söylemlerle semboller, düzeninin diğer kuşaklara iletilmesi süreci ise kültür aktarımı diye tanımlanır.
Yine, özellikle kültürlenme söz konusu olduğunda, bir kültürel grubun üyelerinin başka bir kültürle temas içine girdikleri zaman kendi kültürlerini ya da geleneksel kültür değerlerini tümden ya da bir bölümüyle yitirmelerine kültürsüz!eşme veya kültür yitimi denir.
Aynı şekilde, bir İnsanın kendi kültürüne yabancı bir kültür, tümden farklı bir değerler ve normlar sistemi içine girdiği zaman, yaşadığı yolunu kaybetmişlik, şaşkınlık veya yönsüzlük duygusuna kültür şoku adı verilmektir.
Öte yandan, modern toplumlarda, farklı, hatta çoğunluk rekabet halindeki kültürler ve alt kültürlerin varlığı dikkate alındığında, kendi kültür değerlerini, davranış veya yaşam tarzını ve dilini, sahip olduğu siyasi ve iktisadi güç sayesinde, diğer kültürlere empoze edebilen kültür, hakim kültür olarak tanımlanır.
Bir kültür, ne denli gelişkin ve ne denli yaygın olursa olsun, bir başka kültürden üstün sayılmaz. Hangi amaçla olursa olsun, kültürler arasında gelişmişlik- gelişmemişlik ya da ilerilik-gerilik değerlendirilmesi yapılmaz; kültürler, üstlük altlık ilişkisine sokulamaz. Kültür hakkındaki bilimsel tartışmada üzerinde görüş birliğine varılan konulardan biri de, kültürel gelişmişlik ya da gelişmemişlik savının görece oluşudur. Her bütün kültür, içerisinde bulunan parça ya da alt kültürlerden oluşur; bunlar arasında gerçekleşen sürekli etkileşimle ve güncel koşullara göre biçimlenir.
Kültür kavramında bir sentez çabası içine girdiğimizde; antropolog’lar kültürü 4 temel kavram üzerinde yoğunlaştırarak açıklamaktadırlar. Bunlar:

   1. Kültür, bir toplumun, yada bütün toplumların uygarlık birikimidir,
   2. Kültür, belli bir toplumun kendisidir,
   3. Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir,
   4. Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.

Sonuç olarak da kültür kavramı,toplumun yüzlerce, binlerce yıldan beri oluşturduğu ortak amaçların, beklentilerin, değerlerin, inançların, duygu ve düşüncelerin, özetle ortak davranış kalıplarının depolandığı, saklandığı soyut bir kavram olup, toplumsal bellekolarak da kabul edilebilir.

Kültürün genel / temel nitelikleri
Kültürün oluşmasındaki temel nitelikleri aşağıdaki faktörler ışığında değerlendirdiğimizde:
1. Toplumsallık: Kültürün, toplumların bulunduğu yer ya da dönemlerde oluşması, yaşamasıdır. Toplumun dışında, ondan bağımsız bir kültürden söz edilemez.
2. Tarihsellik: Kültür denen karmaşık bütün ve onu oluşturan öğeler (dil, yazı, din, bilim, giyim-kuşam, sanat, yerleşme vb.) hangi toplum olursa olsun bir anda, kısa bir zaman dilimi içinde meydana çıkmış değildir.
3. Kalıtsallık: Kültürün ya da onun kapsamına giren öğelerin, etkinliklerin doğum yoluyla geçen birer kalıt değil de, öğrenilmesi gereken birer kalıt olduğunun en büyük kanıtı, doğumdan hemen sonra ailesinden ve onların yaşadığı toplumdan alınıp başka bir kültürün yaşadığı yere götürülen ve orada büyütülen bir çocuğun içinde yaşadığı toplumda geçerli olan dili, dini, sanatı ve yaşam biçimini kolayca öğrenip benimsemesidir. Bununla birlikte, nesillerden nesillere aktarılan farklı kültürleri kolaylıkla özümseme yeteneğinin söz konusu olduğu da göz ardı edilmemelidir.
4. İşlevsellik: Kültürün bir başka özelliği de toplum yaşamında bir yerinin, görevinin bulunması yani işlevselliğidir. Kültürü yaratan etkenin tek başına insan olduğu sanılıyordu. İnsan "neden", kültür ise "sonuç " sayılıyordu. Kültür araştırmalarının gelişmesi bu görüşün yanlış olduğunu göstermektedir. Artık günümüzde insanın davranışlarını, geniş ölçüde toplumdaki kültürel birikimin belirlediği kabul edilmektedir.
5. Birlik içinde çokluk: Ulusal kültürü oluşturan basamak ve dilimlere (kırsal ve kentsel çevre, toplumsal sınıflar, dinlere, mesleklere, parasal olanaklara, düşün ve sanat akımlarına göre süreklilik gösteren bir takım özel kültürler ) bakış açılarına göre kimi kez alt kültürler, sınıf kültürleri ya da bölgesel, yöresel kültürler denilmektedir. Bu alt ya da yerel kültürler, öteki yöresel kültürlerle uyum içinde olurlarsa ulusal kültür denen bütün sağlanmış olur. Önemli olan bu ayrılıkların bütün ile temelde bir aykırılık, çelişki göstermemesidir.
6. Devingenlik ve değişkenlik: Birey, kendisine bir kalıt olarak aktarılan kültürü yeniden öğrenir, yaşar ve yaşatırken farkında olmadan onda küçük de olsa bazı değişiklikler yapmakta ve kendisinden sonraki kuşaklara bu değişik biçimiyle aktarmaktadır. Kültürün devingenliği bireyin yaşamı süresince etkisini duyabileceği bir olgu olduğu halde, değişkenlik genelde çok yavaş oluştuğu için dikkatlerden kaçmakta, bu nedenle de yok sayılmaktadır. Tarihsel süreç incelendiğinde de dil, din ve gelenekler gibi ana kültür öğelerinin de değiştiği görülmektedir.

Kültürün ögeleri
Kültür, belirli bir kökten gelmiş bir toplumun "ana mayası" anlamındadır. Bir toplumun ana mayasını, yani kültürünü; o toplumun dil, yazı, tarih, din, töre, edebiyat ve sanat birliğinin toplamı belirler. Bir toplumun benliğini oluşturan bu ortak değerler, o toplumun diğer toplumların kimliklerinden nasıl ve nerede ayrıldığını belgeler. Bir toplumun üyesi olan her kişinin yapısında ve benliğinde, o toplumun mayasından bir parça bulunur. Fransız ve Alman kültürleri arasındaki ayrılıklar, bira mayası ile şarap mayası arasındaki ayrılıklardan daha da derindir. Bunun gibi, Türklerin "ana mayası" da diğer toplumların mayalarından ayrıdır. Bununla birlikte, yoğurt ve peynir mayalarının bir kökenden gelmiş olduğu da unutulmamalıdır. Ancak, bir maya yalnız başına bırakıldığında, "kendi kendini yer." Bu bir dil sürçmesi değildir. Maya içine katıldığı diğer maddeleri etkiler: Yoğurt mayası, sütü yoğurda çevirir. Şarap mayası, üzüm suyunu şarap yapar. Eğer maya, içinde gelişeceği, çoğalacağı ana maddeyi bulamaz ise, kendi kendini yemeye başlar. Sonucunda da ölür. Üzüm suyuna yoğurt mayası katılırsa, sonuç ne şaraptır, ne de yoğurt. Ne içilebilir, ne de yenilebilir. Mayanın canlı tutulabilmesi için, sürekli olarak kullanılması gerekir. Yeni mayalanmış yoğurdun bir parçası ayrılıp maya olarak saklanır. Böylelikle maya da kendini yenilemiş olur. Bir toplumun kültürü de bundan farksızdır. Kullanılmayan kültür ölür.
Kültürü, taşıyıcısına göre, egemenlik alanına göre, çıkış, yaratılış kaynaklarına göre, görünüşüne, biçimine, bir başka anlatımla, kültürü kanıtlayan araca göre, iş görüşüne göre değişik kullanım alanlarına göre tanımlanabilir. Bu görelilikleri daha çoğaltmak, dahası değişkenleri kendi içinde bile sınıflamak olasıdır.
Bu değişkenlerden, taşıyıcısına ve egemenlik alanına dayanarak, dört çeşit kültür kavramı oluşturulabilir:

   1. Bireysel kültür, esasında bireysel kültür, bir yakıştırma sıfattır. Yani bir bireye, içinde bulunduğu toplumun üyelerince, karşılaştırma yöntemiyle yakıştıran bir kimliktir, o bireyin içinde bulunduğu, yaşamını sürdürdüğü toplumun niteliğiyle birlikte bir anlam taşır.
   2. Yöresel (bölgesel) kültür, ulusal kültürün tabanını oluşturur.
   3. Ulusal kültür, bir toplumda yemek, giyinmek, barınmak, eğlenmek gibi gereksinmelerin elde edilmesinde kullanılan bilgi, inanç, teknik, davranış duyuş ve ifade biçimlerini içeren ve toplumun yapısını oluşturan kültüre, ulusal kültür denilmektedir.
   4. Evrensel kültür, bilim, teknik, felsefe, ve din gibi kültür öğelerini içeren ve bir topluma özgü olmayan, genel geçerlikli kültüre evrensel kültür denir.

"Evrensel kültür" bir çağa ve bir tarihsel döneme dünya ölçüsünde hâkim olan, diğer kültürlere baskın çıkan herhangi bir "çoğul kültür"dür. Örneğin bugün için bu anlamda "evrensel" olan kültür, Batı kültürüdür. Fakat bu, Batı kültürünün hâlen yaşayan diğer kültürlerden "üstün" ve "iyi" olduğu anlamına gelmez; sadece varolan diğer kültürlere baskın çıktığı ve dünya ölçüsünde yaygınlaştığı anlamına gelir. Her kültürün mâhiyeti gereği tarihsel olması, o kültürün belli bir zaman kesiti içinde varlığını sürdürdüğü, yani yerini her an bir başka kültüre (o başka kültüre kendinden pek çok şeyleri taşımış olsa da) terk edebileceği anlamına gelir. "Evrensel kültür" teriminin kendisi, Aydınlanmacı Batı kültürünün bir kültürel mirası olarak terminolojiye girmiştir. Bu yüzden, bu kültüre özgü ideal ve ölçütlerle sınırlı bir anlam içeriğine sahip olmak gibi bir tek yanlılığı ve manüpilatif bir işlevi vardır Yine bu yüzden, "evrensel kültür"ü, tarihsel perspektif altında bakıldığında, herhangi bir "baskın ve hâkim kültür" olarak anlamak uygun olur
Her hangi bir halk topluluğunu, millet yapan kültür değerleridir. Kültür; tarihi süreç içerisinde oluşur, milletler yaşadıkça o da yaşar. Dededen, atadan gelen kültürel değerler, yaşayan insanların duygu, düşünce ve yaşantılarıyla şekillenir zaman içerisinde gelişerek bazen de değişerek devam eder. Kültür değerleri hiçbir zaman statik kalmazlar devamlı değişim halindedirler. Bu değişim çok hızlı olmaz, yıllar bazen de yüzyıllar süreci içinde olur.


Kaynak: historicalsense.com
[/color]

75
Genel Kültür / Ynt: Kültür Nedir?
« : Haziran 05, 2009, 06:12:48 ÖS »
Kültür:İnsan toplumuna özgü bilgi, inanç ve davranışlar büyünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.Toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır.
Kültür: İnsanoğlunun biyolojik olarak değil de sosyal olarak kuşaktan kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü.Eşanlamlısı “ekin”.
Günlük dilde “kültürlü olmak” bilgili, görgülü, incelikli olmak anlamına gelir.Kültürlü kişi uygarlığın nimetlerinden bilinçli olarak yararlanan, eğitimli kişidir.
Kültür terimini günümüzdeki anlamına yakın bir şekilde ilk kez 17. yüzyılda Samuel von Pufendorf kullanmıştır.Ona göre kültür doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm insan eserleridir.
Alman filozof Immanuel Kant kültürü insanın mantıksal özünden dolayı özgürce hayata geçirebileceği amaçların, ideallerin tümü olarak tanımlamıştır.
Bir başka Alman filozof Herder kültürü bir ulusun, bir halk ya da topluluğun yaşam tarzı olarak yorumlamıştır.
Kültürü tanımlamaya çabalayanlardan bir diğeri de antropolojinin kurucularından Edward Burnett Taylor olmuştur.Ona göre kültür “bilgilerden, inançlardan, sanattan, ahlaktan ve insanın toplumda yaşayan bir varlık olması nedeniyle edindiği bütün öbür yetenekler ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütün” dür.
Antropoloji ve etnoloji bilimleri geliştikçe kültür olgusunun karmaşıklığı daha da belirginleşmiş ve tanımlar da çeşitlenmiştir.ABD’li antropologlar A.L.Kroeber ve Clyde Kluckhohn Kültür Kavramlarına ve Tanımlarına Eleştirel Bir Bakış -1952 adlı çalışmalarında kültürün 164 farklı tanımını verirler.Bunlardan biri olan “öğrenilmiş davranış” yeterli bir tanım değildir çünkü hayvan türlerinin yaşamında da doğal davranışların dışında sonradan edinilmiş ya da öğrenilmiş davranışların payı vardır.Bir başka tanıma göre kültür “zihindeki düşünceler” den oluşur.Bu da yeterli değildir çünkü düşünceler toplumda ancak dilde, eylemde ve yaratılmış ürünlerde cisimlendikleri sürece bir anlam ve işlev kazanırlar.

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 15